7 Kasım 2013 Perşembe

Eğitim Sistemine Güzelleme

SAMSARA (DEVİNİM)

BARAKA (VARLIĞIN HALLERİ)

24 Ağustos 2012 Cuma






Müslüman zihninin sekülerleşmesi
İhsan Çolak*  

İslamcılık tartışmalarında yer yer gündeme getirilen sekülerleşme kavramı ve Müslüman zihninde ve pratiğinde sekülerleşmenin doğası, temelde İslamcılığın konumunu belirleyici önemli bir noktadır.

İslamcılığın modern dönemde ortaya çıktığı mevzuunda hemen herkes aynı fikirdedir ancak bu ideolojinin sekülerleşme ile olan ilişkisi sıklıkla göz ardı edilmektedir. İslamcılık Modern dönemle gelen totaliter/bütüncül ideolojilere, yine onlardan aldığı ilhamlarla meydan okuyan bir modern ideoloji ise bu ideolojilerin doğasında bulunan sekülerliğin İslamcılıkla olan ilişkisi de tartışmayı hak etmektedir.
Modern ideolojilerin en belirleyici özelliği onların klasik dönemden ayrı bir rasyonalite kurgusu geliştirmeleri idi. Modernite rasyonalitenin dinselden sekülere, otoritenin tanrıdan insana, meşruiyetin kutsaldan profan olana, ilişkilerin dikeyden yataya doğru dönüştüğü bir dünyayı tanımlar. İslamcılık ise modern dünyanın totaliter/bütüncül yargıları karşısında benzer değerler üretmek arzusundadır. Bu hali ile seküler pratiğe karşı idealist bir retorik kurma peşindedir. İslamcılık, Feuerbach'ın Hıristiyanlığın Özü'nde teorik tutumu, gerçek insan tutumu olarak görmesine benzer bir ideal tutum kurgusu oluşturup toplumsal pratiği bu kurgu ile tanımlama eğilimindedir. Karl Marks Feuerbach eleştirisinde materyalist pratiğin esas olduğu yargısından yola çıkar.
Gerek geleneği yeni bir formda yeniden dizayn etme çabaları gerekse İslam'ın "Altın Çağı"na dönüşü öngören İslamcı hareket İslam'ın temel kaynaklarına dönmeyi esas almakla birlikte, ideallerini ve söylemlerini modern dünyanın gereklerine göre şekillendirdiklerinden modernleşmeci birer hareket olarak boy gösterirler. Modernleşmeci oluşu belirleyen anahtar sözcük "zamanın gerekleri"dir.
İslam toplumlarının sorununun klasik ilimleri öğrenmenin ötesinde bir yorumlama sorunu olduğunu düşünen modernist hareket klasik öğrenme şekline ve onun temsilcilerine meydan okumaya başlamıştı. Bilginin klasik eğitim metotları yerine entelektüel bir çabanın ürünü olarak elde edileceği fikri bu hareket ve temsilcilerini geleneksel okul temsilcilerinden ayırır. İslam dünyasının bazı yerlerinde ulemanın doğrudan dönüşüm geçirerek modernleşmeci harekete ivme kazandırmasıyla birlikte bazı yerlerde de bu hareket tamamıyla ulemanın dışında modern eğitimli bürokratlar eliyle geliştirilmiştir.
HEM ETKEN HEM EDİLGEN: MODERN İNSAN
Bütün bu dönüşümler bir zihniyet devriminin sonucudur. Batı dünyasında çok daha uzun yıllar süren, İslam toplumlarında ise 18. yüzyıldan sonra başlayan bu zihniyet devrimi, ilişkileri tanrı merkezli olmaktan çıkarıp insan merkezli bir dünya algısı geliştirmiştir. 'Bilincin sekülerleşmesi' ile başlayan modernleşme süreci, aynı zamanda rasyonaliteyi, otoriteyi, meşruiyeti ve ilişkilerin doğasını da dönüştürerek toplumların 'ulus' merkezli siyasal yapılanmalarına da neden olmuştur. Bu bağlamda sekülerlik kavramı, 'Bilincin Sekülerleşmesi'nin tarihsel gelişimi ve İslam düşüncesinde sekülerleşme üzerinde durmayı gerektiren bir öneme sahiptir. 'Toplumların milletleşmesi' ise insan bilincindeki evrimin sonucu olarak ortaya çıkmış toplumsal ilişkilerdeki dönüşümün ulaştığı noktayı tanımlar.
Seküler düşünce yatay ilişkiler dünyasıdır. İnsana, metafizik evren ile olan ilişkisinde merkezi bir konum belirleyen, aşkın bir gücün varlığını inkar etmese dahi onun etkinliğini ve gücünü sınırlayan düşüncedir. Buna karşılık fizik dünya ile olan ilişkilerinde ise insanı sosyal ve ekonomik ilişkilerin nesnesi sayar. Bu yaklaşımı ile aslında insana biçilmiş güç alanlarını tersyüz etmektedir. Aşkın gücün etkinlik alanından uzaklaşan insan "kurgusal" ilişkilerin egemenliği altına girer. Böylece modern insan bir taraftan etkinliği ve kapasitesi ile ilahi olan karşısında alabildiğine güçlü, ama idealler ve normların yaptırımcı gücü karşısında da edilgen bir konumdadır.
Modern dönemde ortaya atılan fikirler yeni değil sadece topyekün geldiği için etkisi zirvededir. Montgomery Watt bunu Hellenizm'in İslam'a tasallutu olarak açıklar. Hellenizm İslam dünyasına üç defa saldırıda bulunmuştu. Birincisi Mutezile'nin savunduğu fikirler ile, ikincisi Neo-platon ve neo-Aristoculuğun İslam dünyasına gelmesi, üçüncüsü ise modern dönemdeki Batı düşüncesinin saldırılarıdır. Son dönemde bu kadar yıkıcı ve güçlü olmasının nedeni ise Batı'nın aynı zamanda askeri ve ekonomik üstünlük avantajlarını da beraberinde bulundurmasından kaynaklanmaktaydı.
Watt'ın açıkladığı gibi Yunan felsefesinin İslam dünyasına girmesi ile İslam'ın dünya görüşü ile Yunan felsefesi temsilcileri arasında büyük bir çatışma başladı. Yunan felsefesinin İslam dünyasındaki temsilciliğini yapan Farabi, İbn-i Sina ve İbn-i Rüşd'e göre kainat doğa kanunları ile yönetiliyor ve bu sistemde yaratıcı tanrının rolü sadece "ilk hareket verici" olmaya indirgeniyordu. Bu filozoflara göre yaratıcı "yarattığı kullarını duymaktan, onların yaptıklarından haberdar olmaktan, hatta yeni bir dünya için yeniden diriltmekten aciz bir tanrı idi. İbn-i Rüşd'ün determinizmi "neredeyse Tanrı'ya bir takdir alanı bırakmıyordu. Tanrı sadece kurucu ve koruyucu olarak tanımlanıyor, yatay ilişkiler dünyası olan kainata müdahalesi öngörülmüyordu."
Bu yorumlar İslam dünyasında büyük tartışmalara neden olmuş ve karşı fikirlerin ve dolayısı ile bir İslam felsefesinin gelişmesine de katkı sağlamıştır. Kelam okulu olarak da bilinen Eş'ari okulu ve bu okulun önde gelen düşünürlerinden Gazali, Yunan felsefesinin İslam düşüncesi içine girmesi karşısında şiddetli tepki göstermişti. Gazali önderliğindeki Kelamcılar varlığı yatay ilişkiler bütünü olarak tanımlamayı, Tanrı'nın sınırsız güce sahip olması düşüncesine ve Kur'an'daki "Allah her şeyin yaratıcısıdır. O tektir, her şeyin üstünde mutlak hâkimdir" [13, 16] ayetine karşı olması nedeniyle reddetmişlerdi. Sebeplerin varlık üzerinde etkili bir şekilde güç sahibi olmalarına karşı çıkmakla beraber kainattaki nedensellik ilişkisini ve bir düzen içinde olmasını da kabul ederler. Gazali'nin açıklamasında varlık ve yaratıcı arasında dikey nedensellik vardır. Nedensellik ilişkisi nedeni de sonucu da yaratan tanrıyla doğrudan bağlantılıdır ve onun kurduğu bir düzen içinde işler. Gazali'nin bu görüşleri Batı'da Occasionalism adıyla tanınmış ve Nicolas Malebranche tarafından temsil edilmiştir. Bu görüşler David Hume'un nedensellik problemi ile açıkladığı fikirleri ile de örtüşür.
Batı modernleşmesi karşısında yenik düşen Müslüman toplumların yeniden toparlanması için gerekli olanın İslam dünyasında bir zihniyet dönüşümü olduğu fikrini paylaşan modernist aydınlar, kendi aralarında farklı görüşlere sahip olsalar dahi temelde benzer özellikler taşımaktadırlar. Bu yaklaşımlarda görülen temel sorun vahiy akıl ilişkisinde insanın ve insan aklının pozisyonu ile ilgilidir. Modernist düşünce, Montgomery Watt'ın da belirttiği gibi Hellenistik düşüncenin modern dönemde İslam düşüncesine yeniden -ve bu sefer farklı olarak topyekün- bir saldırıda bulunmasından başka bir şey değildir. Ayrıca bundan önce İslam toplumlarının düşünsel ve siyasal anlamda güçlü olduğu dönemlerde Hellenistik akınlar savuşturulmuş ancak yeni dönemde siyasal ve felsefi zayıflamanın da etkisiyle karşı konulamaz hale gelmiştir. Batı'da seküler düşüncenin kilise karşısında kurumsal ve işlevsel alanda kazandığı savaş İslam toplumlarında düşünsel alanda yaşanmaktaydı. Ayrıca modern seküler düşüncenin esas aldığı akılcılık Yunan metafiziğinin anlamaya ve yorumlamaya çalışan akılcılığından da farklı idi. Marks'ın "Filozoflar dünyayı yeterince uzun bir zamandır yorumladılar, artık onu değiştirmenin zamanı geldi." sözüyle anlamını bulan, anlayış modern düşüncenin temellerini oluşturmaktaydı.
Modernist ideologlara göre, bu çatışma ortamında paradigmasını değiştirmesi gereken geleneksel din olmuştur. Bu nedenle modern dünya karşısında kurallarının ve sisteminin değiştirilmesi gerekmektedir. Modernist dinî düşüncede vahiy, yaratıcının insan zihninde şekillenen buyruğu, varlığın hakikatine dair sorulara cevap vermekte ise de bunun yeni rasyonalitelere göre yeniden kurgulanması gerekmektedir.
SEKÜLER ZİHNİN HAKİKAT ARAYIŞI
İnsanın metafizikten kaçışından sonra, işlevselliği ve sınırları yeniden belirlenmiş kutsal da yeni hayata uydurulmaya çalışılmıştır. Bu dönüşüm toplumların içinde büyük tartışma ve çatışmalara neden oldu. Bu çatışmacı ortamda çok çeşitli gruplar ortaya çıktı. Bazıları kutsalı ve geleneği tamamen reddederek seküler ideolojiler ve hümanizm gibi yeni değerler arama yolunu seçtiler. Diğer bazıları ise parçalanmış bir bilinç ile, "çifte gerçeklik"li bir dünya görüşü tanımı kurguladılar. Bu kurgu ile modern ve dinsel değerleri bir araya getirmeye çalıştılar. Bunu yaparken din eski pozisyonunu kaybederek normlardan oluşan yepyeni bir olgu halini aldı, modern araçlarla ve zihin altyapısı ile kurgulan din bir başka modern ideoloji haline geldi. Bu süreç –özellikle– İslam toplumlarında büyük dönüşümlere neden oldu ve modern dünyaya karşı tepkisel ama kendi içinde modernleşmeci bir ideoloji haline geldi. Bu da modernleşme sürecindeki dinî düşüncenin en önemli çelişkisi olarak ortada durmaktadır.
Bediüzzaman Said Nursi'nin eski, yeni Said dönemleri diye adlandırdığı ve birincisinden tevbe etmesi tam da bu bakış açısının insan eylem ve davranışlarına, olması gerektiğinden fazla önem atfetmesindendir. Çoklukla onun eski döneminde siyasi işlere karışması gibi pratik nedenlerle açıklanmaya çalışılan bu dönüşüm aslında sekülerleşmiş veya daha hafif ifadesi ile parçalı bir bilince sahip modern Müslüman'ın İslam'ın özüne temel öğretiye dönme çabası olarak okunmalıdır. Said Nursi özetle; "[dünyevi] sebeplere dalmış eski Said, kamere [aya-normative bilgi ve pratiğe] âşık olmuş; kamer [ki], güneşten [mutlak hakikat-Allah] aldığı ışığın gölgesini yansıtır. Fakat, o [insan], o nur ile yalnız kameri görür, güneşi göremez." ifadeleri ile modern dünyada sekülerleşmiş zihnin, normatif ve dolaylı hakikat arayışlarını eleştirmektedir.
İslamcılığın temel kaygısı olan hakikati ve onu temsil eden normların modern dünyada uygulanabilirliği, bu dünyaya ait olup olmaması konusu ise pratikte kanıtlanması gereken bir olgudur. Bu tanımlama Mehmet Akif'in "Doğrudan doğruya Kur'ân'dan alıp ilhamı/Asrın idrakine anlatmalıyız İslam'ı" ifadelerinde kendini gösterdiği gibi normative olguların pratikte kanıtlanması gereği ile örtüşmektedir.

24.08.2012

*Columbia ve Süleymanşah üniversiteleri öğretim üyesi

6 Mayıs 2011 Cuma

En Büyük Devrimci Peygamber´dir.





Atasoy Müftüoğlu ile söyleşi











Aynur Erdoğan: Modern dönemde İslam dünyasına ilişkin genel bir soruyla başlayıp sizin deneyimlerinizden faydalanmak adına özel sorulara gitmek istiyorum.
 

Atasoy Müftüoğlu: Tabi, sağolun.

Malumunuz, son bir buçuk asırdır İslam Dünyası batılı bir meydan okumayla karşı karşıya. Bu sırada İslam Dünyasında Sudan'dan Hindistan'a, Mısır'dan Fas'a bu taarruzlara karşı belli cevaplar üretilmiş ve direniş hareketleri ortaya çıkmış. Ama günümüzde, gerek Türkiye'de gerek batı dünyasında, hem düşünce hem eylem olarak üretilen bu birikimi bir perdenin arkasından sisli bir şekilde, biraz da çarpıtılmış bir imaj olarak görüyoruz. Bunu neye bağlıyorsunuz?

Tabii öncelikle tasrih edilmesi gereken bir husus var; konuşmadığımız, tartışmadığımız, gündemimize girmeyen bir konu. Biz bütün dünyada ve İslam coğrafyasında halen, son birkaç yüzyıldan beri yoğun bir şekilde tahakküm üreten bir dilin, bir algının, bir mantığın, bir dünya görüşünün ve hayat tarzının baskısı altındayız. Bu tahakküm üreten dil bizi zihnen baskılıyor ve zihnen hasarlı hale getiriyor.
Yani biz şu anda hasarlı bir zihinle dünyadayız. Çünkü bu tahakküm üreten dille henüz hesaplaşmadık.

Bu yönde bir bilinç oluşmaya başladı sanki...
Bu dile yönelik eleştirilerimiz var. Fakat bunlar daha çok duygusal eleştiriler, tepkiler. Yani bir gerçeklik haline dönüşmüyor. Zaten bu bizim tepkilerimiz bir gerçekliğe dönüşmüş olsaydı bu tahakkümden bağımsızlaşmış olacaktık. O açıdan biz şu anda bu tahakküm üreten dilin sınırları içerisinde kendimize bir gelecek arıyoruz. Bu bağlam bize ait bir bağlam değil. Yani bu bağlam, bu tahakküm üreten dilin, söylemin, dünya görüşünün, hayat tarzının bağlamı; Hıristiyan-Yahudi geleneğinin bir ürünü.
İslam Dünyası batıda üretilen her şeye karşı mı olmalıdır?
Tabi bu batıda olan her şeyin cahili olalım anlamına gelmiyor. Batıda kötü şeyler olduğu gibi iyi şeyler de olabilir. Doğuda iyi şeyler olduğu gibi kötü şeyler de olabilir. Doğu-Batı gibi bu ikili karşıtlıklar İslam'ın reddettiği karşıtlıklardır. Bütün bir yeryüzü, bütün bir arz Allah'ın ve biz bütün bir arza, insanlığa karşı sorumluyuz. Dolayısıyla bu ikili karşıtlıklar daha çok sömürge mantığı ile icat edilmiş karşıtlıklar. Tabii ikili karşıtlık olunca, rekabetler, çatışmalar, gerilimler de gündeme geliyor. Bu noktadan bakılınca biz hala bu tahakküm üreten dilin etkisi altındayız. Bu kavramı çok önemli buluyorum; tahakküm üreten dilden özgürleşmedikçe, bütün bu sizin sözünü ettiğiniz direniş, bağımsızlık mücadeleleri, "demokrasi" –tırnak içinde söylüyorum- mücadeleleri yine batının lehine kaydedilecek şeyler. Nitekim, Berlin duvarının yıkılışından sonra tarihin sonu gündeme gelmişti biliyorsunuz...

Evet.

O batının nihai zaferi anlamına geliyordu. Ancak aynı günlerde İran'da İslam devrimi olunca bu defa tarihin henüz sonunun gelmediği; yeni bir alternatifin, dünya görüşünün, hayat tarzının olduğu gündemimize girdi. Fakat İslam devrimi, kendisini bir mezhebe kapattığı için bütün bir ümmet için yeni bir çözümlemeyi üretmeyi başaramadı. Başlangıçta böyle bir umut taşıyor idik.
İRAN'IN NÜKLEER GÜCÜ TARTIŞMALARI DEVRİMİN RÖVANŞI
Ama aslında İslam Devriminin kendisinin modern dünyaya bir alternatif olduğunu söylüyorsunuz.
Gayet tabii. Zaten bugün İran'la ilgili nükleer tartışmalar başka bir şeyi yansıtıyor; batı İran'dan rövanşını almak istiyor. Ama İran dünyanın, İslam Dünyasının dikkatini çekebilecek bir yanıtlar çerçevesi üretmeyi başaramadı.

İran'ın kendi mezhepsel bağlamında kapalı kalmasının yanı sıra, bunda bizim İran'a bakış açımızın da etkisi olabilir mi?

Gayet tabii. Bugün, 21. yy.da bizlerin Müslümanlar olarak halen mezhep bağlamında konuşuyor olmamız büyük bir utanç vesilesidir. Yani mezheplerin gündeme gelmemesi gerekirdi. Ortak bir ümmet dilinin ortaya çıkması gerekirdi. Yani küresel bir Müslümanın bir mezhebe, bir etnik aidiyete, bir yerelliğe, bir kişiye kapanması kadar büyük bir talihsizlik olamaz.

İran-Osmanlı sürtüşmelerinde görüldüğü gibi toplumların birbirine mezhep zaviyesinden bakmasının tarihsel bir arka planı mı var?

Gayet tabii. Evvela siz zaten bir mezheple tanımlanıyorsanız kendi kendinizi engelliyorsunuz demektir. Bir ümmet birlikteliğinden ayrılıyorsunuz demektir. Kendinizi herhangi bir yerelliğe kapatıyorsunuzdur. Bu mezhepsel anlamda da olabilir siyasal anlamda da olabilir pekala. Biz kendimizi, oraya karşı kapattık. Yani İslam dünyası İran diye bir yerin varlığından devrimden sonra haberdar oldu. Bunu Kerim Sıddıki eserlerinde itiraf ediyor. Kendisi bir siyaset felsefecisiydi, iletişim bilimciydi. Böyle bir adam bile İran'ın farkına devrimden sonra vardığımızı itiraf ediyor.
O süreçte toplumların yaşadığı modernleşme ve uluslaşma deneyimi de parçalayıcı bir etki yapmadı mı?

Modern kırılmanın kuşkusuz etkisi var. Tabi burada sorun şu; bugün modernite evrenselleşiyor. Biz farkına varalım ya da varmayalım. Hatta bizi de içine alacak şekilde evrenselleşiyor ve melez, kozmopolit bir dünya oluşuyor. İletişim, enformasyon devrimi sayesinde zaman ve mekân sınırları aşılıyor. Böylece o küresel köy bir gerçekliğe dönüşüyor. Küreselleşmeye katılalım ya da katılmayalım bugün paylaşabileceğimiz çok önemli, olumlu sonuçları da oldu.
ULUS DEVLETLE HESAPLAŞANLAR MÜSLÜMANLAR OLMALIYDI

Ulusal sınırlar tartışılmaya başladı...

Mesela ulus devleti biz Müslümanlar sorgulayabilmeliydik. Ulus devletin mukaddeslerini bizler yargılamalıydık ve reddetmeliydik. Fakat düşünebiliyor musunuz, ulus devlete mahkum olduğumuz, edildiğimiz gibi sonra din aracılığıyla ulus devletleri takdis etme görevini de üstlendik Müslümanlar olarak. Ulus devletin bugün en sıkı takipçileri Müslümanlar. Vatan, millet, devlet bağlamında bütünüyle takdis ediyorlar. Hâlbuki bugün küreselleşme ne yaptı? Ulus devleti tartışılabilir hale getirdi. Daha önemli bir şey daha yaptı; özellikle İslam Dünyasında dokunulmaz kılınan, takdis edilen, mutlaklaştırılan devlet algısını da tartışılabilir hale getirdi. İslam Dünyasında devlet karşısında toplum yoktu, birey hiç yoktu. Şimdi kimi sivil toplum kurumları aracılığıyla, sivil toplum devlete karşı inisiyatif kazanıyor. Fakat küreselleşmeden yararlanıyor, farkında olmaksızın. Küreselleşme böyle hazır bir düşünsel zemin sunuyor. Hâlbuki ulus devletle hesaplaşmayı biz yapmalıydık. Şimdi modernleşme evrenselleşiyor. İşte melez, kozmopolit bir dünya var. İslam kozmopolisizmden rahatsız değil. Çünkü geçmişte örneğin İstanbul kozmopolit bir metropoldü. Biz bunlardan rahatsız değiliz.

Küreselleşmenin bütün kültürlerin lehine geliştiğini söyleyebilir miyiz?
Hayır, tabii ki. Küreselleşme yoluyla güçlü kültürler güçsüz kültürleri ilhak ediyor ya da etkisiz hale getiriyor. Televizyon, internet, medya, sinema, tiyatro vs. yoluyla güçsüz kültürleri eritiyor, zayıflatıyor, güçsüzleştiriyor, marjinalleştiriyor hatta gayrimeşru hale getiriyor.

Bugünlerde Ortadoğu'da meydana gelen gelişmeleri de bu kanallar aracılığıyla izliyoruz...

Evet. Bu sebeple olaylar hakkında biz daha çok yüzeylerde gördüklerimiz etrafında konuşuyoruz. Yüzeyleri görmek kolaydır, yüzeysel olanı herkes görür. Yüzeyleri bir kamera, fotoğraf makinesi görür. Bunun için bir uzman olmaya gerek yoktur. Ama aslolan derinlikleri görmektir. Olayları hazırlayan derinliklerde ne olduğunu görmektir.

Biraz önce bahsettiğiniz o küreselleşme resmi içinde Ortadoğu'daki bu olayları nereye yerleştiriyorsunuz?

Arz edeyim: Derinliklere inmek için bir ışığa ihtiyacımız var.

Bu ışık nedir?

Tarihsel, kültürel dinamikleri çok iyi bilmek ve okumak; 20. yüzyılı hazırlayan dinamikleri hatırlamak; bir de küresel çağda nerede yaşıyor olursanız olun yerel bağlamda cereyan eden her olayın küresel bağlamdan hareketle değerlendirilmesi gerektiğine ilişkin bir gerçekliğin farkında olmaktır. Buradan hareketle şöyle bir noktaya gelebiliriz; bugün Mısır'da, Tunus'ta, diğer Mağrip ülkelerinde bu isyanı hazırlayan kitlesel gösteriler daha çok genç kuşakların öncülüğünde ifadesini buluyor. Yani burada sosyolojik ve tarih felsefesi yorumuna ihtiyacımız olduğumuz gibi bir demografik yoruma da ihtiyacımız var. İslam dünyası toplumlarında bir tarih felsefesi çözümlemesi yok. Çünkü tarihi bir hamaset olarak, kahramanlık tarihi olarak algılıyoruz.

HAMASET YERİNE TARİH FELSEFESİ PERSPEKTİFİ KAZANMALIYIZ

Ben cumartesi günü bir yerde konuşma yapıyordum, bir örnek verdim; bir dizi sebebiyle Müslümanlar tepkiler gösterdiler. Gösterilen tepkilerin istisnasız tümü tarihsel gerçekliği yansıtmıyordu, utanç vericiydi, tamamen duygusaldı. Hiçbir tarihsel içerik söz konusu değildi. Tarihe eleştirel olarak bakmak için bir tarih felsefesi perspektifimizin olması lazım. 1) Böyle bir perspektife ihtiyaç var. 2) Sosyolojik bir terbiyeye, duyarlılığa ya da bilince ihtiyaç var. 3) Olayları küresel bağlama yerleştirmek gibi bir dikkate ihtiyacımız var. Şimdi burada küresel bağlam nedir, enformasyon, bilgi, küreselleşme çağında bütün toplumları doğrudan etkileyen bir gerçeklikle karşı karşıyayız. Buna direnemiyoruz, yanıt veremiyoruz ve içe kapanıyoruz. Zaten İslam toplumlarının içerik üretememek gibi bir sorunları var. İçeriği merkez üretiyor, taşra, merkez tarafından üretilen şeye mecbur ve mahkûm ediliyor. Örneğin demokrasi konusundaki tartışmalar bu konuda örnek olarak verilebilir. Şimdi bu internet, enformasyon çağında bilgiyi kontrol edebilecek, bilginin mahiyetini çözümleyebilecek bir bilince de sahip değiliz. Üretilen bilginin niteliği konusunda bir eleştirel dikkatimizin olması gerekiyor, Müslümanlar olarak. Çünkü bilgi o başta sözünü ettiğim tahakküm üreten sömürgeci zihnin bir parçası. Dolayısıyla bu bizim zihnimizi de sömürgeleştiriyor. Sömürgeleştirilen zihin kendisine vaziyet eden iradeyi çözümleyemiyor. Ancak bağımsızlaşması halinde bunu çözümleyebilir. Şimdi bu gösterilerin ortak bir özelliği var.

GÖSTERİCİ GENÇLERİN PRAGMATİK VE DEMOKRATİK TALEPLERİ VAR

Bu gösterici gençler televizyon, medya vs. aracılığıyla neo-liberal demokratik dünyayı görüyor ve öyle olmak istiyor. Orayı kıskanıyor, oraya öykünüyor ve orada olmak istiyor. İmkan bulsa oraya gidecek, imkan bulamıyor, kısıtlanmış bir ülkede yaşıyor. Dolayısıyla bu kitlelerin talepleri pragmatik ve demokratik taleplerdir.

Bir ideolojik bağlamları var mı?

Yok. Çünkü İslami talepleri yok. Bizi bu nokta ilgilendiriyor. Gerçi şu da ilgilendiriyor: -haksızlık etmeyelim- Yani Müslüman olmak demek, adalet sahibi olmak demek. Bir değişim ve dönüşüm talebi var. Bu değişim ve dönüşüm talebinin içeriği konusunda konuşmamız gerekiyor Müslümanlar arasında. Örneğin bu cereyan eden olayların devrim olduğuna dair bir takım spekülasyonlar var. Ortada bir devrim filan yok. Hatta yakın bir gelecek için bile bir devrim öngöremeyiz. Çünkü devrimin olabilmesi için önce bir zihinsel devrimin olması gerekiyordu. Biz şu anda zihinsel sömürge dönemini yaşıyoruz. Yani bir devrim olacaksa eğer, zihinsel bir düzlemde bunun gerçekleşmesi gerekiyor.

KENDİMİZİ NEO-LİBERAL DİKTATÖRLÜĞÜN KUCAĞINA ATIYORUZ

Yapısal bir dönüşüm de talep etmiyorlar?

Hayır. Kişiler değişiyor. Ha biz bunu takdirle karşılaşıyoruz. Fakat şu tür çelişkilerimiz var: Bir siyasal diktatörlüğü deviriyoruz, bu takdir edecek alkışlanacak bir şey. Diğer taraftan biz kendimizi neo-liberal diktatörlüğün kucağına atıyoruz. Neo-liberal diktatörlüğün biz diktatörülük olduğunun zaten ayırdında değiliz. Siyasal diktatörlüklere karşı önlem alabiliyorsunuz, çünkü o sizin fiziksel varlığınızı tehdit ediyor. Tavır alıyorsunuz, size düşman olarak, somut olarak karşınızda görüyorsunuz onu. Onun faşizmini görüyorsunuz, o faşizme maruz kalıyorsunuz, ona muhatap oluyorsunuz, o sizin hayatınızı doğrudan kısıtlıyor. Neo-liberal diktatörlüğü ise fark etmiyorsunuz, o sizin ruhunuzu yok ediyor.

Küreselleşme dediğiniz şeyin arkasında bu mu var?

Bu var tabii. O bizim ruhumuzu yok ediyor. Burada bir başka şeyi de önemli buluyorum. Ben bunun İslami çevrelerde tartışılmasını istiyorum. Belki sizin vasıtanızla tartışmaya açılabilir.

İnşallah. Nedir o?

Bu siyasal diktatörlükler ve neo-liberal diktatörlük yanında bizim içsel diktatörlüklerimiz var. Manevi ve ruhani diktatörler.

Bunlar kim?

Bunlar; şeyhler, üstatlar, manevi liderler, öncüler, rehberler, manevi rehberler, düşünsel rehberler vs. İslam Dünyasında bütün cemaat hareketlerinin liderleri tepeden iniyor. Hiçbirisini biz seçmiyoruz. Seçimden kastım demokratik seçim değil. Biliyorsunuz, ehliyet ve liyakatlilerin seçiminden söz ediyorum. Yani bir şuranın seçiminden söz ediyorum. Ehliyetli ve liyakatli bir meclis tarafından seçilmiş liderlerimiz yok. Onlar tepeden iniyor.

Dinî cemaatler içinde bile?

Tabii tabii. Onlar tepeden iniyor, tepeden inen herkes bizden kayıtsız şartsız itaat istiyor. Bunu da Kuran'ı sömürerek, daha doğrusu araçsallaştırarak yapıyor. Bugün İslam ve Kuran, cemaatin elinde rehin, çünkü her cemaat Kuran'ı kendi çıkarına göre yorumluyor. Yani keyfi teviller, çıkarımlar yapıyor. Dolayısıyla bu tepeden inen liderler 50-60 yıl ve bir ömür boyu liderlik yapıyorlar. Onların hiçbir tasarrufu, eylemi tartışılmıyor. Siyasal iradeler bizim canımıza kastederken bu manevi iradeler bizim bilincimize kastediyor. Çünkü siyasal diktatörler, toplumları sessizleştirirken, bu manevi ve ruhani diktatörlükler kendilerine tabi olanları düşüncesizleştiriyor.

Siyasal etkileri ne oluyor, cemaatlerini eylemsiz kıldıkları görüşüne katılıyor musunuz?

Gayet tabii. İradesiz hale getiriyorlar. Ben Marks'ın çok haksız olduğunu düşünmüyorum. "Din halkların afyonudur." diyor ve bugün bu bir afyon, narkoz olarak veriliyor. Demokrasi de bir narkoz. Şimdi Ortadoğu'da bu gençleri bu noktaya getiren şey şu; İslam Dünyasında İslami, entelektüel, akademik, bilimsel hareketler ve bu manevi hareketler bu gençlerin dünyasına nüfuz etmeyi başaramamış, gördüğümüz üzere. Onları kazanmayı, ikna etmeyi başaramamış.

Bu sebeple mi ideolojik bir bağlamları ve İslamî bir talepleri yok?

Şu anda İslam Dünyasının gündeminde -size pek çok isim sayabilirim, istisnaları neredeyse çok az- bütün Müslüman düşünürler, siyaset bilimciler, siyaset felsefecileri, Raşid Gannuşi'den Abdülvahhab el-Efendiye, geçenlerde vefat eden Cabiri'ye kadar herkes bir tek şey söylüyor. Burası çok önemli, hayati bir şey: 1) Demokrasi nihai bir mutabakat zeminidir. 2) Demokrasi nihai bir meşruiyet ve referans kaynağıdır.

Biraz daha demokrasinin ne zararı var ki?

Şimdi, demokrasi üzerinde tartışmalar yapabiliriz. Fakat biz Müslüman olmamız hasebiyle demokrasinin bir ahlak içermediğinden hareketle demokrasi eleştirileri yapıyoruz. Demokrasi bir ahlak içerseydi bundan teknik olarak yararlanıp yararlanamayacağımızı konuşabilirdik. Ahlak içermediğini şu noktadan hareketle söylüyorum; demokrasiler iyileri seçebileceği gibi kötüleri de seçebilir. Hırsızları seçebileceği gibi katilleri de seçebilir. Nitekim Bush'u, Blair'i seçti. Büyük katilleri demokrasiler seçti.

Diğer taraftan batı Ortadoğu'daki bu diktatörleri destekledi de. Bunu nasıl açıklıyorsunuz?

İşte, modern, endüstriyel uygarlık Ortadoğu'da petrol çıkarlarına gölge düşer endişesiyle bütün diktatörlükleri ve tiranları sonuna kadar destekliyor, onlara hayat veriyor. Onlar için demokrasi istemiyor. Fakat bu elektronik iletişim çağında, gençler bu demokrasiye yapılan ısrarlı vurgulardan etkileniyorlar ve demokrasi istiyoruz diyorlar. Kimsenin İslami bir talebi yok. Buradan çıkan sonuç şu; biz İslam Dünyasının artık içerik üretmesi gerektiğini düşündüğümüz bir zamanda bu defa yeni bir tarihin sonu dönemini idrak ediyoruz, yeniden mecbur ve mahkum ediliyoruz, Avrupa'nın –hâşâ- zaferine.

İslam dünyasının alternatif sunamaması, içerik üretememesi tarihin sonu ve Avrupa'nın zaferi anlamına mı geliyor?

Tarihin sonu, neoliberalizmin, demokrasinin, kapitalizmin ve sekülerizmin nihai başarısıdır. Düşünebiliyor musunuz, Protestan geleneğin bir parçası olan sekülerizm bugün evrenselleştirilmeye çalışılıyor. Yani bırakın İslam Dünyası ile ilgisini, Hıristiyan Dünyası ilgisi bile çok sınırlı bir gerçeklik, sekülerizm. Bugün Batı sekülerizmi tartışmaya başladı.
Onlar tartışıyor ama sekülerizm küreselleşiyor. Kürselleşmenin lokomotif gücü nedir?
Modernite tabii. Daha doğrusu; Amerikan ideolojisinin, modernitenin yeni bir biçimidir küreselleşme. Sınırlar ortadan kalkarken zaman ve mekan ötesi bir zemin oluşuyor. Evvela küreselleşme ekonomik bir gerçekliğin adı olarak ortaya çıktı. Yani serbest pazarın nihai anlamda devletlerin kontrolü dışına çıkması manasındadır. Serbest pazarın, tüketim toplumlarının putlaştırılması... Ama asıl tabii pazarın putlaştırılması anlamında idi küreselleşme ve nitekim öyle. Bütün toplumları bir kasırga gibi içine aldı. Bugün dünya çapında serbest pazarın bütün ürünlerinden pekala yararlanabiliyorsunuz. Ekonomi aracılığıyla başladı, daha sonra bu kültürel bir boyut kazandı. Kültürel boyutu da sekülerizmin, modernitenin, kapitalizmin ve seküler hayat tarzının dünya çapında örgütlenmesi, pazarlanması anlamında.
Küreselleşme ulusal sınırları esnekleştiriyor...
Tabii doğru, öyle yararlı bir yönü de var.

Ama öbür taraftan Müslümanın özel hayatına da nüfuz ediyor. Özellikle günlük hayatta kapitalist ekonominin görünümleriyle karşı karşıya kalıyor...

Tabii tabii.

Müslüman bireyin özel hayatında neyle karşı karşıya olduğunu biraz açar mısınız?

Tabi. Bunun için küreselleşmenin bir başka yanından söz etmemiz gerekiyor. Küreselleşme çağında kültürel bir İslamileşme sürecine girdiğimizi görüyoruz. Bu şu anlama geliyor; İslam dünyası hızla davasızlaşıyor. Demin siz ideolojik boyutu yok dediniz, ben ideoloji sözcüğünü çok kullanmıyorum; davasızlaşıyor. Israrla, yoğun bir şekilde davasızlaşıyor. Siyasal, kamusal alana yönelik iddialarından vazgeçiyor, çünkü bireysel dindarlık öne çıkıyor. Cemaatlerin gündeminde zaten bir siyasal mücadele yok. Cemaat hareketleri sadece masal, menkıbe, efsane unsurlarıyla ayakta kalmaya çalışıyorlar. Ayrıca cemaat hareketleri sözünü ettiğim gibi tepeden inme hareketler olduğu için, orada herhangi bir eleştirellik de ortaya çıkmıyor. Zaten İslam mirasında eleştirelliğe yer yok. Sadece kayıtsız şartsız itaatten söz ediliyor. Hatta birtakım Müslüman düşünürler biz de eleştiri yok deyip geçiyorlar. Bizde eleştiri var. Çok ciddi bir şekilde var.

Otantik anlamda mı söylüyorsunuz, eleştiri geleneği mi yok?

Geleneği yok, ama örneğin diyor ki Hz.Ebubekir "ben yanlış yaparsam ne yaparsınız" , "seni kılıcımızla düzeltiriz" diyorlar. Mesela biz bir cemaat liderine, -zaten cemaat lideri bize ben yanlış yaparsam ne yaparsınız falan diye sormuyor- bunu söyleyemiyoruz. O burası siyah diyorsa siyahtır, onun bir bildiği vardır diyoruz. Çünkü cemaat düşüncesizleştiriyor, arz ettiğim gibi. Düşüncesizleştiren bir cemaat, cemaat olmaktan çıkıyor ve bir sürüye dönüşüyor. Biz şu anda sürülere cemaat diyoruz. Cemaatler, sayılarıyla iftihar ediyorlar. Hâlbuki Kuranı Kerim bize sayılarımızla iftihar etmememizi söylüyor. Bizim niteliklerle var olabileceğimiz buyuruyor. Bu cemaatler sayılarıyla ve paralarıyla iftihar ediyorlar. Sayılarla iftihar ediyorlar fakat nitelik üretmiyorlar, içerik üretmiyorlar. Bir niteliğe zaten sahip değiller. Sayı üreten cemaatlerde bir tek entelektüele tesadüf edemiyorsunuz. Bağımsız düşünme yeteneğine sahip olan bir tek entelektüel yok.

EKONOMİK EŞİTSİZLİK ARTIYOR, ÖZGÜNLÜĞÜMÜZÜ YİTİRİYORUZ

Kültürel İslamileşme Müslümanları apolitik mi yapıyor?

Şimdi, kültürel İslamileşme, dindarlığın bireyselleşmesi gibi şeyler bizim mücadele alanından çekilmemiz sonucunu doğuruyor. Ve meydanı küreselleşmeye bırakıyoruz. Arz ettiğim gibi küreselleşmenin tartışabilir yanları olduğu gibi böyle bir katkısı da var. Örneğin bugün küreselleşme karşıtları son derece anlamlı bir mücadele veriyorlar. Ekonomik küreselleşme eşitsizlikleri çoğaltıyor. Kültürel küreselleşme ise toplumların kendi özgünlüklerini yitirmelerine neden oluyor. Biz de bütün merkezi özgünlüklerimizi yitiriyoruz. Biz artık tamamen tanınmaz hale geliyoruz. Örneğin Türkiye'de şu anda sadece bir tüketim devrimi yaşanıyor. Onun dışında başka bir şey yok. Hepimiz hızla bu neo-liberal iklimine girdik, onu teneffüs ediyoruz. Bu noktada da herkes demokrasiyi mutlaklaştırıyor.

Biz Guantanamo çağında yaşıyoruz. Eğer insan hakları diye bir şey olsaydı Guantanamo olmayacaktı. Eğer insan hakları diye bir şey olsaydı bugün Gazze tutsak kampı olmayacaktı. Eğer insan hakları diye bir kavram gerçek anlamda var olmuş olsaydı Ebu Gureyb olmayacaktı, katliamlar olmayacaktı, soykırım olmayacaktı. Dolayısıyla bu insan hakları kavramının bizimle bir ilgisi yok. Çok ilginçtir, Arundhati Roy, biliyorsunuz, Hindistan'da bir aktivist, küreselleşme karşıtı hareketin en önemli kadın aktivistlerinden bir tanesi. Biz Arundhati Roy'u, Küçük Şeylerin Tanrısı kitabıyla tanıyoruz. Arundhati Roy son altı aydan beri bu defa Keşmir mücahidleriyle birlikte hareket ediyor. Ve Keşmir sorununu, varsa eğer bir vicdani dünya -ki yok- bu vicdani dünyaya kazandırma mücadelesi veriyor.

Kendisi Hindu değil mi?

Evet. Buna rağmen onlarla birlikte görünüyor. Keşmir mücahitleriyle birlikte olduğu için geçenlerde evi taşlandı ve mahkemeye verildi. Şimdi çok ilginçtir, iki sene kadar önce Arundhati Roy Boğaziçi Üniversitesi'ne geldi. Boğaziçi Üniversitesi zaman zaman böyle küresel çapta muhalifleri, konferanslar için çağırıyor. Çok ilginç isimler gelip gidiyor, fakat bizim dünyamız çok takip etmiyor bu tür etkinlikleri. Örneğin Zizek, Naomi Klein geldi. O da çok ciddi bir aktivist. Şimdi, Arundhati Roy Boğaziçi Üniversitesi'nde şunları söyledi: "Sizinle bir adalet mücadelesi için birlikte hareket edebilir miyiz sorusuna yanıt aramak üzere burada bulunuyorum." diye başladı ve sonra dedi ki "Dikkat buyurursanız insan haklarından söz etmiyorum. Söz etmiyorum, çünkü insan hakları söylemi büyük şirketlerin hakları anlamına gelir." dedi.

Sizce de böyle mi?

Evet, insan hakları kavramı gerçekten büyüklerin hakları anlamına geliyor. Ve kendi ülkesinden bir örnek verdi. "Siz," dedi "2002 de Gucerat'ta ne olduğunu biliyor musunuz?" Boğaziçi akademiyasına soruyor. Çünkü bizim dikkatimizin nereye yoğunlaşacağına bizim dışımızda birileri karar veriyor. Naomi Klein Şok Doktrini kitabında nasıl düşündüğümüzü değil, nasıl düşündürtüldüğümüzü anlatıyor. Örneğin gündemimizde her gün diyelim ki Filistin, bugün Libya var. Örneğin şu saatlerde Libya ile ilgili gösteri yapacak İHH. Türkiye'de Guceratla ilgili bir gösteri olmadı.

İNSAN HAKLARI SÖYLEMİ SÖMÜRGECİLİĞİN MASKESİ

Ne oldu Gucerat'ta?

Gucerat'ta direnişçi, muharib olmayan 3000 masum Müslümanlar katledildi. Kadınlar, çocuklar, yaşlılar katledildi Gucerat'ta. Gucerat'taki katliamın hesabını Arudhati Roy soruyor: "Bu batının politik hafızasında niçin yer almıyor?" Çünkü bizler şu anda, modern endüstriyel tarihte sadece ve sadece istatistik malzemesi olarak görünüyoruz. Bizim serüvenimiz, batının kültürel hafızası bunu konu edinmiyor. O açıdan o sözünü ettiğimiz kavramların, halen sürmekte olan sömürgeciliğin maskesi olduğunu bilmek gerekiyor. Bunlar maske kavramlar. Demin de arz ettiğim gibi batının ürettiği her şey kötü değil. Eğer bunlar insan hakları konusunda samimi olsaydılar, örneğin Gazze ile ilgileniyor olacaklardı. Guantanamo'da masum çocuklar hala var. Ömürlerini gençlik yıllarını orada geçirdiler, onların serüvenleri hakkında hiçbir şey bilmiyoruz. Dolayısıyla bu kavramlar, sömürgeci projenin bir parçası olan kavramlar, masum kavramlar değil.

Demokrasi kavramı da mı masum değil?

Evet. Demokrasi de bunlardan bir tanesi. Batı demokrasiyi kendi çıkarları söz konusu olduğunda istiyor. Ama demokrasilerin kesinlikle İslam'ı seçmelerini istemiyor. Şimdi Mısır'daki gelişmeleri takip eden batılı gözlemcilerin gündemindeki soru: "Bu değişim ve dönüşümden bir İslam çıkar mı?". İslami bir gelecek çıkmayacaksa o zaman göstericileri destekleyecekler. Tam tahlil edemiyorlar şu anda, çünkü örneğin İhvan-ı Müslimin tam arafta, ne cennet ne cehennem diyor. Çok açık konuşmuyor, muğlak konuşuyor, bir irade ortaya koyamıyor, bağımsız bir dile sahip değil, kendi kelimeleri yok. Kendi projeksiyonu yok, kendisini yenilemeyi başaramıyor. İhtiyar bir örgüt, gençlerle ilişki kuramıyor. Daha doğrusu İslami entelektüel hareketler, Kuran'ın ve İslam'ın 21. yy. ile nasıl ilişki kurabileceği noktasında henüz çözümlemeler yapamıyorlar. Bugünkü sorunumuz bu. Biz hala geçmişte yaşıyoruz. Bir türlü bugüne gelemiyoruz. Bugünü çözümleyemiyoruz. Geçmişte yaşamak kolay geliyor bize. Geçmişte ne olup bittiğini tartışıyoruz. Hâlbuki biz bugün "Geçmişte ne oldu?" değil, "Bugün ne olmalı?"yı tartışmak durumundayız.

Bu sebeple mi "vakti kuşanmak" diyorsunuz?

Evet. Vakti kuşanmak, zamanın bilincine varmaktır. Örneğin ben sizin kuşaklara diyorum ki, siz bu üstatları, liderleri, başkanları, abileri sorgulayın. Genç kuşakların üstatlarına da eleştirel bir dikkatle yaklaşmaları gerekiyor. Hakaret etmeden, iftira etmeden bu akımları eleştirmeli genç kuşaklar. Ben sizi yetmiş yıl öncesinin yaklaşımlarına davet edemem, bu yanlış. Yüzyıl öncesinin yaklaşımlarına davet edemem, bu yanlış. İki yüzyıl öncesinin, iki yüzyıl önce ne olup bittiğini bir genel duyarlılık çerçevesinde öğrenmek durumundasınız ama ayrıntıları bilmek durumunda değilsiniz.

İhvanı Müslimin örneğinde Hasan El- Benna'nın düşüncesi ve hareketi o dönem için çok anlamlı...

Çok anlamlı. Her düşünürü, her üstadı kendi tarihsel bağlamı içerisinde değerlendirmek gerekir. Bizim yazdıklarımız yarın hiçbir şey ifade etmeyebilir. Örneğin yine konuşmamız gereken çok daha önemli bir şey daha var. Ben bu cemaatlerden bir tanesine neo-nurculuk diyorum. Neo-nurculuğa yönelik dört tane eleştirim var: 1) İslamı millileştiriyor, 2) ehlileştiriyor, 3) müstekbirlerle birlikte hareket ediyor, aynı safta görünüyor, 4) bütün direniş mücadelelerini kayıtsız şartsız tahkir ediyor. Direniş mücadelelerinden İsrail ne kadar rahatsızsa neo-nurculukta bir o kadar rahatsız. Ben genç kuşakların bunları konuşması gerektiğini söylüyorum.

Bahsettiğiniz küreselleşme politikalarına İslamın bu apolitik, sufî yorumu geçiş veriyor sanki?

Gayet tabi. Bir küresel Amerikan projesi olarak bugün İslam Mevlana'ya, Yunus Emre'ye, İbni Arabiye, Said Nursi'ye göre tanımlanıyor. Bugün İbn Arabi, Mevlana, Yunus aramızda yaşıyor olsa, bugüne hiçbir katkıları olmayacak. Bugünün dünyasını yeni baştan ne yapmaları gerektiği noktasında çözümlemeleri gerekecek. Biz bu adını söylediğim kişilerin eserlerinden bilgelikler ve ahlaki ilkeler bağlamında yararlanabiliriz. Ama onların bugün vereceğimiz siyasal mücadeleye ilişkin bir önerileri olamaz. Gerçi zaten İslam dünyasında siyasal mücadele gündemde değil. Bir folklorik ve dindarlık söz konusu. Mevlana'ya, Yunus'a, İbni Arabiye göre din tanımı yapmak yerine geçmişte yaşayan bu isimlerin nassların ışığında yeniden değerlendirilmeleri gerekir. Bunları yeniden değerlendirmek bunları okumayalım anlamına gelmez. Bunları reddedelim anlamına da gelmez. Bunların yeni eleştirel bir dikkatle okunması anlamına gelir. Biz bunları putlaştırmamalıyız.

Bu noktada yeni düşüncenin oluşturulmasında geleneğin etkisi ne olur sorusu geliyor insanın aklına?

Geleneğin de bir eleştirel seçiciliğe ihtiyacı var. Bütünüyle reddetmemeliyiz, bütünüyle kabul de etmemeliyiz. Bugün İslam algısı bütünüyle geleneğe göreneğe dönüşmüş durumda. Din gelenek, görenek anlamına geliyor. Gelenekçilik, görenekçilik, muhafazakarlık, konformizm, tarihçilik, coğrafyacılık, vatancılık toprakçılık, bayrakçılık... Hepsi dinle özdeşleşmiş durumda. Din de bir folklora dönüşmüş, folklor bir din haline gelmiş durumda. Yani böylesine derin bir çelişki yaşıyoruz. Sizin kuşaklar bütün bunları sorgulayabilmeliler. Sorgulayabilmeleri için öncelikle zihinsel cesarete ihtiyaçları var. Yani genç kuşakların üstatlara yönelik olarak "Efendim ne buyuruyorsanız öyle." dememeleri gerekiyor, çünkü gördük ve yaşadık ki, üstatlarımız da yanlış yapabilirler. Yapıyorlar nitekim. Diyorum ki, bu üstatları incitmeden onlarla en güzel dille konuşarak, onları da sorgulayabilmeliyiz. Bir örnek arz edeyim sizlere; Necip Fazıl'ın Adnan Mendres'e yazdığı mektuplar kitap haline geldi. Bu mektuplardan bir tanesinde merhum Necip Fazıl Menderes'e "Mübarek ellerinizden dudaklarımı derinize raptederek, ebediyen sökülmemek üzere öperim" diyor. Şimdi diyorum ki gençlere; böyle bir mektubu başbakana bir partinin ilçe başkanı, il başkanı, bir milletvekili yazabilir, bakan olmak için. Ama bir dava adamı yazamaz. Dava adamı yazıyorsa eğer bu mektubu, o zaten dava adamı filan değildir. Bunların değerlendirilmesi gerekiyor. Bu tabi Üstada hakaret anlamına falan gelmez, ama gençler bir şekilde kendilerini takdir ettikleri üstadlarını bir süre sonra efsaneleştirilmiş olarak buluyorlar. Birisini efsaneleştiriyorsanız zaten o örnek olmaktan çıkıyor. Hâlbuki bunların olumlu örnekler olarak bizim hayatımıza girmesi gerekiyor. Sizin kuşakların ufkunu kendi seçtikleri üstatlar kapatıyor. Sizin kuşakların, ufkunuzun hiç kimse tarafından kapatılmayacak şekilde bir bilinç teyakkuzu içinde olması gerekir.

Şöyle de bir açmaz var hocam; modernizmin etkisiyle Marks'ın dediği gibi, "katı olan her şey buharlaşıyor." Özellikle aşırı liberalleşmeyle birlikte elimizdeki bütün müeyyedeler, sabiteler bir bir uçuyor. Geleneğin de değerleri, sabiteleri korumak ve aktarmak türünden bir işlevi var. Dolayısıyla bu cemaatlerin bu tür olumlu bir rolü söz konusu. Eleştirmeye ve atmaya başladığımızda nerede duracağımızı bilmiyoruz. Nasıl bir denge kuracağız?

Tabii, evvela cemaatleri İslami bağlamda kendilerini yapılandırmaya davet edeceğiz. Cemaat liderlerinin ebedi şef olmadıklarını söyleyeceğiz. Onların dokunulmaz olmadıklarını, dokunulabilir olduklarını söyleyeceğiz. Onlar yanlış yaptıklarında, onların sorgulanması gerektiğini söyleyeceğiz. Cemaat liderlerinin ebedi şef olmadıkları için yaptıkları hatalar sebebiyle düşürülmeleri gerektiğini söyleyeceğiz. Şu ana kadar İslam dünyasında hiçbir cemaat liderinin "Efendim ben bugünün gerçekliğiyle yüzleşemedim, bunları sorgulayamadım. Affedersiniz, başarılı olamadım, ben çekiliyorum." Dediğini duymadık. Ya da cemaat tarafından sorgulanarak, görevine son verilen, yani bir darbeye maruz kalan birisi yok. Ya da diyelim ki müşavere geri çekilmeye ikna edilen birisi de yok. Bunlar ölünce yerlerine ya oğulları geçiyor ya damatları geçiyor. Diğer diktatörlüklerden bunun hiçbir farkı yok. Dengeyi, bu cemaatleri İslami anlamda yapılandırarak, cemaati gerçek kılmaya davet ederek kurabiliriz. Örneğin cemaat lideriyle cemaat mensubu arasındaki ilişki özne-nesne ilişkisi olarak somutlaşıyor. Hâlbuki Peygamber (a.s)'in Müslümanlarla ilişkisi özne-özne ilişkisiydi, onlara saygı duyuyordu, onlarla görüş alış verişinde bulunuyordu. Cemaat lideri bizimle görüş alış verişinde bulunmuyor, bize dayatıyor. Sizin görüşünüzü merak etmiyor. Duyarlılıklarınızı merak etmiyor, sizin bir potansiyeliniz olup olmadığını da merak emiyor, size sadece bir eşya, mal, sayı muamelesi yapıyor. Dolayısıyla biz bu dengeyi, bu cemaatleri İslamileşmeye davet ederek kurabiliriz. Çünkü bu yapılanmalar ahlaki yapılanmalar değil.

Türkiye de dinin referans alınarak yapıldığı siyaset biçimine genelde muhafazakârlık deniyor veya denmesi isteniyor...

Tabii, denmesi isteniyor.

Bu durumda İslamcılıkla, muhafazakârlık- milliyetçilik arasındaki fark nedir?

Evvela, hemen şunu hatırlayalım: "İki günü bir olan ziyandadır." buyruluyor. Peki, iki günü bir olan ziyandadır algısıyla muhafazakârlık arasında ne gibi bir ilişki olabilir? Size çünkü her gün yeni bir hayat bahşediliyor, bu müthiş bir şey. Her gün yeni bir hayata uyanıyorsunuz. İki günü bir olan ziyandadır buyrulurken siz muhafaza etmeye yönlendiriliyorsunuz. Muhafaza edeceğimiz şeyler var, fakat bu felsefi anlamda konformizm haline geldiğinde, yani alışkanlıklarımıza mahkum olduğumuzda büyük bir zihinsel çölleşmeye neden oluyor. Tekdüzelikler, basmakalıplıklar, alışkanlıklar din haline geliyor.

YARGILAMADAN ANLAMAYA ÇALIŞMALIYIZ

Örneğin görmediğimiz bir şeyi biz haram telakki ediyoruz. Hindistan'a gitmiştim, onlar ayakkabılara mesh ediyorlar. Bunu bir tartışma konusu yapmamak, anlamaya çalışmak gerekiyor. Yani ümmetin pek çok rengi, yorumu olduğunu biliyorsunuz, eğer temel bir sapkınlık, inhiraf yoksa ilke olarak yapacağımız şey, bu farklılıkları yargılamak ve reddetmek yerine bunları ortaya çıkaran tarihsel, kültürel nedenleri anlamaya çalışmaktır. Anlamaya çalıştığımız takdirde bunlar bizim için sorun olmaktan çıkabilir. Örneğin bugün Şiilik, Sünnilik, Selefilik, Vahhabilik gibi farklı yorumlar arasında bir çatışma var. Biz bu çatışmayı ortadan kaldırabiliriz. Bu yorumları ortaya çıkaran o tarihsel, kültürel koşulları irdelediğimizde, analiz ettiğimizde, anladığımızda, o dönemlerin hassasiyetlerini kavradığımızda bunları sorun olmaktan çıkarabiliriz. Ben kendimden örnek veriyorum; benim hem Sünni hem Selefi hem Vahhabi hem Şii yanım var. Çünkü kendi dönemimizde biz bütün bu İslam Dünyasındaki uyanış hareketlerinin öncü sözcülerini takip etmek durumundaydık. Dolayısıyla Şeyh Cemaleddin'den yararlandığımız gibi Ali Şeriati'den de yaralandık. Muhammed Abduh'tan yaralandığımız gibi Muhammed İkbal'den de yararlandık. Hasan el Benna'dan yaralandığımız gibi Malik bin Nebi'den de yararlandık. Burada sorun şu; bunları herhangi bir kalıba, klişeye sokmadan, düşünsel çerçevelerini hangi koşullar içinde ürettiklerini anlamak çok önemli. İsterseniz herkesi yargılayabilirsiniz ama anlama gayreti çabası İslam ahlakının temeli diğerkâmlığı getirir.

Peki, İslamcılığın farkı ne muhafazakârlıktan? Muhafazakârlığın karşısına devrimciliği mi koyuyorsunuz?

En büyük devrimci Peygamber (a.s.)'dır. Biz bugün her eğilimle uzlaşma çabası içindeyiz; kapitalizmle uzlaşmanın yollarını bulabiliyoruz. Liberalizmle, sekülerizmle, dünya istikrarı ile uzlaşıyoruz. Uzlaşmadığımız bir şey yok. Muhalefet yok, muhalefet bilinci yok, muhalefet ihtiyacı yok. Çünkü konformist bir kültürden geliyoruz. Konformist sürekli olarak meşrulaştırabilecek uygun yollar ve imkanlar bulabiliyor. Örneğin bugünkü diktatörleri aklımıza getirelim ya da muhalif hareketleri aklımıza getirelim. Mekke eşrafı, müşrikleri Peygamber (a.s)'e "bir sene sen yönet bir sene biz yönetelim." Diyorlar ve pek çok ödünler veriyorlar. Bütün bunları reddediyor Hz. Peygamber (a.s). Hâlbuki bütün bunlar rasyonel bir mantıkla bakıldığında barış, bir çatışmayı önlemek adına kabul edilebilir unsurlar olduğunu düşünebiliriz. Fakat O, yeni bir toplum, yeni bir dil, yeni bir siyaset, yeni bir dünya, yeni bir bağlam, yeni bir uluslararası algı için ilahi vahyin sınırları içerisinde kalarak tercihlerini yapıyor ve bütün bedellerini de ödüyor. Çünkü risk alması gerekiyor, uzlaşıda risk yok.

HZ. PEYGAMBER (A.S.) BİR MUHAFAZAKÂR DEĞİLDİ

Örneğin bugün hoşgörü diye muğlak bir kavram tarafından terörize ediliyoruz. Ben sizden niçin hoşgörü isterim? Size karşı bir yanlışlık yaparım, bir şekilde sizi incitirim, rahatsız ederim, rencide ederim, bir kötülük yaparım ve "hoşgörün, bağışlayın" derim. Bu hoşgörü kadar tehlikeli bir kavram yok. Ama şu anda bu hoşgörü dili bir propaganda malzemesi olarak kullanılıyor. Bu açıdan bakıldığında Hz. Peygamber (a.s.) bir muhafazakâr değildi. Hiçbir devrimcinin muhafazakâr olması düşünülemez. Yalnız devrimcilik geçmişe ait her ne varsa bunu yakalım, yıkalım manasına gelmiyor bu.

O zaman bir devrimcilik tarifi yapmak gerekiyor.

Devrimcilik yapısal, esasa ilişkin değişim anlamında kullanılıyor. Örneğin gerçek bir tarih felsefesi terbiyesine sahip olsaydık önce göreceğimiz şu olurdu; İslam bütün kültürleri yakalım, yıkalım demiyor. Daha İslam'ın ilk yüzyılında Müslümanlar bütün kültürlerle ve uygarlıklarla; Bizansla, İranla, Hint ve Çin uygarlıklarıyla karşı karşıya geliyorlar ve ilişki kuruyorlar. Fakat burada ilişkinin eşitler arasında bir ilişki olması çok önemli. Hâlbuki bugün tek uygarlık var, rakibi yok. Kime karşı hoşgörü, kiminle diyalog? Diyalog diyorlar örneğin, İslam uygarlığı bir nostalji olmaktan çıkıp, gerçek kurumlarına sahip olsaydı eşitler arasında ilişkiden bahsedebilirdik, diyalogdan bahsedebilirdik. Onun için Batı uygarlığı kendisine ait olanı size dayatıyor. Şimdi o ilk dönem Müslümanları yeni bir dünya, yeni bir siyaset biçimi, yeni bir tarih, yeni bir algı biçimi üretiyorlar. Bu defa dünyaya kendilerini teklif ediyorlar. Ve bu defa eşitler arasında bir ilişki başlıyor. İslam kendi bünyesine uygun olanı Hint'ten, İran'dan, Çin'den, Bizans'tan, Roma'dan alıyor. Onlara da kendi bünyesine uygun olanı veriyor. Böyle bir alış veriş var. Şimdi böyle bir alış veriş imkanı yok, çünkü biz bir şey üretmiyoruz. Neyi vereceğiz neyi alacağız, değil mi efendim? Yoksa uygun olan şeyleri pekala alabiliriz, Avrupa'da her şey kötü değil.

Bu bilinci, üretimi sağlayacak nasıl bir tarih felsefesi kurabiliriz?

Ben sizin kuşağa son beş yüz yılın, 1492'den sonrası dönemin bir tarih felsefesi yoğunluğu içinde çözümlenmesi çalışması yapmanızı öneriyorum. Bizim kuşakların böyle bir hassasiyeti yok. Bizim kuşaklar tarihi Orta Asya'dan Viyana'ya koşan atlar, mehter sesi, fetihler, Kanuni gibi büyük adamlar olarak algılıyor. Yani Kanuni dokunulamaz birisi değil, eleştirilemez birisi değil. Fetihleri konuşmak ayrı şey, padişahın kişisel zaaflarını tasarruflarını, ahlaki zaaflarını konuşmak daha farklı bir şey. Fakat asıl temelde konuşulması gereken hanedanlık sisteminin meşrulaştırılması sorunu. Sarhoş, deli, ahlaki zaafları olan aileden olduğu için hükümdar olabiliyor. Önce bunun konuşulması gerekiyor. Dolayısıyla bu eleştirel tarih felsefesine bizim çok ihtiyacımız var.

Neden 1492?

Batıdan biz o zaman geri çekildik ve o dönemden beri bizim medeniyete bir katkımız yok. Bütün kültürlere katkımızın olduğu dönemler oldu. Şu anda bir katkıda bulunmuyoruz. Bizim 21. yy. için bir programımız, önerimiz, vizyonumuz yok...

Arap dünyasına modelmişiz hocam...

Burada yine Naomi Klein'e dönersek, "Nasıl düşündüğünüz değil, nasıl düşündürtüldüğünüz önemli." diyor. Biz oraya niye model oluyoruz, çünkü bir başka bir mücadele değil "demokrasi mücadelesi" veriliyor. Avrupa Birliği'ne girmeye çalıştığımız için modeliz. Biz onları anlıyoruz. Yani Türkiye niçin Avrupa birliğine girmek istiyor, Avrupa değerlerini niçin yüceltiyorlar, Yahudi-Hıristiyan değerleri nasıl meşruiyet, nihai referans kaynağı oluyor; biz bunları anlıyoruz. Siyaset alanını biraz genişletmek için bunları kullanma ihtiyacı duyuyorlar.

Başka nasıl olabilirdi? Yani mesela Avrupa Birliği'ne ihtiyaç duymadan nasıl "demokratikleşebilirdik"?

İslami manada sorgulayan, düşünen, üreten, tartışan, reddeden, muhalefet eden, kararlılık gösteren, eylem iradesi ortaya koyan, kendi tercihlerinin öznesi olan bir kamuoyu oluşturmuş olsaydık ve bu kamuoyunun İslami talepleri olsaydı bunu pekala kendi değerlerimizle yapabilirdik. Kendi merkezi değerlerimiz şu anda gündemimizden düşmüş durumda, bunları kullanmıyoruz. Örneğin "tevhid" kavramı çok merkezi ve çok hayati bir kavram ama gündemimizde yok. Cihat, ümmet kavramı yok. Evvela ümmet kavramını cemaatler ortadan kaldırdılar. Ümmet projemiz yok. Onun için sizin kuşaklar, 21. yüzyıl insanının dikkatini nasıl çekebiliriz gibi sorulara karşılık bulmak zorundalar.

Diğer taraftan özellikle halifeliğin kaldırılmasından sonra çağı anlamaya çalışan, bu çağda nasıl yaşayabiliriz sorusuna cevap üretmeye çalışan bir İslamcı birikim var. İran'da bu birikim devrimle sonuçlanmış olsa da Türkiye'de sosyal yapısı gereği durum farklı. Türkiye'deki bu İslamcı birikimi nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu birikimi İslami bütünlük kavramının ışığında değerlendirmemiz gerekiyor. Bu sözünü ettiğiniz birikim, öncelikle temel, merkezi bütünlükten yoksun. Şöyle arz edeyim size; kimi cemaatler kendilerini yalnızca fıkhi temellerde yapılandırıyor, kimi cemaatler kendilerini sadece hikemi, yani tasavvufi temellerde yapılandırıyor. Kimileri kendilerini nostaljik, romantik, bir gelenek görenek temelinde yapılandırıyor, kimileri kendilerini iman-itikad bağlamında yapılandırıyor. Kimileri kendisini siyaset bağlamında yapılandırıyor. Şimdi biz İslami bütünlükten şunu anlıyoruz, İslami bütünlüğü bir tespih örneğini vererek, bu tesbihin her tanesini bir boyut olarak düşünüyoruz, bunlardan bir tanesi eksik olunca o bütünlük bozuluyor, bizde bu bütünlük bilinci yok. Örneğin fıkhi boyutla ilgilenenler hikmete, edebiyata yabancılar. Kuranı Kerim 'en güzel dil ile söyleyin' buyuruyor, edebiyat o açıdan önemli. Fakat İslami kesimlere sorarsan edebiyat lafıgüzaf, sanat-edebiyat ilgisi kadar boş bir ilgi düşünülemez. Tabii edebiyatla sanatın nasıl icra edildiği ayrı bir tartışma konusu. Yani bugün İslami edebiyat çevrelerinde, kişisel kanaatim, edebiyat ve sanatın tarihe tanıklık etmesi gerektiğini düşünenlerdenim ama kimi arkadaşlarımızda edebiyatın böyle tarihe tanıklık gibi bir sorunu olmadığını söylüyor, bunlar tartışılabilir.

ALLAH'I VE PEYGAMBERİNİ DEHŞETE DÜŞÜRENLER

Muhammed İkbal, evinin yakınında bir mescitte vaizi dinliyor ve Cavidname'de bir şiirinde "Vaizin söyledikleri Allah'ı da, Cibril'i de, Peygamber'i de dehşete düşürdü." diyor. Çünkü vaizin anlattıklarının Kuran ile uzaktan yakından ilgisi yok. Bir başka şey daha anlatayım size; İbn Rüşd Kurtuba'da hem siyaset adamı hem fakih hem müftü, hem edebiyatçı, hem tabip vs. gibi pek çok şeyi bir arada tutan bir kişiliği var. Bu çok önemli. Geçenlerde vefat etti, Şeyh Fadlallah da (Lübnan-Beyrut) da bir kuramcıydı, siyaset felsefesiyle ilgileniyordu, bir müctehitti. Şii olmasına rağmen dünyasını Şiiliğe kapatmamıştı. Bütün bir İslam dünyasına yönelik çözümlemeleri vardı. Kadın konusuna yönelik çalışmaları vardı. Geleneksel kadın algısını bütünüyle reddediyordu. O ataerkil anlayışı bütünüyle reddediyordu. Dünyanın önde gelen gazeteleri her hafta Şeyh Fadlallah'tan bölgenin o döneme ilişkin siyasal nabzını yansıtan siyasal çözümlemelere ilişkin yazılar istiyorlardı. Ve o da yazıyordu, belki hatırlarsınız. Şimdi o dönem İbn Rüşd dönemi Kurtuba'sının Avrupa'da çok büyük bir yankısı var. Çünkü o dönem Kurtuba'sında müthiş bir kültürel zenginlik var. Bütün alimler, bilginler ve entelektüeller o dönemin dünyasının ihtiyaçlarına yanıt vermek üzere düşünsel, kültürel, felsefi, entelektüel, mimari, politik içerik üretiyorlar. Avrupalı din adamları, felsefe adamları, İbn Rüşd bu konuda ne düşünüyor diye oraya gidip tartışıyorlar. Avrupalı zenginler, üniversite için bugün nasıl Amerika'ya gönderiyorsak, çocuklarını o zaman Kurtuba'ya gönderiyorlar. Şimdi o dönemde Kuzey Afrika'dan Berberi mollalar, o Muhammed İkbal'in bahsettiği Allah'ı, Peygamber'i dehşete düşüren tipten mollalar diyorlar ki gidip bakalım bu İbn Rüşd ne yapıyor. Gidiyorlar bakıyorlar ki İbn Rüşd'ün etrafında Yahudiler, Hıristiyanlar, Müslümanlar, Ateistler var. Onlarla çok büyük bir özgüvenle tartışıyor. Berberiler gelince dehşete kapılıyorlar, "Siz fazla aydınlamışsınız." diyorlar, bütün kitapları yakıyorlar. O tarihten beri içerik üretilmemiş Kuzey Afrikada, o tek çizgili din algısı sebebiyle. Burada bir miras olduğu doğru, fakat bu maalesef tek çizgili, tek boyutlu, tek renkli. Böyle bir geleneğimiz var. Bir de bu disiplinler arasında bir ilişki yok. Tasavvuf hukuktan bağımsız, hukuk da bizim içsel zenginliklerimizden, yani hikmetten, edebiyattan bağımsız. Örneğin felsefeye çok mesafeli bakan, kuşkuyla bakan bir geleneğimiz var. Hâlbuki bir felsefi terbiyeye de ihtiyacımız var. Felsefi bir yaklaşıma da ihtiyacımız var. Biz bu mirastan pekala yararlanabiliriz, bunlara kapalı kalmamalıyız. Fakat bunların mahiyeti konusunda seçici bir bilince sahip olmalıyız.

Biz pozitivist bir eğitim aldık. İslami eğitimi de geleneksel metotlarla ailemizden veya çeşitli mecralardan edindik. Böyle bir Müslüman gençlik, Avrupa merkezli paradigma karşısında nasıl bir beslenme içinde olmalı ki bu paradigmaya karşı koysun, bunun bilincine varsın, kendi bilincini inşa etsin?

Öncelikle bu paradigmayı iyi anlaması lazım. Aydınlanma dönemiyle birlikte başlayan bir tarihsel çözümleme yapmalı. Biz her ay kitaplar belirliyoruz, öğrencilere öneriyoruz. Ama öncelikle öğrencilerin temel bir İslami çerçeveye sahip olmaları gerektiğini düşünüyoruz. Bu sebeple başlangıçta buna yönelik kitaplar öneriyoruz.

Bu İslami çerçeve için neler okuyorlar?

Örneğin merhum İsmail Raci El Faruki'nin Tevhid kitabıyla başlatıyoruz. Diyoruz ki bu kitap herkesin cebinde olacak, bu kitabı maddi bilgi almak için okumayacaksınız, bu kitabı özümsemek üzere okuyacaksınız. Bu kitabı her gün bir sayfa, birkaç sayfa okuyacaksınız. Bu kitabı okuduktan sonra sizin bu kitaba katkılarınız neler olabilir, 'kitabı nasıl çoğaltabiliriz' e bir yanıt bulacaksınız. Trende okuyacaksınız, vapurda okuyacaksınız uçakta okuyacaksınız ama bunu özümseyeceksiniz. Ansiklopedik bilgi almak için okumayacaksınız, birincisi bu. İki, evinizde ya da yurtta yine İsmail Raci El Faruki'nin İslam Kültür Atlası. Onu başından sonundan, ortasından, ilgi duyduğunuz konulardan başlayarak, bir dünya görüşü, ufku ve perspektifine sahip olmak için okuyacaksınız. Onu da aynı şekilde özümseyeceksiniz ve çoğaltacaksınız. Bir de çantanızda bir Muhammed Esed meal-tefsiri olacak. Kuran'ı böyle muhatabı bastırmak için değil, bir tartışmada destek bulmak için değil, Kuran üzerine yapmak için değil anlamak ve yaşamak için okuyacaksınız.

Aylık programdan bahsettiniz. Önümüzdeki ay gençlere ne okumalarını önereceksiniz?

Christian Delacampagne'in 20. Yüzyıl Felsefe Tarihi. Bir de Reinhart Koselleck'in Kavramlar Tarihi. Sizin kuşakların bugün hesaplaşmayı düşündüğümüz kavramların etimolojisi, ontolojisi üzerinde durması gerekiyor. Bu kavramları doğuran bilgi felsefesinin temelinde ne var ve bu kavramlar tarihleri boyunca hangi gerçekliği yansıttılar ve ne yolla kullanıldılar. Çoğu kötüye kullanıldı bu kavramların. Yoksa, diyelim ki aydınlanma döneminin ürettiği kavramlar, örneğin özgürlük kavramı, eşitlik kavramı... bu kavramlar acaba gerçek manada özgürlüğün, gerçek manada eşitliğin ifadesi mi oldular yoksa onlar sömürgeci bir projenin parçası mı oldular. Şimdi genç kuşakların evvela bizi şu anda baskılayan kavramların tarihi üzerine bir bilince ve algı biçimine sahip olmaları lazım. Oradan başlamaları lazım.

Peki, farklı meslek gruplarından farklı günlük rutinleri olan insanlar karşımızda olsa şu an, onlara birgün içerisinde "mutlaka yapmalısın" diyeceğiniz neler olabilir?

Sorumlu, bilinçli davranın ve ahlaki sınırlar içinde olun, sınırlarınızın farkına varın diyebilirim. Herkes sınırlarının farkında olsun, sorumluluklarının farkında olsun, behemehâl ahlaki sınırlar içerisinde kalsın; çünkü biz ahlaki temellere hızla yabancılaşıyoruz. Ahlak yoksa İslam'ın varlığından bahsedilemez.

Neden özellikle gençleri muhatap alıyorsunuz?

Ben özellikle gençlerle konuşmak istiyorum. Çünkü onların bizim kuşakların yaklaşımlarını aşmalarının üzerlerine düşen tarihsel bir sorumluluk olduğunu düşünüyorum. Gençler bizim kuşakların yaklaşımlarını tartışmalı, eleştirmeli, sorgulamalı ve aşmalı. Bunu yapmalılar. Farzı muhal, sizin beni taklit etmeniz durumunda ne olur; siz de yetmiş yaşına gelirsiniz. Benim buna hakkım var mı? Sizi beni takip etmeye davet etmeye benim hakkım var mı? Hayır, böyle bir şey olamaz. Hatırlarsanız Hz. Ali, "Çocuklarınızı kendi döneminizin koşullarına göre değil, onların yaşayacağı dönemin koşullarına göre hazırlayın." buyuruyor. Müthiş bir uyarı. Bu, o koşullara teslim olsunlar anlamına gelmiyor. O dönemin koşulları karşısında dirensinler, hazır olsunlar anlamına geliyor. Yine belki siz bilirsiniz, kelamı kibar olabilir: "Çocuklar ebeveynlerinin değil, zamanın çocuğu olmalılar." denir.

Bununla birlikte didaktik bir eğitimden yana da değilsiniz?

Benim babam icazetli bir mollaydı, iyi eğitim almış bir imamdı, fakat otoriter birisiydi. Bana bir gün dedi ki: "Namazda eğer seni safta görmezsem vay haline!" Biz ailemizin baskıcı uyarılarıyla kıldığımız namazdan hiçbir zaman zevk almadık. Namazın bilincine kendi çabalarımızla vardık. Dolayısıyla genç kuşaklar, bu döneme ilişkin bir duyarlılığa sahip olmalılar ve bu dönemi takip etmeliler. Dünya neyi tartışıyor, haberdar olmalılar. Biz genç arkadaşlara diyoruz ki, behemehâl birkaç dilde, konuşacak, yazacak, tartışmaları takip edecek bir meraka sahip olun. Merak itkisi çok önemli. Fakat asıl önemli olan, Müslüman gençler şunu sormalılar; bizler Müslümanlar olarak küresel tartışmanın neresindeyiz, tartışmada var mıyız? Tartışmaya müdahil miyiz? Tartışmanın taraflarından birisi miyiz? Yoksa tartışmaların nesnesi miyiz? Üzülerek söylemeliyiz ki tartışmaların nesnesiyiz, tartışmaya müdahil değiliz çünkü. O halde sizin kuşaklar tartışmaya katkıda bulunmalılar. Müdahil olmalılar.

Teklifimizi kabul ettiğiniz için, görüşlerinizi bizimle paylaştığınız için çok teşekkür ederiz.

Estağfirullah, rica ederim. Çok zahmet oldu size, buraya kadar zahmet ettiniz.

Estağfirullah. Ağzınıza sağlık.


Atasoy Müftüoğlu Kimdir?
1942 yılında Trabzon/Çaykara'da doğdu. 1960 yılından bu yana yazı hayatının içinde bulunuyor. Büyük Doğu, Yeni İstiklal, Yeni İstanbul, Yeni Devir, Yeni Şafak gibi günlük gazetelerde aralıklı olarak köşe yazarlığı yaptı. Diriliş, Deneme, Edebiyat, Mavera, Selam, Edebi Pankart, Vuslat, Umran ve Bilge Adam dergileri gibi edebiyat, sanat, düşünce, kültür ve siyaset dergilerinde denemeler yazdı.

Kitap olarak yayınlanan eserlerinden bazıları şunlardır: Firak, Vakti Kuşanmak, Tevhidi Gerçekliğin Işığında, Vahyin Kılavuzluğu Altında, Yeni Bir Tarih Şafağı, Bilinç Işıklarını Yakmak, İlahi Şiarı Özgürleştirmek, Ümmet Bilinci, Evrensel Vicdanın Sesi Olmak, Küresel Kuşatma ve Küresel İhtiraslar, Yeni Bir Zamanı Başlatmak...

Ayrıca 2008'de Hece Yayınları'nda çıkan, "Irmağın İçli Sesi: Atasoy Müftüoğlu Kitabı" onun hayatını çeşitli yönleri ile ele almaktadır.
Aynur Erdoğan - Dünya Bülteni

28 Temmuz 2010 Çarşamba

Sömürgecilik ve yeni Sömürgecilik Üzerine

Taha Özhan’la Söyleşi
11 Haziran 2007





19. yüzyılda güçlü bir şekilde ortaya çıkan Batı sömürgeciliğinin arkasında yatan felsefi, ekonomik, siyasi ve kültürel temelleri hakkında neler söyleyebilirsiniz?
19. yüzyılda artık rafine bir program haline dönüşen sömürgeciliği, arızi bir gelişme değil Batı felsefesinin pişirdiği kapitalizmin oldukça tabii bir neticesi olarak okumak lazım. Öyle ki, 1788 tarihli Britanya “Köle Ticareti Düzenlemesi” yasası altında, köle gemilerine sıkıştırılacak köle sayısında azami verimlilik sağlamak üzere gemiler inşa edilmiştir.Bu gemilerin resimlerini ve planlarını basit bir internet taraması ile bulabilir herkes. Bakılmasını hararetle tavsiye ederim. Yeryüzü elbette köle veya köle ticareti kavramına yabancı değildi. Lakin İngiliz sömürgeciliğinin köleliği getirdiği son nokta oldukça matematiksel, mühendislik ve fayda hesaplanması kavramlarıyla içkin bir hal aldı. Bu durum kapitalizmin yapısal hale dönüştüğü yüzyıla kadar insanoğlunun yabancısı olduğu bir yaklaşımdı. Mesela iktisadi fayda ya da tartışması neoklasik iktisadın gündemine matematiksel modelleme anlamında köle gemisi tasarımı olgusundan çok sonraları girmiştir. İlk girdiği anda da bir çok iktisatçı “utility”nin ne olduğuna da pek akıl erdirememiştir. Bir fayda ve verimlilik hesabı üzerine Köle gemisini inşa eden zihin neoklasik iktisat için kar realizasyonunu hitama erdirmiştir. Elbette bu realizasyon insana dair olan ne varsa paranteze alınarak yapılmıştır. Aksi takdirde “faydanın türevini” almak mümkün olmazdı!
Anlatmaya çalıştığım sömürgeciliğin doruk noktası olarak görülen 19. yüzyıl şaşıracağımız bir neticeyi dünya halklarına dayatmadı. Tam tersine kendi tabii seyrinin neticesinde başka bir sonuca ulaşması zaten mümkün değildi. Bugün de aynı seyrin neticelerini daha yaygın ve mahkum bir şekilde idrak ve tecrübe ediyoruz. 1700’lerin sonunda inşa edilen köle gemilerine insanlar cebren bindiriliyordu; bugün ise bu gemilere ücretini ödeyerek biniyor insanoğlu. “İnsan”ın bu gemilere binmesi mümkün değil elbette. Sadece “beşer” bu gemilere ücretini ödeyerek binebilir. Başka bir deyişle, sorunuza sömürgeciliğin arkasında yatan felsefi duruş, homo economicus’u vücuda getiren felsefi duruştan çok farklı değildir şeklinde de cevap verebiliriz. Öyle ki 15. yüzyıl sonrası filizlenmeye başlayan kapitalist dönüşüm, geçmiş imparatorluklar, devletler ve siyaset mücadelesinden farklı bir perspektifi ortaya koydu. Bu perspektifin en amiyane ve arifane tarifi bence “dur(a)maksızın biriktirmektir”.

Kâr en basit tarif ile ilkel bir biriktirme demektir. Ham şahsi çıkarın biriktirme düzeyinde bir anlam ifade ettiği düşünülemez. Şahsi çıkar birikimin sosyal bir anlama kavuşacağı yerlerde fark edilebilir hale gelebilir. Bu ise şahsi çıkar düzeyinden kâr düzeyine geçişin yapıldığı anlarda mümkündür. Neoklasik düşüncenin kahramanı olan ideal homo economicus’u Crusoe’nun sosyal düzenekten yoksun biriktirmesinin hiç bir anlam ifade etmemiş olması gibi. Crusoe etrafında sosyal şartlar oluşmadığından biriktirmekten bir süre sonra vazgeçmiş, yeniden insan düzeyine doğru yol almıştı. Beşeriyetine, kan dökmeye, biriktirmeye, alıp-satmaya başlaması etrafında kâr için elverişli sosyal şartların tekrardan oluşmasıyla başlamıştı. Bu insanlığın belki de en acı krizlerindendir. Weber’in okumasıyla Calvinist ve ilk dönem Protestan düşünce ile istilâ altına alınan insan, zühd ile kazanma hırsı arasına sıkışmıştır. Bu dilemma başka bir sıkışmayı; burjuva toplumu ve modernizm arasına hapsolmayı doğurmuştur. Homo economicus burjuvanın estetik değerleri ile modernizmin soyut, illüzyonist, geometrik ve formel çizgilerine mahkum olmuştur. Kurtuluşu da başka bir reçetede, şahsi çıkarlarına postmodern koordinatlarda mecra arayarak bulma yoluna girdi. Lâkin, bu çabası da bir süre sonra beyhude olmuştur. Homo economicus’un insanlık krizinin diğer bir önemli veçhesi de, piyasayı nihaî karar merciî ilan etmesiyle beraber şiddetle ihtiyaç duyduğu (sürekli ve sınırsız) kârla barışık bir hukuk sistemi olmuştur. Bu, özel mülkiyetin tüm sosyal kodlardan istifa ederek salt hukukî bir nosyon haline gelmesinin de temelidir. Tüm bu düzenek artık homo economicus’un vücuda gelmesi için yeterli idi. Lutherci ve Calvinci müdahale ile birlikte son bir neşterde kurumsalcılıktan istifa etmeyi sağlayacak darbe ile yapılmalıydı. Aksi takdirde, Bentham’ın “hayal” olduğunu söylediği “toplum”dan bireylerin çıkması mümkün değildi. Eğer her bir birey kendi şahsi çıkarının ötesine çıkıp kâr-zarar hesabı yapmayı becerebilirse, toplumun ancak o zaman umumi refahı hedonist bir cebir ile hesaplanabilir hale gelecekti. Böylesi bir hedonist cebirin işlevsel olduğu yerde ise; artık ferdiyetçiliğin azami seviyede fayda hesabını yapması mümkün olmuştur. Artık Smith’in “tabiî şahsi çıkarı” kaybolmuş yerini katıksız kâr almıştır. Bu kapitalin kendi tabiî dinamiği ile beşerin sapmış hedeflerinin bir olduğu andır. Meta fetişizminden nihilizme yolculuğun tamamlandığı yerdir. Bu an aynı zamanda evrenseldir. Yerküre üstünde aynı nirvanaya ulaşan herkesin paylaşabileceği bir ahlaktır. Tarih-dışı, beşeri ve yapısal bir haldir. İsmet Özel’in deyimi ile “herkesin müşteri olduğu”, insanın birbirinin kurdu olduğu safhadır. Bu safha zekânın, ahlakın, sanatın ve insaniyetin istifa ettiği bir düzeydir.

Kâr nirvanasına rücu eden insan artık beşer düzeyindedir. Bu macera yakın zamana kadar bütün insanoğlunun macerası değildi. En fazla Avrupalı beyaz adamın trajedisi ve sefaleti idi. En azından 20. yy.’ın ilk dönemlerine kadar kesinlikle böyleydi. Weber Katolik ahlakın kendisini üzerine bina ettiği skolastik adil fiyat ve ücret faraziyesinin nasıl olup ta kapitalizme direnemediğini anlamaya çalışırken kafa yorduğu mekanda yine Avrupa’dır. Yoksa, ticaretin, mübadelenin olduğu her yerde kâr bir şekilde iktisadi hayatın içerisindedir. Nasıl olmuştu da, kapitalizm bir tek Avrupa’da rasyonel bir üretim sistemi halini almış, Puritan değerler sistemi ile meta sistemi (Weber’in Goethe’den devşirdiği) “seçici alaka” noktasında buluşmuştu? Neydi Avrupalıyı en ağır teolojik dogmatizmden seküler rasyonel dogmatizme sürükleyen? Bu suallerin hepsinin çok uzun ve detaylı cevapları olduğu muhakkak. Lâkin, Fischer’ın 10-15. yy. arası Avrupa sosyal ve iktisadi hayatına dair yaptığı analizleri ve muhteşem “insanlık durumu” manzaralarını takip ederek bir vasat fikre ulaşmaya çalışırsak, varacağımız netice sadece şu olacaktır: Açlık! Artarda, asırlar boyu tekrarlanıp duran kıtlık, açlık ve hastalıklar. Bu manzaraları gözümüzün önüne getirdikçe, Batının, Doğunun gizemli hazinelerine dair kurguladığı sosyal muhayyilenin ve sömürgeciliğin ulaştığı vahşetin sebeplerini de daha iyi anlayabiliyoruz. İşte bütün bu hülasa “insanlık hali”nden bugün hâla neoklasik iktisadında temel taşı olan rasyonel homo economicus çıkmıştır. Artık rasyonel iktisadi insan kendi dünyasında kemâle ermiştir. Tek bir fonksiyonu vardır: Fayda fonksiyonu. Klasik iktisatçıların hiç birisinin havsalasının almadığı “faydanın hesaplanması” modern kapitalizm ile mümkün hale gelmiştir. İnsanın mutluluğunun başka bir ölçüsü olan “fayda”, modern kapitalizm ile rasyonel beklentilerin şekillendirdiği bir tercih eğrisinden öte bir şey değildir artık. İşin daha hazini, neoklasik iktisadın “faydayı” hedonist bir cebir ile hesaplarken kullandığı varsayımlar artık çok da havada, uçuk varsayımlar da değildir. Bundan sonra ferde dair farz edilen belli başlı metalarla olan ünsiyeti üzerinden inşa edilen tercih eğrisi salt teori değildir. Çünkü beşer, gerçektende meta-sistemi ile ram olmuş, artık farazî olan ile gerçek olan arasındaki fark ortadan hızla kalkmakta, çoğu kez tamamen eriyip kaybolmaktadır. Bundan sonra kapitalizmin tercihleri ferdin de tercihleridir. Bu nihilist düzey, küresel tüketici bireyin bulunduğu yerdir.

Rasyonel iktisadi beşerin bu son hali sadece bir “an”dan ibarettir. Kapitalin tabiatı gereği homo economicus’un durması düşünülemez. Bunun nedeni, Derrida’nın tesbitiyle söylersek “kapitalizmin olması gereken sınırı yine bizzat kendisidir”. Artık insanın insan düzeyinde meta ile olan ilişkisinin kullanım-değerine dönük tabiatı bizzat değişim-değerinin kullanım değerini sultası altına alması noktasına varmıştır. Bundan sonra insan düzeyinde bir iktisadi faaliyetten bahsetmek mümkün değildir. Beşer artık Nietzsche’nin “güç istenci” izleğinden takip eden Deleuze ve Guattari’nin ortaya koyduğu üretim arzusunun gayri-tıbbî anlamdaki şizofrenisine müptelâdır. Homo economicus, uzuvları olmayan bir (bedenden) ‘arzulayan makinadan’ ya da “özne”den ibarettir. Bu şekilde özneleşmiş ya da beşerleşmiş insanın vücuda getirdiği toplumda artık Marxist bir sınıf çatışmasından ve antagonizmanın canlılığından bahsetmekte mümkün değildir. Bundan sonra rasyonel iktisadi birey varolan yegâne sınıfın en realist temsilcisidir, kapitalist mikrokozmozun kendisidir. Bu sınıf ise köle sınıfından başkası değildir. İnsanın beşerleşip köleleştiği ve herkesin bu zillete mahkum olduğu bir dünyada kim kiminle ne adına, hangi ulvî değer için çatışmalıdır?





Özellikle günümüzde yeni bir boyut kazanan yeni sömürgecilik, hareketinin ortaya çıkışını ve felsefi temellerini nasıl değerlendirirsiniz?



Öncelikle bu suali sorgulamak gerekiyor. Gerçekten “yeni sömürgecilik” hareketinden söz edebilir miyiz? Yaşadığımız çağ itibariyle sömürgeciler ve onların özneleri bağlamında yapısal bir farklılıktan söz etmek mümkün müdür? Hasılı kelam değişen nedir? Ben durumumuzun 19. yüzyıldan çok daha farklı olduğunu düşünmüyorum. 1800'de Batılı güçlerin yeryüzünün %35'ini, 1880'de %67'sini ve 1914'e vardığımızda dünyanın %85'ini farklı formlardaki tahakkümlerle sömürgeleri haline dönüştürdüklerini gözümüzün önüne getirirsek ya da 1800’lerde zengin ülkeler ile geri kalmış ülkeler arasındaki GSH dengesinin 3:1 iken 1990’larda bu paritenin 82:1 olduğunu hatırlarsak değişenin gerçekten ne olduğunu sormamız gerekir. Bugünün dünyası, yaşlı yeryüzünün daha önce hiç görmediği kadar büyük zenginlik ve yaygın fakirliğin bir arada olduğu tenakuz portreleriyle dolu. BM, 5 Ay önce açıkladığı raporda “Zengin %2, dünya zenginliğinin yarısını elinde bulunduruyor” sonucuna ulaşmışsa da, bu vahim sonuç analizlerde kendisine yer bulamamaktadır. Bir milyara yakın insan temiz suya ulaşamıyor. Hepsinin ötesinde, insanoğlunun çok uzun bir zamandır, küresel anlamda insanı doyurmanın yollarını bulduğu bir dönemde, 2003 yılı BM Kalkınma Raporuna göre 800 milyona yakın insan açlık çekmektedir.

Yukarıdaki tablo kapitalizmin küresel anlamda bir yayılma ve sermayeyi biriktirmeye başladığı dönemlere kadar ortada yoktu. Dolayısıyla yaşadığımız süreç bir taraftan kapitalin tabiatı gereği şaşılacak bir durum değilken, diğer taraftan da bu sürecin ideolojik ve teorik meşruiyetini hazırlayan neoliberal iktisadi ve siyasi uygulamaların neticesidir. Evet, yaşlı yeryüzünün can çekişen en son resmi salt iktisadi bir menkıbenin mesuliyeti değil, aynı zamanda liberal siyaset felsefesinin sefil sonuçlarındandır. O halde, bu tablodan kaynaklanan sorunlar nasıl çözülecek? Kimsenin kolay ve kestirmeden çözümleri olmadığı muhakkak.



Sürmekte olan sömürgecilik ile uluslar arası kuruluşlar (NATO, BM, AB, IMF, Dünya Bankası vb.) bir ilişki kurulabilir mi?


Son 5 yıl içindeki gelişmelerin, -Afganistan ve Irak işgalleri, Amerika, Avrupa ve Çin arasında gelişen jeopolitik ve jeoekonomik saflaşmalar- ortaya çıkarmış olduğu gerçek, küresel örgütlerin artık neredeyse işlevsiz bir hale geldiğidir. Bu tespit elbette küresel örgütlerin tamamen anlamsız hale geldiğine delalet etmez. Fakat vakıa küresel örgütlerdeki kurumsal şemanın ezici ana gövdesini oluşturan kitlenin, azınlığı teşkil eden kuzeyli kitle karşısında şamar oğlanına dönüşmüş olmasıdır.

Küresel organizasyonlarda bir hiyerarşinin olması kaçınılmazdır. Siyasi doğruculuk, liberal adalet ve eşitlik nosyonlarına gözü kapalı bir şekilde iman etmemiş olan her aklıselim yaklaşım, belli bir hiyerarşinin bu tarz kurumlarda kaçınılmaz olduğu hakikatini teslim edecektir. Sorun bundan ziyade hiyerarşinin hangi kıstaslara göre kurulduğu ve yönetim hiyerarşisi içinde fiilen bulunamayanların nasıl bir adalet mekanizması ile ve ne kadar korunduğu meselesi ile ilgilidir. Belli başlı küresel örgütlerde bugün yaşanan durum ancak iki katmanlı nihilist bir kast sistemi hiyerarşisi diye tarif edilebilir. Hemen her küresel kurumda bu iki katmanlı kast sisteminin üst tarafında veto hakkına sahip olan kuzeyli azınlık ve altında kabaca dünyanın geriye kalan halklarını oluşturan güneyli çoğunluk bulunmaktadır. Güneyli çoğunluk içerisinde herhangi bir hiyerarşik ayırım olmaması ve tüm önemli kararlarının kast sisteminde üstün olanlar tarafından nesh edilebilmesi, iptal edilebilmesi gibi hakikatlerden dolayı küresel örgütlerin durumunu özetleyen en güzel ifade bütün hiyerarşik düzeylerin anlamsızlaştığı ‘nihilist bir girdap’ olsa gerek.

Küresel örgütler daha çok II. Dünya Savaşı sonrası dünya sisteminin vücuda getirdiği Birleşmiş Milletler, IMF, Dünya Bankası ve son dönem yeni yapısıyla hayata geçen Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) gibi ana veya şemsiye örgütlerdir. Bu kurumların iki temel vasfı bulunmaktadır. Dünya savaşı sonrası küresel siyasi istikrar ihtiyacını karşılamak; finansal ve ticari liberalizasyon sonrası küresel kapital akışının planlanmış yapısal mecranın dışına çıkması ihtimalini bertaraf etmek. İlk amaç, II. Dünya savaşı sonrası acil bir düzenleyici kurumsal yapının inşasına BM aracılığıyla, özellikle savaşın en büyük galibi Amerika himayesinde ve soğuk savaş dengelerine uygun bir biçimde, bir süre yerine getirmiştir. Farklı dönemlerde ise BM’deki güç dengelerinin değiştiği her durumda ABD ve veto hakkına sahip diğer ülkeler, veto hakkını kullanarak, kendilerinin istediği dışında hiçbirşeyin geçmesine doğru dürüst izin vermemişlerdir. Soğuk savaş sonrasında BM’nin dünyanın nizamı için, tamamen işlevsiz hale geldiği yani bir açıdan ABD çıkarlarına uygun olmadığı durumlarda da küresel bir örgütlenme olmayan NATO gibi kurumları öne çıkartarak müdahalelerde (Bosna) bulunmuştur. Öte yandan küresel finans sistemini yöneten ve kontrol altında tutan kurumlarda, aynı şekilde hegemonik gücün ekonomi-politik vasıflarının diğer bölgesel güçler karşısında pozisyon kayıplarını engelleme vazifesinden öteye geçmedi. Bu manzara soğuk savaş döneminin kapanması ile birlikte sadece müşahhas bir hal almadı, aynı zamanda kahir ekseriyeti oluşturan güneyin tepkisini yavaş yavaş dile getirmesine de yol açtı. Lakin bu tepkilerin dile getirildiği küresel kurumlardaki hiyerarşi çıkmazı, bütün tepkileri anlamsızlaştıran, nihilist bir düzlemde ifade edilmesine yol açan bir yapısal kurgu olduğundan, tepkilerle birlikte kurumlar da birer birer aynı küresel nihilist girdaba saplanmaktan kurtulamadılar. Bugün BM’nin, IMF’in ve DTÖ’nün Güney için işlevsiz hale gelmiş olması bu nihilizmin en bariz örneklerini teşkil etmektedir.

Özellikle Irak savaşı öncesi BM’de yaşanan ve mizansen halini alan hegemonik gücün savaş prezantasyonlarıyla zirve yapan bu süreç, IMF’in bir tek başarı hikayesine sahip olamaması ve DTÖ’nün temel kararlarının bizzat kararları aldıranlar tarafından her seferinde çiğnenmesi (Amerika ve Avrupa’nın gümrük duvarları ve anahtar ürünlere verdikleri destekler) ile güney için tamamen anlamsızlaşan kurumsal yapılar haline dönüşmelerini sağladı. Bugün küresel anlamda yaşanan adaletsiz ticaret ve eşitsizlik yine bizzat Bretton Woods kurumları altında eriştiğimiz bir tablodur. DTÖ’nün resmi ağızlardan ‘en kotü kararlar bile kararsızlıktan’ daha iyidir yaklaşımı ve Güney’in çogu kez çaresizlikten kabul ettiği kararlar; bugüne kadar küresel ticarete de, eşitsizliğe de neoliberal serbest ticaret yaklaşımının iddia ettiği şekilde pozitif olarak yansımadı. Anrew Rose’un ses getiren (American Economic Review, 2002) makalesinde de ortaya koyduğu üzere; GATT sisteminden bu yana küresel ticaret katlanarak büyüdü, ama bu artış hem DTÖ çatısı altında olan ülkeler hem de olmayanlar için beraberce oldu. O halde mesele Bretton Woods kurumları altında bulunmak veya bulunmamak değildir. Asıl üzerinde durulması gereken, ülkelerin bu kurumlar altında ekonomi-politik olarak rehin alınması için çaba sarfetmek yerine daha adaletli açılımların yapılmasıdır. Bu açılımlar her gündeme geldiğinde Kuzey tarafından ya engellenmekte ya da alınan kararlar bizzat kendileri tarafından (Mesela, Bush yönetiminin çelik ithalatına karşı gümrük duvarını yükseltmesiyle) delinmektedir.

1947’de, II. Dünya Savaşı’nı müteakiben 23 ülkenin başlattığı uluslararası ticaret görüşmeleri bugünkü Dünya Ticaret Örgütü’nü (DTÖ) vücuda getirdi. Yarım yüzyıldır devam eden görüşmeler Kuzeyin, Güneyin nerdeyse bütün gümrük duvarlarını yıkma süreci olarak geçti. Yaygın ekonomi-politik düşünce bu döneme ticaret liberalizasyonu da demektedir. 9-14 Kasım 2001’de Doha’da yapılan DTÖ VI. Bakanlar Konferansı sonrasında Güneyin bu makus talihini kırmaya yönelik ilk söylemsel adımlar atıldı.Özellikle Gelişmiş Ülkelerin tarım sektörüne verdikleri ihracat sübvansiyonları ve iç desteklerini azaltmaya yönelik ilk girişimler başlatılmış oldu. Haziran ayında Cenevre’de yapılan DTÖ mini-bakanlar toplantısında, son 5 senedir yaşanan tıkanmanın bir benzeri vuku buldu. Kuzeyin temsilcisi ülkeler (ABD ve AB) tarımda sübvansiyonlar hususunda nerdeyse hiçbir ilerleme sağlanmayacağının işaretlerini net bir şekilde verdiler. Öyle ki Kuzey, Güneyin kendisine satacağı “patates”in iç piyasadaki maliyetine bile katlanmaya yanaşmıyor. 24 Temmuz 2006’da yapılan toplantı beklentileri boşa çıkarmadı ve DTÖ Doha Turu da “çöktü”. G-6 (Avustralya, Brezilya, Hindistan, Japonya, AB ve ABD) olarak bilinen ülkelerin 14 saat süren toplantısının ardından bir sonuca ulaşılamadığı ve yeniden görüşme takviminin de olmadığı resmen duyurulmuş oldu. Seattle toplantısı ile çelişkileri medyatik hale gelen, 2003 Cancun konferansı ile de görüşmelerin fiili olarak durmasına şahitlik eden DTÖ’nün, ilerleme kaydetmediği turlarına geçen seneki Hong Kong’tan sonra Doha da eklenmiş oldu. Hong Kong toplantısının akıbetini “Kuzey serbest ticaret istemiyor” şeklinde özetlemek mümkündü. Doha Turunun çöküşünü ise “Kuzey 1.2 milyar Güneylinin günlük 1 doların altındaki gelirlerine de göz dikti” şeklinde özetlemek mümkün.


Buraya kadar aktardığımız değerlendirmelerin bizlere öğrettiği tek şey DTÖ çatısı altında yaşanan tıkanmaların birer “hazin son” olmadığı, aksine neoliberal sürecin zaten başlı başına “tuhaf” olduğudur. Bugün cari küresel örgütlerin hepsinde DTÖ’ye benzer bir tıkanma bulunmaktadır. Dünya-sistemi Kuzey’in tahakkümü altında bu denli boğulduğu sürece ne BM’deki ne de DTÖ’deki “nihilist kısır döngüyü” aşmak mümkün olmayacaktır. Dünya halklarının ekseriyetine tavsiye ettiği ya da dayattığı hiçbir adımı kendisi atmaya yanaşmayan Kuzey, Güneyli halklardan gelen şikâyetlere de ancak bir süre daha kulak tıkayabilir. Yaşanan vurdumduymazlık küresel sistemin krizinin de özüdür. ABD ve AB, Güneyin çaresizliğinden dolayı “krizi” yönetebileceğini düşündüğü sürece de küresel eşitsizlikler büyümeye devam edecektir. Güneyi yaptığı ihracat ile bir meta-fetişizmine boğan Kuzey; Güneyin kendisine ihraç edeceği “patates ve domates”ten korkmaktadır. Kuzey korkularını yenemediği sürece de küresel bir iktisadi adaletten bahsetmek mümkün olmayacaktır.


Sömürgecilik faaliyetlerini sadece askeri müdahalelerle açıklamak ne kadar mümkündür. Sömürgeciliğin sosyal, kültürel, dini boyutları hakkında neler söyleyebilirsiniz?

Batı'nın iddialarının bir fetişizm haline dönüşmüş olması kendi halinde bir seyrin neticesinde gerçekleşmedi. Kapitalizmle simetrik bir mecra izlemiş olan bu "yaratıcı tahripkârlık" süreci oldukça bilinçli bir ekonomi-politik tasavvurun hayata geçirilmesi şeklinde zuhur etti. Bu sürecin ahlakî boyutunu veya maliyetini Antonio Gramsci'nin çözümlemesiyle okursak, beraberinde bir "kültürel hegemonya" inşa ettiğini görürüz. Bu hegemonyanın, Gramsci'nin vurgu yaptığı bir çok farklı veçhesinin ötesinde, bizce en can alıcı yönü vücuda getirdiği hegemonik dildir. Bu dil belli bir kültür mayasından beslenen ve Batı dışındaki dünyaların yabancısı olduğu, insanlık geçmişlerinden böylesi bir tecrübenin izleğini takip edemeyecekleri, en hafif ifade ile "yeni" olan bir fenomendi. Bu yeni olgunun en belirgin özelliği ise, kendisinde olmayan bir "insanlık tecrübesini" başka havzalardan hoyratça kotarması, kendisine mal etmesiydi. Dikkat edilirse medeniyet jargonu merkezli tartışmaların ekseriyeti de, batının bu kotarmayı yaptığı dönemlerde, bizzat Batı tarafından başlatılmış stratejik tartışmalardır. Bu tespiti yapmamızın sebebi, Batının, bu münazaralardan, sahip olmadığı bütün tarihsel, ahlakî, siyasî ve hepsinden önemlisi insanî bir "sözde birikimle" çıkmış olmasındaki çelişkilere dikkat çekmek içindir. Sahi, nasıl olmuştur da, Batı, yeryüzünün tarihini, tecrübesini ve birikimini kendisine mal edebilmiştir?

Vakıanın bizce iki yönü vardır: Batının ahlak dışı bir şekilde kotarması ve bu talana "aşağılık kompleksi" içerisinde destek veren post-kolonyal özneler. Hakikaten, Batı post-kolonyal dönemde, post-kolonyal özne haline getirdiği (bir kısmının da gönüllü olarak geldiği) halklar ve onların ürettiği sosyal-siyasal muhayyile olmasa idi icat ettiği fetişizmi dünya üstünde tesis edemezdi. Bu tespitimiz, ister istemez, sömürülen halkların niçin böylesi bir vazifeyi ihtiyarî veya gayri-ihtiyari olarak kabul ettiği sualini karşımıza getirecektir. İşte bu noktada, Batı ekonomi-politik kavramsallaştırmasını, üretim ahlakını, insandan-tarihten-Allah'tan soyutlanmış "toprak-emek-kapital" kurgusunu tarihin sonu olarak pazarlamayı başardığı sürece; yenilmiş ve kaybetmiş halkların kısa vadede bir başarı hikayesine olan acil ihtiyacını tahrik edebildiği sürece kendisini müdafaa edebilmektedir.

Kapitalizmin yapısal bir şekilde toprağı, emeği ve kapitali şekillendirdiği, kapitalistin kültür ve dünya tasavvuru çerçevesinde ete-kemiğe büründürdüğü inkâr edilemez bir hakikat olarak karşımızda duruyor. Lâkin, bu hakikatın bir vakıa olarak insanlığın hayatında arzı endam etmesi ebedi olarak değişmeyeceği anlamına gelmiyor. İşte bugün insanlığın yaşadığı krizin birinci dereceden veçhesi bu hakikatin öncelikle değişmeyeceğine batılı anlam haritaları içerisinde ikna olmak ve bu kabül sürecinin ardından da batı adına, kapitalizm adına ne varsa birer fetiş haline dönüştürülmesidir. Bir sınıf mücadelesini, ahlak mücadelesini, toprak ve haysiyet kavgasını anlamsızlaştıran girdap bunun ta kendisidir. Böylesi bir nihilizm safhasında insanlığın Avrupa'dan öğreneceği tek şey ders almaktan ibarettir. O ders ise ancak Avrupa-merkezci tefekkür dünyasının bayağı hudutlarından kurtulmakla mümkündür. Bize ait, bizim topraklarımıza ait, bizim anlam haritamızda bulabileceğimiz mevzileri yeniden kazmayı düşünmekten korkmamak gerektiğini zihnimize kazıyarak işe başlayabiliriz. Toprağa, emeğe ve kapitale dair kendi nazarımızdan bakmaktan çekinmediğimiz anda yeni cümleler kurmaya başlayabiliriz. Batının kendi dışındaki dünyaya dair yaptığı en tahripkâr müdahale serpiştirdiği "korku tohumlarıdır". Korku mitleri üstünden inşa edilen bütün sosyal ve siyasal muhayyileler, son tahlilde, Batının birer post-kolonyal öznesi olmaktan kurtulamazlar. Bu acı neticenin vuku bulması çoğu kez batının bizzat her merhalesine müdahil olduğu bir süreçte değildir. Zira bu korkuların çoğu Batı dışındaki dünyanın kapitalizm karşısında fiilî olarak çaresizliğinin birer nihilist uzantısıdır. Bu nihilist kurguyu kırmak meselenin özüdür, zira asıl mesele Avrupadan önce de insanlığın bir tarihinin olduğunu, Avrupadan sonrada olacağına inanmakla başlar. Hatta bir adım daha atıp, insanlığın varoluş mücadelesinde Batının doldurduğu yerin cürmünü tespit etmek gerekir. Belki bu tespitten sonra yeisten çok ümidin var olduğu keşfedilecektir.

Kapitalizmin varolmasının tartışmasız tek bir şartı var: Durmaksızın biriktirmek. Böylesi bir devinim içerisine "toprağı, emeği ve kapitali" koyduğumuzda yabancılaşma kaçınılmazdır. Bu döngünün devam edebilmesi için kapitalist sistemin üç sacayağı olan unsurların hepsinin istisnasız bir şekilde tüm sosyal ve tarihi dokudan arındırılması gerekir; eğer böylesi bir yalıtım yapılamıyorsa da sistemle barışık hale gelmelidir. Ezcümle ne toprağın tarihsel yükü, ne emeğin sosyal yükü ne de kapitalin paylaşım yükü kapitalizmin biriktirme döngüsüne çomak sokacak tarzda olmamalıdır. Böylesi bir denge, aynı zamanda, Batılı anlatının ne kadar kırılgan bir yapısal zemine oturduğunu görmek açısından da ehemmiyetlidir. O halde, toprak kapitalin istediği gibi at koşturduğu bir mekan olma konusunda direnirse, emek kapitalin arzu ettiği homo economicus olmayı kabul etmediği zaman ve kapital, kapitalistin istismar etmek istediği şekilde mülk sahipleri arasında dolaşmakta zorluk yaşadığı anda Avrupalı nasıl bir uygarlık dili kullanacaktır? Ne söyleyecektir bize? Toprağı sadece yatırım mekanı olarak gören, emeği salt fayda denkleminin üretim aracı haline getiren ve kapitali daha fazla sermaye biriktirmenin yolu olarak kurgulayan Batının insanlığa söyleyecek neyi vardır? İnsanlığı kendi nihilizmine davet eden kapitalist dünya algısının elinden daha fazla biriktirme ve Avrupanın 10.yy'dan kalma açlık sendromunu elinden aldığımızda geriye ne kalmaktadır? Batının karnını daha fazla doyurmaktan, doysa bile stok yapmanın gayri insanî yollarını icat etmekten başka yeryüzüne hediye ettiği ne vardır? Yeryüzü tarihinde ilk kez batılı kapitalist kurgu sayesinde yapısal açlıkla karşı karşıya kalmıştır. İnsanoğlunun tarihinin hiçbir döneminde görmediği yapısal açlık niçin batı ve onun paradigmaları eliyle yeryüzüne hediye edilmiştir? Bu cümleler romantik bir yaklaşımın tepkici özensiz terkipleri değildir.

Neoliberal tepkileri duyar gibiyiz. Batının “tabiata sağladığı üstünlükten” (ki doğrusu tahakkümdür) dem vurmaya başlayıp, demokrasi-insan hakları mırıldanmalarına hızla atlayan paketlenmiş fetişlerin nihilist bir edâ ile haykırıldığını kulaklarımızda hissediyoruz. Fanon'yu hatırlarsak bize yardımcı olacak, zihin açıcı olacak bir mecraya doğru kayabiliriz. Fanon "yeryüzünün lanetlilerini" kendileri olmaya çağırıp, Batının onlara verdiği hiçbir reçetenin ve ilacın dertlerine derman olamayacağını söyler; dahası, "ilk kurşunu" kafalarındaki Batıya sıkmadan özgürleşemeyeceklerini ifade eder. Çünkü Avrupa muhayyilesi, bir "oluşun" sonucu değildir, zira o "icat edilmiştir". Fanon "komprador zihinlerin" böylesi bir isyanı tahayyül bile edemeyeceklerini zikreder. Bu meyanda Batı dışındaki dünya halklarının önünde fazla tercih imkanı yoktur. Ya Batıya aşağıdan bakmaya devam edecekler ve bir süre sonra bu mekânlarına râm olacaklar ya da yukardan bakmaya başlayıp kendilerine biçilen mevkiyi terkedecekler.

Ezcümle, Wallerstein'ın "sonbahar" metaforu ile ifade edersek, kapitalizmin batının hamuruyla bugün insanoğluna lutfettiği renkli görüntüler olduğu mukakkaktır. Homo economicus'u ziyadesiyle "meşgul" ve "işgal" edecek renklilikte bir hayat vadetmektedir. İnsan ile homo economicus arasındaki farkı teslim edecek kadar insaf sahibi olanlar, Batı'nın sözümona uygarlığına ne kadar itibar edilmesi gerektiğini idrak edeceklerdir. Herşeyin ötesinde, bugün yaşanan kapitalist renklilik sonbaharın renkliliğini andırmaktadır. Kimse sonbaharın renklerinin mucizevi cazibesini inkâr edemez. Lâkin ancak aklı evvel şairler sonbahara aldanırlar. Zira sonbahar ismi üstünde bir sondur!


SETA