27 Ocak 2008 Pazar

İslami Yaşayış ve Düşünüşün Yeniden İnşası



Adnan Aslan

İslam dünyası ahlakî ve fikrî bir kriz içindedir ve bu kriz, ferdî, toplumsal, ekonomik ve siyasi problemlere kaynaklık etmektedir. Bir zamanlar görkemli bir medeniyet kuran Müslümanlar bu yüzyılda ferdî ve toplumsal problemlerle mücadele ederek varlığını devam ettirmeye çalışmakta, bu meselelerin nasıl üstesinden geleceğini de pek bilememektedir.

Şimdi Müslüman entelektüeller, bir taraftan yıkılmış bir medeniyetin kalıntıları ve diğer taraftan hakim bir batı dünyasının zihnî ve sosyal dayatmaları ile karşı karşıyadır. Bu sebeple, önce İslam geleneğinin tarihi süreci hakkında düşüncelerimizi ifade edeceğiz ve sonra İslam’ın bu çağdaki önemli problemi olarak moderniteye işaret ederek, onu İslam’ı insanından koparan bir fenomen olarak nitelediğimizi ifade edeceğiz.

Sonunda bir tez olarak, İslamî yaşayış ve düşünüşün yeniden inşasının, ahlakı bilmenin şartı sayan bir epistemolojinin gerçekleştirdiği sosyal ve entelektüel yapılanma ile mümkün olacağı fikrini savunacağız. Dolayısıyla, konuyu önce tarihi süreç ve algılanması, ve sonra sosyal kırılma olarak modernite ve en sonunda da fikrî ve sosyal yeniden inşa olmak üzere üç merhalede ele alacağız.

A) Tarihî Süreç ve Algılanması

İnsanlık tarihinin en önemli hadisesi belki de Allah’ın elçileri vasıtasıyla insanlığa vahiy göndermesidir. Allah her yerde ve her dönemde insanlara bilgi ve hikmetle doğru yolu gösteren peygamberler göndermiştir. İnsanlık bu semavî ışıkla kendini, çevresini ve ışığın kaynağı olan Yaratıcısını tanımış ve onunla yeryüzünde medeniyetler kurmuştur.

Allah ahirzamanda Hz. Muhammed’i elçilerin sonuncusu, Kur’an’ı da insanlığa son vahiy olarak göndermesi neticesinde Hz. Peygamber bir toplum ve Kur’an da bir medeniyet inşa etmiştir. Kur’an’ın nefsinde kemal olarak somutlaştığı Allah Resulü bir İslam toplum oluşturmuş ve diğer taraftan Kur’an ise İslam medeniyetine kaynaklık eden bir bilgi ve kültür yaratmıştır.

İlk İslam toplumu Kur’an toplumudur. Allah Resulü peyderpey gönderilen vahiyle 23 yılda bir inananlar toplumu meydana getirmiş ve bunlar Kur’an yoluyla kainatı, insanlığı ve hayatı yeniden anlamlandırmışlardır. Sahabeler peygamberde temessül etmiş Kur’anî hakikati, ferdî planda ahlakî ve manevî kemal, toplumsal alanda ise bir yaşayış tarzı ve kültür haline dönüştürdüler. Allah Resulünün vefatından sonra, ellerindeki Kur’an ve Peygamberin davranış ve sözlerinden oluşan sünneti esas alan bu toplum, önce siyasi başarı ve daha sonraları bu siyasi ve toplumsal başarının neticesinde kültür ve medeniyet oluşturdular.

Her medeniyetin temelinde vahiy olduğu gibi İslam medeniyetinin temelinde de vahiy yani Kur’an vardır. Kur’an bu medeniyeti oluşturduğu ideal insan tipi yoluyla bir toplum, ilim yoluyla bir kültür inşa etmiştir. Allah Kur’an vasıtasıyla Elçiyi eğitmiş, manevî ve ahlakî idealleri onun şahsında somutlaştırmış ve insanların her bakımdan hayranlık duyacakları ve derin bir sevgiyle sevebilecekleri ideal tip haline getirmiştir. Etrafındaki insanlar bu melek-insanın manevî ve ahlakî cazibesinin etkisindeydiler. Onu bu derece farklı yapan şeyi bilmek isteyenler onun yanında bulunup sözüne kulak verip, Elçinin davasına ve getirdiği yeni dine inandılar. İnanan bu topluluğun en büyük ideali onun gibi, en azından onun sevdiği biri gibi olmak için Peygamberin emirlerini itina ile yerine getirmekti. Onunla birlikteliğin bir neticesi olarak, inananlar birlikte davranmayı ve hatta birlikte düşünmeyi öğrendiler. Birbirlerine din ve sevgi bağıyla bağlı ve aynı ideali paylaşan bu toplum, manevî ve ahlakî açıdan mükemmeldi.

Manevî ve ahlakî ölçüler gözetildiğinde çağımızdan oldukça ileri olan bu erdemliler toplumunda, ‘sosyal insan’ olabilmek, topluma iştirak edebilmenin şartı sevgi, ibadet, doğruluk, fedakarlık, diğergam olmakla ahlakî ve manevî bir şahsiyet kazanmakla mümkündü. Bu toplumda en ideal insan, dolayısıyla en çok itibar ve takdir kazanan fert, Peygamberin kendinde somutlaştırdığı ahlakî ve manevî ideallere en çok yaklaşan fertti. Fertler oluşturulan bu manevî ve ahlakî alanda varlık buluyor ve sosyal benliklerini oluşturuyorlardı. Ahlakî ve manevî kemalin zirvelerine ulaşan bir Ebu Bekir, bir Ömer, bir Osman ve bir Ali ve daha niceleri sosyal alandaki varlıkları ve sosyal olaylara iştirakle toplumun manevî ve ahlakî tekamülüne katkıda bulunuyorlardı. Diğer taraftan bu sosyal alanı paylaşan fertler, bu ideal tipleri kendilerine örnek alarak, manevî ve ahlakî bakımdan eğitiliyorlardı. Yani toplum ve fert karşılıklı ilişki içinde bir birlerini etkileyerek varlığını ve benliğini oluşturuyordu.

Evrensel ve hakim bir medeniyeti tesisi edebilmek için sadece sağlam ahlaklı ve sağlam karakterli bir toplum oluşturmak yetmiyor, aynı zamanda yüksek seviyede bir ilim ve kültür ortaya koymak gerekiyordu. Bu inanan topluluk daha ilk devirden itibaren Müslüman olmalarının gereği olarak kendilerini aynı zamanda bir ‘ilim’ faaliyetinin içinde buldular. Müslüman olan her fert Kur’an’dan bir kısım parçalar ezberlemekle sorumlu tutulmuştu. Okuma yazma bilme, önemli bir özellik olarak takdir ediliyordu. Bu yeni dinin bizzat bir Kitaba dayanması ve bu Kitabı okuma öğrenme ve anlamanın dini bir vazife ve bir ibadet olarak algılanması, Müslümanlardaki ilim kavramının oluşmasında önemli rol oynadı. Önce Kur’an’ı yazmak ve öğrenmek Peygamberin söz ve davranışlarını tekrar ederek nesilden nesile aktarmak ilmi faaliyetler olarak biliniyordu.

Bununla birlikte Kur’an ve Peygamber doğru ve yanlış davranışların ne olduğunu tayin ediyor veya tayin etmenin yolunu gösteriyordu. Diğer taraftan toplum büyüdükçe çeşitli hadiseler görülüyor, imanın mahiyeti ve sınırları hakkında düşünceler ortaya çıkıyordu. Doğal bir seyirle gelişen bu toplumsal sürecin bir parçası olan bilme, bildirme ve problem çözmeden müteşekkil ilim faaliyetleri her geçen gün artmakta ve Müslüman toplumun önemli bir özelliği olmaktaydı.

Bu ilmi faaliyetlerin neticesi olarak, Kur’an’ı okuyup anlamaya dair faaliyetler kıraat ve tefsir, Hz. Peygamberin söz ve davranışlarını kayıt ve nakil ise hadis, doğru ve yanlış olanı tespit etme yolu ve işi fıkıh, imanın mahiyeti ve sınırlarını tespite dair düşünce ve faaliyetler ise kelam ilminin nüvesini oluşturdu. İlk İslam toplumunda Kur’anın Peygamber vasıtasıyla oluşturduğu bu nüveler, Müslümanların siyasi ve askeri bakımdan genişlemesi neticesinde ulaştıkları geniş kültür havzalarında gelişip büyüdü. Her ilmî disiplin kendi metodu, konusu ve gayesini belirleyerek Kur’anî mesajın somut bir medeniyet olması noktasında rolünü mükemmelen oynadı. Kısaca, İslamî disiplinler, Kur’anî özle yaşayan hayat arasında aracılık ettiler. Diğer bir ifadeyle Kur’an, İslamî disiplinler yoluyla, fikir, davranış, düşünce, hüküm; siyasi vizyon ve hedef; dinî ve siyasi meslek ve teşkilatlar; şiir, musikî, mimari ve sanat olarak yaşayan hayatta somutlaştı. İslamî disiplinler o devirlerde İslam toplumunun mevcut problemlerini çözmekle görevlerini hakkıyla yerine getirdiler.

Kur’an’dan neşet eden bu medeniyet zamanla gelişti ve olgunlaştı. Her medeniyetin kaderi olan bir düşüş ve yıkılış İslam medeniyetini bekliyordu. Yunan düşüncesinden alınan felsefe ve mantıkla İslam düşüncesi muazzam zihni ve dolayısıyla da hayattan kopuk sistemler oluşturmaya başladı. Böylelikle oluşla düşünce arasına sistemler girmeye başlamış ve hayatın dinamikliği ve canlılığı, artık taze düşünce ve fikir olarak ilim dünyasına yansımamaya başlamıştı. Bu durumda yaratıcı düşünce, mevcut muazzam zihni sistemlerin lâbirentlerinde adeta saklambaç oynuyor, bu lâbirent içinde yeni dehlizler ve yeni yollar keşfetmekle uğraşıyor ve bunu büyük buluş telakki ediyor ve zamanla kendini tüketiyordu. Böylelikle ilim ve düşünce, kalın duvarlı müesseseler ile toplumdan ve yaşayan hayattan ayrılmıştı; ilim adamlığı ise varlığını ve menfaatinin devamını gaye edinen bir sınıf olmaya başlamıştı.

Dolayısıyla, Kur’an’ın diriltici soluğu, o sıcaklığı ve tazeliğinde topluma ulaşmadan büyük zihni sistemler, kalın duvarlı müesseseler, girişi ve çıkışı sıkı kontrol altına alınmış sınıflar içinde kayboluyor etkisi ve gücü asgariye indiriliyordu. Kur’an’ın diriltici soluğunu taşımak için var olan İslamî disiplinler ve müesseseler taşıma görevini yapma yerine, diriltici soluğun ulaşmasına engel olmaya başlamışlardı. Neticede, İslam toplumu, diriliğini, dinamikliğini ve canlılığını kaybetmişti.

Dinamikliğini kaybeden İslam toplumu önce düşünce planında yeni fikirler ortaya koyma yerine mevcudu öğrenme ve bir sonraki nesle nakletme yolunu seçti, böylece muhafazakarlık bir erdem haline getirildi. Bunu yapabilmek için ilimde bir nevi standartlaşmaya gitti ve bazı düşünce okulları ve bazı kitaplar resmileşti. İlim talipleri okullarda, resmîleşmiş kitapları okuyor ve en azından resmî anlayışın ve siyasal gücün devamını sağlamayı becerebiliyorlardı. Fakat bu durum fazla süremedi, Batı’da XVII ve XVIII. yüzyılda gerçekleştirilen zihniyet devriminin neticesi olarak, önce düşünce planında İslam dünyası farkına varmadan üstünlüğünü kaybetti. Descartes (1650), Spinoza (1677), Lock (1704), Leibniz (1716), Hume (1776), Kant (1804) ve Hegel’lerin (1831) yetiştiği dönemde, o zamanki İslam düşünce ve dünyasının temsilcisi olan Osmanlı’da, yaşadığımız hayatın tayinine tesir edebilmiş düşünce adamları maalesef yetişmedi. Farkına varmadan kaybettiğimiz kültürel üstünlüğün doğrudan neticesi, somut siyasî mağlubiyetti. XVIII ve XIX. yüzyılda bütün çabalara rağmen Osmanlı devletinin siyasi alandaki kayıp ve yenilgileri durdurulamadı ve I. Dünya Savaşı sonunda ise İslam dünyası hemen hemen bütün toprakları işgal edildi.
XX. yüzyılda ise Müslümanlar çok farklı bir fenomenle karşı karşıya kaldılar. Siyasî hürriyetlerini görünüşte kazandılar ve fakat, seyahat ve iletişim araçlarının gelişmesiyle ortaya çıkan modernite/globalleşme, İslam’ın sosyal ve toplumsal üstünlüğüne son verdi. Bugün bütün İslam ülkelerinde, eğitim, yönetim ve iktisadi kurumlar, bütünüyle meslekler ve sinema, tiyatro, roman, müzik ve mimari gibi bütün sanat formları, ev döşeme usullerinden giyiniş ve davranış tarzları orijini itibarıyla İslamî değil batılıdır. Kültürel, siyasi ve sosyal üstünlüğünü birer birer kaybeden İslam dünyası bir konuda üstünlüğünü asla kaybetmedi: Din. Şimdi Müslüman nesiller bu üstünlük psikolojisinden hareketle, kaybettikleri kültürel, siyasî ve toplumsal alanların yeniden nasıl fethedileceğinin hayallerini kurmaktadırlar.

B) Bir Sosyal Kırılma Olarak Modernite

Kant’ın ‘insanın kendi kendine aşıladığı vesayet hissinden kurtulma’ diye tarif ettiği Aydınlanma, batıda, Hıristiyan geleneğinin gücünü kıran, iyiyi, doğruyu, güzeli ve yeniyi keşifte insana ve insan aklına güvenen bir zihniyet devrimi yaptı. Bu batı insanının tabiata, insana ve tarihe bakışını değiştirdi ve insanoğlu için yeni gayeler ve hedefler belirledi. Yönünü geçmişe değil, geleceğe yöneltmesini söyledi. Bu dünyada yalnız olduğuna, inanan insan önce kendine, kabiliyetlerine ve aklına güvendi ve sonra refahı, mutluluğu ve geleceğinin içinde bulunduğuna inandığı yeniyi arayıp araştırmaya başladı. Önce maddeye yöneldi, maddeden kendine teknoloji diye bir güç çıkardı. Kendisine kültürel, siyasî ve sosyal alanlarda üstünlük veren bu güç aynı zamanda, doğru yolda olduğunun güvencesi ve garantisini verdi. Modernite olarak niteleyebileceğimiz bu olgunun temel özellikleri şunlardır:

1- Modernite meşruiyetini kendinden almaktadır. Modern düşünceye kadar tarihte her fikrî oluş kendini bir geleneğe bağlar ve bir düşünüş ve fikir hareketinin devamı olduğunu iddia ederdi. Modernite ise fikrî planda kendisini bir düşünce geleneğinin devamı olarak görmez, aksine öncekilerden ayrı ve farklı olduğunu iddia eder. İşte bu sebeple moderniteyi evrensel anlamda bir düşünce kırılması olarak niteleyebiliriz. Gelenek meşruiyetini aşkın bir alandan devşirirken, modernite gerçeği, doğruyu, iyiyi ve güzeli tayinde aşkın olanı değil kendini esas alır. Böyle davranmakla modernite, hem aşkın olan bir tavır geliştiriyor, hem de gittikçe kendine güveni artıyordu. Dolayısyla, gerçeklik aklın ve tecrübenin sınırları ile sınırlandırılmış, insan imajı değişmiş, insan Tanrı’nın yer yüzündeki halifesi olmaktan çıkarılmış ve hem cinslerinden daha fazla gelişmiş bir canlı olarak algılanmaya başlanmıştı. Otoritenin en çok gerekli olduğu ahlakî alan ise tartışmadan başka bir şey yapamayan aklın insafına bırakılmıştı. Kısacası modernite hem kendi varlığının meşruluğunu hem de bir dünya görüşü olarak doğru olduğunu metafiziğe veya tarihe dayanarak değil bizzat kendi esaslarına dayanarak iddia etmekteydi.

2- Modern bakış açısı kutsaldan bağımsız aklı, toplumda ve düşüncede yegane otorite kabul etmektedir. Geleneksel toplumlarda gerçekliğin tayinini din yapmış ve ahlakî alana daima dinî otorite hakim olmuş, akıl ise daima dinî esaslara tâbi olmuştur. Modern toplum ve düşüncede akıl hakim otorite, din ise ona tabii hale getirilmiştir. Tanrı dahi var olabilmek için aklın varlık kriterlerinden geçmesi gerekir. Dolayısıyla ahlakî, metafizik ve insanî gerçekliğin vahiy vasıtası ile tayin ve tespiti Tanrı’dan alınmış, akılla tespit etmeye çalışan insana verilmiştir. Bu tavır neticesinde, dinin önce üretilen kültür ve bilgide ve daha sonra sosyal ve kamusal alanda hakimiyeti zayıflatılmıştır. Geleneksel toplumlardaki dinin yerini, modern toplumda akıl almıştır.

3- Modern dünya görüşünde hakikat sadece rasyonel ve olgusal olanla sınırlandırılmıştır. Tabiat ve kainat, aklın ve tecrübenin ışığında ‘metafizik’ hurafelerden temizlenmiş ve insanın düşünce ve tecrübesine amade bir obje haline getirilmiştir. Teolojik anlamda Tanrı’nın, meleklerin ve ahiretin varlığı veya yokluğu rasyonel olarak ispat veya reddedilmeye çalışılmıştır.

4- Modernite kendi varlığını, modern devlette ve onun bir yansıması olan, parlâmento, üniversite ve bankalar gibi bütün modern kurumlarda somutlaştırmaktadır. Bütün bu kurumlar hem çıkış kaynakları bakımından hem de işleyişleri açısından meşruiyetlerini dinî kültürden değil insan tecrübesi ve akıldan almışlardır.

5- Moderniteye göre din, ahlak fizik ve metafizik alanı tayindeki tekelciliği bırakmalı, sosyal, siyasal ve kültürel hayata ise hiç karışmamalıdır.
Şimdi akıllara şu soru takılmaktadır: Modernite burada neden insan hayatına büyük kolaylıklar getiren teknolojinin mucidi ve müreffeh ve mutlu bir toplum yaratmanın sebebi olarak görülmemektedir? Aksine sosyal bir kırılma tarzında negatif bir olgu olarak takdim edilmektedir? Moderniteyi bu tarzda algılama bir dünya görüşü ve bakış açısının neticesidir. İnsanoğlu daima semadan gelen ışıkla, yani vahiyle aydınlanmış ve bu ışığın aydınlığında kendini, toplumunu, kainatı ve Yaratıcısını tanımıştır.

İnsanoğlu semadan verilen hikmetle, toplumu var eden ahlakî kuralları, kainata ve insana dair ilmî disiplinleri oluşturmuş ve semadan gönderilen ruhla vizyon yakalamış ve sanatına can vermiştir. Bu temel espiri insanlık tarihi ile birlikte her toplumda ve her coğrafyada modern döneme kadar devam etmiştir. Modern çağa gelindiğinde insanoğlu ilk defa, kendi aklı ile aydınlanabileceğini ve Tanrıya ihtiyacı olmadığına inandı. Bu ışığın aydınlığında bilim ve teknolojide büyük devrimler gerçekleştirmesine rağmen, manevî ve ahlakî bakımdan belki de en karanlık dönemini yaşıyor. Meseleye bu açıdan bakıldığında semavî dinlerle varlığını devam ettiren ve bir çok medeniyetler Kur’an insanoğlu belki de ilk defa semavî medeniyetler halkasını kırmış ve kendi aklına dayalı bir medeniyet kurmaya çalışmıştır. İşte bu sebeple modernite bir sosyal kırılma olarak görülmektedir.
Fakat bu sosyal ve düşünsel kırılma bir ara, hatta bir geçiş dönemi olma durumundadır.

Modernite insanlık tarihinin ulaşmak için büyük mücadelelerle tekamül ettirdiği bir son bir nihai nokta ve ulaşılabilecek en yüksek seviye değildir. Tarihin sonu gelmemiştir. Aksine, insanlık semadan gelen ışığın kıymetini daha iyi anlayabilmesi için zorunlu bir ara döneme girmiştir. Bu ara dönemde insanoğlu bir kez daha Tanrısız ve kitapsız yapamayacağını anlayacak ve yeniden Tanrı’ya yönelecek ve ondan insanlığa gelen mesaja, yeniden kulak verecektir. Zira insan kendine varlık veren ilahî özünü yok ederek varlık bulamaz. İnsanlık tekrar semaya ve Tanrı’ya yöneldiğinde önce kendi dinini yeniden keşfedecek ve daha sonra da semadan gelen son mesajı gündemine alacaktır.

İnsanlık manevî açlığının ve ahlakî çözülmenin zorunlu bir neticesi olarak tekrar İslam’a yönelecektir. Fakat bu çağda insanlığa cazip gelen İslam’ın kendi tarihi içinde ve İslamî disiplinler çerçevesinde ortaya koyduğu entelektüel ve fikri birikimi değildir. İslam medeniyetini yeniden inşa gayesiyle sadece İslamî disiplinlere yönelmek, İslam’ı canlandıracak yerde tarihselleştirecektir. Bu şekilde takdim edilen İslam, çağdaş bir insanın gözünde, geçmiş milletlerin dini olarak kalacaktır.

Bu çağın problemi, ortaçağ Hıristiyan dünyasında olduğu gibi, entelektüel zayıflık veya yeterince rasyonel olmama değil, tam aksine manevî ve ahlakî zafiyettir. Bu sebeple İslam’ı bir nevi rasyonelleştirme ameliyesi olan İslam modernizmi, İslam’ı bu çağda alternatif ruhî ve ahlakî bir yol tarzında takdim etmekten çok uzaktır. Onun yapacağı en iyi şey İslam’ı modern düşünceye entegredir. Dolayısıyla, İslam’ın Hıristiyanlıktan ve İslam düşüncesinin ise çağdaş batı düşüncesinden daha fazla veya en az onun kadar rasyonel olduğunu ortaya koymaya çalışan bu fikrî yönelişi fazla ciddiye almamak gerekir. İslam’ın bu çağa vereceği şey ahlak, maneviyat ve fazilettir. İslam’ın bu boyutunu entelektüel manada tasavvuf, sosyal boyutunu ise yaşayan İslam toplumu, cemaat ve cemiyetler temsil eder. Öyleyse önce ahlakın, faziletin ve maneviyatın en önemli kriter olduğu Sahabe toplumu gibi, erdemliler toplumu oluşturulması ve sonra bu sağlam sosyal zemin üzerine bilgi, kültür ve medeniyet inşa edilmesi gerekmektedir. Fakat bu nasıl olacak? Kur’an ve hadisler, iyi ve kötüsüyle bütün bir İslam tarihi, kelamı tasavvufu ve fıkhıyla İslamî disiplinler işte orada durmakta. Bunlardan bir ruh alıp, şu ölü topluma diriltici soluklarıyla kim can verecek. Bize göre, İslamî düşünüş ve yaşayışı ihya etme, entelektüel (knowledge) bir iş olmaktan ziyade bir ruh (presence) işidir. Bilgi kazanılır, ruh ise verilir. Tanrı’nın kendi katından hikmetle yoğurduğu yüce ruhlar, Kur’an ve İslam geleneğine mezc edilmiş canı kendi ruhlarından geçirerek şu ölü topluma can veren soluklarıyla dirilteceklerdir.

C) Sosyal ve Entelektüel Yeniden İnşa

İslamî yaşayışın yeniden ihyası bir entelektüel faaliyet olmaktan ziyade bir irşat işidir. Bu sebeple bir Müslüman entelektüel İslamî yaşayışın değil de İslamî düşünüşün yeniden inşası hakkında fikir beyan etmeye cüret edebilir; her ne kadar bu iki işin bir birinden tamamen ayrı olmadığını bilse de. İslamî düşünüşü yeniden inşayı düşünen her Müslüman entelektüelin karşısına uygun bir tavırla yönelmesi gerektiği iki farklı alan çıkacaktır. Bunlardan biri, tarihî İslam düşünce geleneği, diğeri ise içinde bulunduğumuz durumu her yönüyle tayin ve tespit eden, modern batı düşüncesi. İslamî düşünüşün yeniden inşasını hedefleyen Müslüman entelektüel bu iki alana bir plan ve proje dahilinde yönelmek durumundadır. Aksi takdirde, plan ve programsız yola çıkan Müslüman entelektüeller neyi alıp neyi bırakacaklarını bilmedikleri için, zihni enerjilerini ve fikrî cehtlerini çoğu zaman boşa harcamak durumunda kalacaklardır.

İşaret edildiği üzere modernite batı toplumunu bütünüyle, diğer toplumları ise büyük ölçüde değiştirmiştir. İslam toplumu söz konusu olduğunda ise modernite önce devlet yapısı sivil ve askeri bürokrasiyi değiştirmiş, ve batı hukukunun kabulüyle kamusal alanda, batı tarzı yaşayış, zevk ve giyimini benimseterek kültürel alanda kendini kabul ettirmiştir. Dolayısıyla modernite önce kurum ve kuruluşlarıyla kamusal alanı tamamen işgal edip kendi hakimiyetine almış ve sonra sosyal ve ferdî alana yönelmiştir. Bugün Müslüman toplumların yapı taşı olan, geleneksel aile bile sarsılmakta ve hatta toplumun aşırı modernleşen kısımlarında yıkılışa doğru gitmektedir.

Modernite Müslüman fertlerin sadece giyim tarzlarını değiştirmekle kalmamış, aynı zamanda dünya görüşlerini de etkilemiştir. Binaenaleyh, dinden ve İslamî dünya görüşünden uzaklaşma tarzında neticelenen bu sürecin sebepleri irdelenmelidir. İçinde bulunduğumuz durumun tek sorumlusu olarak batının siyasi kültürel ve ekonomik hakimiyetini göstermek sorumluluktan kaçmak olacaktır. İslam’ı modern insanın algılayacağı bir dünya görüşü olarak sunamayan Müslüman entelektüeller bu durumdan en az batı kadar belki de daha fazla sorumludurlar.

Fert olarak kendimizi, Müslümanlar olarak toplumumuzu ve devletimizi ve insanımızı bu denli değiştiren modernitenin mahiyetini anlamamız için batı düşüncesinin temellerini oluşturan, Descartes, Kant ve Hegel gibi düşünürlerine ulaşmak ve benimsemeden idrak etmek durumundayız. Bu ifade edildiği kadar kolay bir iş değildir. Batı düşüncesini benimsemeden idrak etmenin Müslüman araştırmacı için psikolojik ve zihnî problemleri vardır; zihni formatlarımız Batı düşüncesini olduğu gibi kavramamıza uygun olmadığı gibi, psikolojimizde ise az gelişmişliğin ezikliği vardır. Fakat dilemmadan kurtulmanın yolu kendi kimliğimizde ve kendi tarihimizde saklıdır. Önce hak dinin ve tarihte büyük başarılara imza atmış bir milletin mensubu olmanın getirdiği psikolojik üstünlüğü kazanmamız, ve sonra Batıdan neyi alıp neyin terk edilmesi gerektiğine işaret eden bir zihnî yapıya sahip olmamamız gerekmektedir. Birincisi her Müslüman Türk ferdinin doğuştan getirdiği, diğerini ise bir niyet ve gayretle elde edilmesi gereken hasletlerdir. Bir Müslüman araştırmacı batılı düşünürlerin düşünce dünyasına, bu niyetle ve bu özellikte girmediği takdirde, Kant ve Hegel gibi düşünürlerin büyük zihnî sistemleri, Müslüman araştırmacının düşünüş tarzını etkiler ve hatta kimliğini değiştirebilir.

Bu çağdaki Müslüman fikir adamlarının bir çoğunun batı düşüncesinden etkilenerek ciddi bir mahiyet değişikliğine uğradıklarını görmekteyiz. Bunlardan bir kısmının düşünce dünyaları ve hatta egzistansiyel yaşamları tamamen batılı olup sadece ismen Müslüman kalmışlardır. Türkiye’deki sol ve laik entelektüel kesim bu zümredendir. Bunların benliklerinde imandan ve tarihten kaynaklanan psikolojik üstünlük hissi ve zihinlerinde bu hisle doğrudan alakalı esaslı bir proje olmadığı için, her hangi bir alanda asla orijinallik ortaya koyamazlar. Bunların yapabileceği en iyi şey batı düşüncesini Türkçe’ye tercüme etmek yada onu Türkiye şartlarında yeniden üretmektir. Sosyolojiden siyaset bilimine kadar, Türkiye’de sosyal bilimlerde yazılanlara bir göz atmak bizim bu tespitimizi doğrulayacaktır.

Diğer tarafta ise, iman ve yaşayış ve entelektüel birikim itibarıyla Müslüman kalabilmiş, ve kısmen de psikolojik üstünlüğü muhafaza edebilmiş olmasına rağmen, gerek batı düşüncesinin üstünlüğünden, gerekse zihninde esaslı bir proje olmaması sebebiyle, batı düşünce ve perspektifini esas alarak İslam modernizmini benimseyenler vardır. Seyyid Ahmet Han, Muhammed İkbal, Fazlur Rahman ve memleketimizdeki bir kısım Müslüman entelektüellerin temsil etmeye çalıştığı İslam modernizmi özü itibarıyla batılı bir projedir. Bu yolun nihayetinde, özgün bir İslam düşüncesi veya bir İslam medeniyetine ulaşmak mümkün görünmüyor. Bu tavrın yapabileceği en iyi şey, global fikrî hakimiyetini her geçen gün güçlendiren batı düşüncesi içine İslam’ı uysallaştırarak entegre edebilmektir. Bu bakış açısı aynı zamanda, İslam düşüncesini yeniden inşasını sadece zihni bir çabayla yapabileceklerine inanmış olmasıdır. Halbuki biz, tamamen fikrî görülen bu inşanın sosyal zemininin ancak ahlak ve maneviyat ile kurulabileceğini düşünmekteyiz.
Bütün bu mülahazalardan ilk ulaştığımız sonuç şudur: İslam düşüncesini yeniden inşa etmeyi hedefleyen Müslüman entelektüel önce batılılaşmadan veya batıcılaşmadan batı düşüncesini derinliğine nüfuz etmek durumundadır. Bundan sonra tarihi İslam düşüncesine yönelmelidir. Batıyı idrak etmede olduğu gibi, kendi geleneğimizle karşılaşma ve hesaplaşma sürecinde de bazı tehlikeler mevcuttur. Bunların başında düşüncede tarihselleşmek gelir. Kelamıyla, fıkhıyla ve İslam felsefesiyle sadece İslam’ın tarihî düşünce formlarını iyi bilmek, Müslüman alimleri tarihselleşmekte ve günümüzden uzaklaştırmaktadır. Bu durumda fıkıh, kelam ve tefsir bizim iç kimliğimiz olarak algılamakta ve bunların bize fikri ve yaşamsal realitenin kavranmasının kriterlerini verdiğini düşünmekteyiz. Bunun neticesinde, Gazali ve Razi’nin gözüyle moderniteyi anlamaya veya algılamaya çalışma veya fıkhın bir nevi tarım toplumunu esasa alarak geliştirdiği kurallarla endüstri sonrası modern toplumların problemlerini çözmeye uğraşma gibi bir çelişkilerin içine düşmekteyiz.

Bu sürecin neticesinde bir tarafta, tarihî İslamî disiplinleri benimseyerek oluşturduğu entelektüel kimlikleriyle yarattıkları kendi dar alanlarında var olmaya çalışan İslam alimlerini, ve diğer tarafta yaşayışı, düşüncesi ve hatta dünya görüşü modernitenin prensipleriyle belirlenmiş, ‘Müslüman’ toplumları ve modern dünyayı tanımayan din alimleri bu toplumun kültürü, sanatı ve düşüncesine ve insanına kılavuzluk ve rehberlik edecek konumda değildir. Hatta sıradan insanlarla dahi iletişim güçlüğü çekmektedirler. Dolayısıyla bu devrin Müslüman alim ve aydınları toplumun içinde bulunduğu durumu esas alan, entelektüel ve sosyal manada kurtuluşun yeni stratejilerini belirlemek durumundadırlar.

Sahihi bir yeniden inşa projesi, bir taraftan batılılaşmadan ve batıcılaşmadan modernitenin esasını oluşturan batı düşüncesini anlayıp tahlil edebilmeyi, diğer taraftan fikrî kimlik olarak benimsemeden İslam düşüncesini kavrayıp ihata etmeyi gerekli kılmaktadır. Fakat Müslüman entelektüel ister batı düşüncesine ve ister ise İslam düşüncesine yönelirken, bizzat kendinin oluşturduğu özgün bir zihniyetle meseleye yaklaşmalıdır. Diğer taraftan unutmamalıdır ki tamamen entelektüel bir faaliyet gibi görünen bu inşa meselesi, ahlakî ve ruhî bir iştir. Bu sebeple biz, bilgiyi ve bilmeyi sadece entelektüel bir faaliyet olarak değil aynı zamanda bir ahlak ve maneviyat meselesi olarak görmekte ve ahlakı ve manevî yetkinliği, bilginin şartı telakki etmekteyiz.

Bu yeniden inşa projesinde, biz İslamî olan hiçbir şeye karşı çıkmıyoruz. Kur’an ve hadisler, İslamî dünya görüşünün esaslarını oluşturdukları için doğrudurlar. Eğer bunlardan bazıları modern zihne garip hatta yanlış görünüyor ise, problem Kur’an ve sünnette değil modern zihindedir. Bu durumda yapılacak şey, Kur’an’ı ve sünneti modern zihne uygun gelecek şekilde yorumlamak, hatta değiştirmek olmamalı, tersine modern zihnin esaslarını sorgulamak olmalıdır. Eğer Kur’an ve sünnetin toplumsal kuralları bu modern toplumda uygulanamıyor ise, yapılacak şey, bu kuralların uygulanabileceği bir toplum yaratmak olacaktır. Bu anlamda dinde reformu onaylamayız. Modern zihniyetin beklentilerine göre ve moderniteyi esas alan, önce Kur’an ve hadislerdeki topluma yönelik kaideleri hükümsüz kılan ve sonra ibadetlerin yapılış biçiminde dahi değişiklikler yapmayı hedefleyen bir dinî reformu tasvip etmeyiz. Diğer taraftan bu tarz bir reform, bize Kur’andaki bütünlüğün bozulmaması ve İslam toplumunun bu konudaki hassasiyeti sebebiyle mümkün ve olası da görünmemektedir.

Şu son bir asırlık modernleşme ve batılılaşma maceramızda, batı önce siyasi, kültürel ve ekonomik bakımdan İslam toplumlarını değiştirdi. Modernleşme ve sekülerleşme kamusal alanda tamamen ve sosyal alanda ise kısmen gerçekleşti ve batı teslim alıp işgal edemediği tek yer olan dinî alanı ise İslam modernizmi ve dinde reform silahlarıyla sarsmaya başladı. Fakat İslam, tarihi entelektüel birikimi ve bir dinî kimlik olarak bütünlüğü ve güçlülüğü sebebiyle batının bu saldırılarına karşı koyacak potansiyele sahiptir. Bütün çabalara rağmen, Müslüman toplumlarda sekülerleşme olmasına rağmen, bizzat İslamda sekülerleşme olmamıştır. Dolayısıyla, İslam nihai planda kendi varlığına kasteden, İslam modernizmine ve toplumsal sekülerleşmeye karşı koymak zorunda kalacaktır. Aksi takdirde kendi varlığını dahi koruyamayacaktır.

İslamî düşünüşün ve yaşayışın yeniden inşası sadece entelektüel kapasite ve birikim gerektirmez aynı zamanda ruhî ve ahlakî bir yetkinliği de öngörür. Bu durumda bilme aynı zamanda ahlaklı olmanın ve ruhî yetkinliğin de kriteri olmalıdır. Diğer bir ifadeyle, bu inşayı tahakkuk ettirecek bilgi, sadece fikri ve zihinsel bir idrakten öte, bileni değiştirecek ve ahlakî ve ruhi bir transformasyona tabii tutacak bir bilgi olmak durumundadır. (To know is to be saved). Daha öncede ısrarla vurguladığımız gibi, İslamî yaşayışın hakim olduğu bir toplum inşa etmek fikir, ahlak, maneviyat ve aşkla mümkün olacaktır. Böyle bir toplumsal zemin üzerine inşa edilecek İslamî düşünüş ise ancak ahlakı ve manevî yetkinliği esas alan bir bilgi ile tesis edilebilir.

Meseleye bu açıdan bakıldığında, İslamî disiplinler içinde manevî yetkinliği bilmenin şartı yapan tasavvuf, İbn Arabi, İmam Rabbanî ve Mevlana’da görülen felsefî boyutu ve yaşayan tarikatlarda varlık bulan toplumsal boyutu sebebiyle bu yeniden inşayı başaracak disiplin olarak karşımıza çıkmaktadır. Tasavvuf, tarihî fikri birikimi ve felsefî seviyesi bakımından batı düşüncesini ihata edecek ve hatta onu aşacak konumdadır. Bugün batıda, Mevlana ve İbn Arabi cemiyetleri kurulmakta ve akademik ve akademik olmayan dergilerde tasavvuf ve büyük mutasavvıflar hakkında her yıl yüzlerce makaleler ve kitaplar neşredilmektedir. Batıda tasavvufa yönelik bu teveccüh sadece entelektüel bir macera olarak kalmamakta aynı zamanda insanların benliklerinde değişim yapan bir sosyal olgu olarak da gözlemlenmektedir. Yapılan araştırmalar İslam’a ihtida olaylarında tasavvufun önemli bir etken olduğunu göstermiştir. Bu olgu aslında, çağımızdaki değişimi ve beklenen inşayı sadece fazileti, ahlakı ve maneviyatı esas alan bir bilginin yapabileceği şeklindeki iddiamızı da desteklemektedir. Fakat İslam memleketlerindeki tarikatlar geleneksel sufî tipini muhafaza etmeye çalıştıkları için, modern toplumda marjinal kalmakta ve zamanla da zayıflamaktadır. Bu durumda tarikatlar modern dünyada, geleneksel yapıyı devam ettirmekle, modern bir form kazanmak gibi zor bir dilemma ile karşı karşıya kalmışlardır. Tarikatların geleceğini bu dilemmayı çözmedeki başarısı tayin edecektir. Tasavvuf ancak bu dilemmayı çözdükten sonra, bu inşa projesinde gerçek bir rol oynayabilecektir.

İslamî düşünüş ve yaşayışı yeniden inşanın sadece rasyonel ve zihni bir iş olmadığını, aksine ahlakî bütünlüğü ve ruhî yetkinliği esas alan bir bilgi vasıtasıyla başarılabileceğini ifade etmiştik. Bu durumda entelektüelliği aynı zamanda bir ruhî ve ahlakî talim ile birleştiren bilgi ve bu bilginin sosyal ortamlarda asimilasyonu ideal bir tarz haline gelmektedir. İbadet atmosferinde kazanılan bu bilgiden fikirle birlikte feyz alınacaktır. Bunun neticesinde oluşan cemaatin sosyal boyutu, ahlakî ve manevî boyutu kadar önemlidir. Bu açıdan bakıldığında, dindarlıkla sosyaliteyi özdeşleştirmiş ve hatta dinî ve manevî tekamülü sosyalite de arayan yeni bir Müslüman tipi ortaya çıktığı görülür. Bu yeni ve oldukça da farklı bir fenomendir. Geleneksel anlamda ruhî yetkinlik ve takvanın, daha fazla ibadet, çile ve inziva ile kazanılacağına inanılırdı. Fakat bugün, takvayı ve ruhi yetkinliği ibadetle birlikte sosyalitede arayan insanlar görmekteyiz. Modern dünyada, tarikatlar kendi varlıklarının devamını ve cemaatın geleceğini toplumdan soyutlanarak gettolar oluşturmada görürken, okuyarak manevi bakımdan yetkinleştiklerine inanan bu yeni ‘tip’ Müslümanlar, varlıklarının devamını ve geleceğini toplumsal olanda arayan sosyal dervişler olarak karşımıza çıkmaktadırlar.

Dindarlık ve takva sosyalite ile yani sosyal faaliyetlerle kazanıldığı için, nihai planda bunların hedefi toplumu değiştirmek olacaktır. Binaenaleyh, Sahabe toplumunda olduğu gibi, seviyeli bir ahlakî standarda ve manevî yetkinliğe ulaşılır ise, İslamî düşünüşün sosyal zemini oluşmuş demektir. Asıl olan sağlam bir sosyal zemindir ve daha sonraki fikrî inşa kendiliğinden oluşacaktır.

Modernizm ve Modernistlik

Abdurrahman Arslan

Kurtuluş Kalbimizle Düşünmekte

Sorular

1- Modernizmin en ayırt edici özellikleri nelerdir? Modernizm batılı olmayan toplumlara telkin mi edilmiştir, yoksa bu toplumlar modernleşmeyi kaçınılmaz bir süreç olarak mı algılamışlardır?

2- Müslümanların modernleşme karşısında geliştirdikleri eleştirileri nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu eleştiriler (Örneğin, teknoloji konusundaki yaklaşımlar) realiteye tekabül ediyor mu? Sizce bu eleştirilerin ne kadarı Batı'nın kendi içinde modernliğe karşı geliştirdiği eleştirilerden veya içine kapanan gelenekçi tutumun çözümsüz tepkiselliğinden etkilenmiş, ne kadarı Kur'an merkezli bir cevap çözümlemesine yönelebilmiştir?

3- İslam Ülkeleri'nde ve Üçüncü Dünya'da modernizm olgusuna duyulan zihinsel ve davranışsal yakınlık modernist tutumun oluşmasına neden olmuştur. Seyyid Ahmet Han veya Cemalettin Afgani örneklerinden hareketle İslam dünyasındaki düşünürlerin modernizme yönelik tavırları arasındaki farklılığı nasıl değerlendiriyorsunuz? Ve bu farklılığı aynı kategoride vasıflandırabilir miyiz?
4- Modernlik ve modernleşmeye karşı İslam dünyasında nasıl sahih bir alternatif oluşturulabilir?


1- Sahih olma özelliği büyük oranda kaybolmuş Hristiyanlığın şekillendirdiği bir bilinçle evreni yeniden yorumlamanın sonucu modern dönem Rönesans ve Reformasyon dediğimiz, daha sonrada Aydınlanmanın geleceği bir süreçle başlamış olur. Bu dönemde, deyim yerindeyse, başta insanın kendisi olmak üzere her şey yeniden inşanın en belirleyici özelliği merkezinde Tanrı'nın olduğu Kutsal bir düzenden, insanın merkeze alındığı "dünyevi" bir düzene geçiştir. Bundan dolayı modernite din'e bakarak kendisini tanımlar ve Tanrı'nın bulunduğu merkeze insanı yerleştirir. Dolayısı ile modernite insan merkezli bir niteliğe sahiptir. Diğer bir deyimle, modernite varlık dünyasını aşkınlığından yani Tanrı otoritesinden kopararak insan için serbest, canının istediği gibi hareket edebileceği yeni özgürlük alanları açma girişimidir. Bu alanlardan birisinin bilim/teknolojinin alanı olduğunu vurgulamak yanlış olmasa gerek.

Dünyayı geçici olmaktan çıkartıp, onu ve kendisini ebedi kılmaya çalışan modern insanın özelliği, baktığı her şeyin ilahi yönünü ihmal ederek sadece maddi yönünü, yani ölçülebilir, tartılabilir, hesap edilebilir haliyle görmek isteyen bir bilince sahip olmasıdır. Bu bilincin ortaya koyduğu proje (modernite) sonuçta kendine has yeni bir eğitim, yeni meslek tercihleri, yeni evlenme yolları, yeni düğün şekilleri, yeni çocuk büyütme yöntemleri, kendine has yeni bir aile modeli, yeni alış-veriş biçimleri, yeni sosyal ve siyasal kanaat ve tercihler sundu insanlara. Bu sürecin ayırt edici özelliklerini kanımca şöyle özetlemek mümkün:

a- Protestanlık; Mevcut, yaşanmakta olan dinin yeniden yorumlanması. Bu yorumun sonucudur ki otorite "gökten yeryüzüne" indirilmiştir. Bu sürece sekülerizm demenin açıklayıcı olacağını ve modern sürecin en belirleyici yönünün de sekülerizm olduğunu vurgulamak gerekir.

b- Hümanizm: Yanlış ve doğruyu bildiren kaynağın Tanrı olmaktan çıkartılarak insana devredilmesi. Dolayısı ile artık Tanrı otoritesi söz konusu değildir; sözkonusu olan insan ve onun tercihlerinin belirleyiciliğidir. Hümanizm toplumsal örgütlenme biçimi olarak Hristiyanlığınkinden farklı olan ve adına bugün ulus-devlet dediğimiz yeni bir örgütlenme biçimi getirir.

c- Rasyonalizm: Başlangıç ve ilk dönemlerde etkisi fazla gözükmemesine karşılık, modern zamanları belirleyen önemli ve güçlü düşünce akımıdır. Doğru ve fakat vurgulanması gereken önemli bir nokta burada aklın belirli bir "kullanım biçimi" söz konusudur. Her şeyden şüphe etmek bu aklın hem özelliği ve hem de hakkı sayılır.
Modernizm sonraları batılı olmayan toplumlara telkin edilmiş ve bu toplumlarında modernleşmeyi kaçınılmaz bir süreç olarak algılamış olmalarına rağmen; başlangıçta modernite, modern güçlerin ellerindeki araçlara, özellikle askeri araçlara sahip olmak olarak algılanmıştır. Bu da dünya genelinde yaşanan sömürgecilik olayı ile hesaplaşma, varlıklarını sürdürme şeklinde tezahür eder. Dolayısıyla modernite batılı olmayan toplumlarca sömürgeci güçlere karşı koymak için bir "araç" olarak görülür. Modern değerlerle kendi toplumsal yapılarını değiştirme arzusu başlangıçta söz konusu değildir. Fakat trajik bir şekilde modernitenin parçaladığı kendi geleneksel yapılarını yine modernitenin araçları ile yeniden kurmak istemişlerse de, doğal olarak başaramamışlardır.


2- Kanımca geliştirilen eleştirilerden önce modernitenin kendisi ve doğurduğu süreçler üstünde tartışılmaya başlanmakta oluşu çok daha önemli ve umut vericidir. Çünkü bu olay önceleri "Batılılaşma" olarak ortaya koyulduğu için mesele çok basite indirgenebilmiştir. Bu da çok zaman "Batı" karşısına "doğu/İslam" kimliği öne çıkartılarak çözüm aranmasına girişilmesidir. Aynı kutupsallığı "Asya'nın müslüman olmayan toplumlarında da görmek mümkündür. Oysa meselenin coğrafî temelde bu şekilde ortaya koyuluşu hem İslami değildir; hem de oldukça oryantalist bir söyleme dayanmaktadır. Dolayısı ile meselenin doğu-batı ikilemine sokularak özellikle farklılığın "form"a indirgenmiş olması olayın ve sürecin kendisini görmemize engel olmuştur denebilir.

Öte yandan moderniteye karşı girişilen mücadelenin neticesinde, bu mücadeleye girenlerin de modernitenin bir parçası olduklarına yaşanan tarih süreci içinde şahit olduk. Bütün bu uzun ve o nisbetle de oldukça pahalı bir tecrübenin sonucu başta bilim/teknoloji olmak üzere her şeyin yeniden düşünülmesi gerektiği kanaatindeyim. Çünkü her şey gibi bilim/teknoloji de değerden bağımsız değildir. Dolayısı ile dünyanın köklü bir dönüşümü yaşadığı günümüzde ne modernliğin ne de 20. yüzyılın ölçüleri içinde kalarak düşünmenin, mevcut "realite"nin diyalektiğini kırabileceğimize yardımcı olabileceğini sanmıyorum. Oysa "realitenin" müslümanca yeniden bir tanımını yapmak hayati bir zorunluluktur. Fakat bunun mevcudu görmemezlik anlamına gelmeyeceği kanaatindeyim.

Müslümanlar modern güçlerle karşılaştıkları günden bu yana "realiteye" tekabülün karşılığı olarak İslam'ı, modernitenin aynasında "alternatifler" bulmak için yeniden "ürettiler". Oluşturulan, inşa edilen her yeni alternatifin önüne "İslami" kelimesinin getirilmesi bunun bir ifadesi olsa gerektir. Bunun ise İslami anlayışımızı seküler yapan bir düşünce biçimi ve süreç olduğuna inanıyorum.
Moderniteye yönelik eleştirilerin Batı'nın kendi içinde geliştirdiği eleştirilerden etkilenmemiş olduğu düşünülemez. Unutmamak lazım ki müslümanlarda artık modern dünyanın kolaylaştırıcı "atıflar" taşıdığını vurgulamak istiyorum.


3- Bu soruyu müsaade ederseniz şimdilik tartışmak istemiyorum.


4- Modernite "kalbin belirli bir hal ile dünyaya bakış biçimi",diğer bir ifade ile "aklın belirli bir kullanım türü" olarak tanımlanabilir. Burada vurgulamak istediğim ve çok zamanda gözden kaçan -kanımca- önemli bir nokta vardır. Bu nokta da kendisini, bir çok form'da ifade edebilir, inanılanın aksine modern olan geleneğin veya din'in yerine geçmez; yada varsayılanın aksine bunlara karşı değildir. Fakat yeni bir şey oluşturmak, meydana getirmek üzere onlarla ortaklık kurar veya onlarla birleşir. Dolayısı ile moderniteyi modern yapan onun seküler karakteri ve kendisinin de sadece seküler değil aynı zamanda sekülerleştirici bir sürece içkinliğidir. Bu ise "ilerleme" fikri üstüne inşa edilmiştir.

İslam adına modern dünyaya alternatif olarak, "aydınlanma" geleneğinin çok kötü kopyalarını ürettiğimizi düşünüyorum. Artık "modern" zihinlerle düşünmekteyiz. Yani aklın "modern kullanım türünü" "nihayet" bizde edinmiş bulunmaktayız. Kur'an'ı da artık pozitivist/rasyonalist bir yöntemle "tefsir" etmemiz bunun ifadesi değil mi? Artık batı ile baş edebilmek için zengin olmak gerektiğini düşünmüyor muyuz? Acaba fazla "realist" olduğumuz söylenemez mi? Bundan dolayı her şeyin tartışmaya açık olduğu ve "sesli düşündüğümüz" bir dönemde; kanımca, başta yapılması gereken "kalbimizle düşünmenin" yollarını öğrenmek/bulmaktır. Bunun rasyonalist/pozitivist düşünme ve algılama biçimini aşmamıza yardımcı olacağını sanıyorum.

Belki de bundan önce, artık modern dünyayı "negatif kabul edip onun aynasında "pozitif olanını üretmenin İslami olamayacağını yeniden düşünmekte fayda olacaktır. Mefhumu muhalifinden yola çıkarak düşünme kolaylığına düşmeden, şunu söylemek istiyorum; maddi hayatı "modern anlamda dikkate almayan bir algılama biçimi, düşünme şekli edinmek, kazanmak durumundayız. Moderniteyi ancak bu şekilde aşabileceğimizi düşünüyorum. Bu ise ancak düşünceye irfanı (hikmet) bir boyut katmakla mümkündür. Bilindiği gibi irfan "maddi olana" öncelik vermez; bundan dolayı teslim olucu değil, değiştirici ve dönüştürücüdür.

11 Ocak 2008 Cuma

MİSK YARALANINCA DA GÜZELDİR

Ahmet FARUK




Üzerinde güneş batmayan İngiliz İmparatorluğu’nun sınırları Kraliçe Viktorya zamanında 11 milyon metre kareye ulaşmıştı. Diğer emperyalist ülkeleri de hesaba kattığınızda dünyanın, özellikle de İslam aleminin önemli bir bölümü (yirminci asrın başlarında) fiilen işgal altında idi.

Doğu, mana ve maddesi ile Batılılar tarafından talan edilmişti.
İşgal fotoğrafı, Müslümanların küfre karşı muhalefet iradesini besledi.
Mevcut siyasi yapılanma ile İslam Coğrafyası’nı daha fazla idare edemeyeceklerini anlayan Batılılar, direniş dalgasını kırabilmek için müsemmaları ile geri çekilip, gölgeleriyle var olmayı tercih ettiler. Değişen şartlara bağlı olarak kurulan devletçiklerin başına da dış görünüşleri ile Doğu’ya, zihniyetleri ile Batı’ya ait idareciler getirdiler. Bu yolla dirilişin önüne geçebileceklerini düşündüler. Fakat olmadı; Başaramadılar. İslam medeniyeti zamanla yeniden bir canlanma sürecine girdi. İlmi ve fikri anlamda bir neş ü nema başladı.

Yirminci yüzyılın ilk yarısında Doğu’da, Batı hala en büyük siyasi müessirdi fakat nüfuzu ilk günlere nispetle ciddi anlamda zayıflamakta idi. Günümüze doğru gelindikçe Batı ile İslam dünyası arasındaki denge hızla Müslümanlar lehine değişti. İslam coğrafyasının nüfusu ihtida hareketleri ile artarken Hıristiyanlar dinden dönme teşebbüsleri ve dağılan ailevi yapılarıyla azalma sürecine girdiler. Misyonerlik faaliyetleri de, Kilisenin tayin ettiği hedefi tutturmadı. Zira ilk bin yılda Avrupa’yı, II. bin yılda Amerika ve Afrika’yı Hıristiyanlaştırdıklarını söyleyen müteveffa Papa John Paul, üçüncü bin yılda Asya’yı/İslam Dünyasını Hıristiyanlaştıracaklarını söylemişti. Kendilerine Hıristiyan olmaları teklif edilen Müslümanların sunulan bütün imkanları reddedip İslam’da sebat göstermeleri Batı’yı mezkür hedefini gerçekleştirme noktasında farklı arayışlara sevk etti.

Batı, ihtida hareketleriyle kaybettiği insanına sahip çıkabilmek için İslam’ı tahkir ve tezyif etme sıtratejisi izledi. Kurduğu örgütlerle kendi değerlerini evrensel gösterip, İslam’ın esaslarını terörizmin kabulleri olarak tanıttı.

Kamuoyunu da buna inandırabilmek için 11 Eylül hadisesi gibi olayları ya bizzat tertip etti ya da onların oluşmalarına ön ayak oldu. Fakat yine de ihtida hareketlerinin önüne geçemedi.

İslam’ın muazzam yürüyüşünü engellemek için geliştirilen bütün açılımlar akamete uğrayınca, Batı klasik haçlı anlayışını yeniden tedavüle sürdü. Bir farkla ki Allah Resulü’nü (s.a.v.) tezyif ederek Haçlı ordusuna asker toplayan papazların yerine karikatüristleri ve yazarları istihdam etti.

İlk olarak Danimarka basınında yer alan ardından Norveç, Fransa, Almanya, Hollanda, İtalya, İspanya, İzlanda ve Meksika medyasında da geniş ölçekte yer bulan, karikatürler, İslam’ın muhteşem duruşu karşısında iflas eden Batı medeniyetinin klasik haçlı ruhunu canlandırma projesinin bir adımıdır.

Batı, Allah Resulü’ne (s.a.v.) hakaret ederek varis olduğu haçlı ruhunun gereğini yaptı. Hakareti sahiplenme noktasında siyaset adamından yazar-çizer taifesine kadar yek vücut bir görüntü sergiledi. Batı’nın sövmeyi fikir hürriyetinin arkasına sığınarak meşrulaştırma gayreti ise, kendi değerlerini evrensel göstermesinin tipik bir yansımasıdır.

Bu mülevves manzara karşısında Müslümanlar nasıl bir duruş belirlemeliler, dirilişin önüne konan yeni engeli ne yaparak aşabilirler? Öncelikle bu gün Irak’ta olduğu gibi medeniyet içi meşrep ve mezhep çatışmalarını (Sünni-Şii) bir tarafa bırakarak yek vücut olmalıdırlar. Ardından Ümmet’in sevad-ı a’zamını teşkil eden Ehl-i Sünnet’in kabulleri çerçevesinde entellektüel birikimlerini ortak bir güce dönüştürmelidirler. Sonrasında ise sahabeden günümüze kadar Efendimiz aleyhisselamın hukukunu koruma çerçevesinde geliştirilen mücadele tarzlarını kullanarak geniş kapsamlı bir hareket planı hazırlamalıdırlar. Moğol işgali ve Haçlı saldırıları sonrasında yaşanan fetretlerin izalesi, benzer yaklaşımların kuvveden fiile taşınmasıyla gerçekleşmiştir.

İslam’ın medeni birikimini dikkate alarak bütün Müslümanları kapsayacak Peygamber aleyhisselam ile bütünleşme hareketinin nasıl olduğunu ve olacağını ifade noktasında şunlar söylenebilir:

Sahabenin Allah Resulü (s.a.v.) ile olan münasebeti modern zaman Müslümanları tarafından içtenlikle benimsenmelidir. Nasıl ki ol mübarekler Onun (s.a.v.) huzurunda, başlarına konan bir kuşu kaçırmak istemeyen kişinin sekinetiyle oturur, dinlerlerdi. Bizler de Sünneti’ne aynı ruh haliyle mukabelede bulunmalıyız. Hz. Ali gibi ölümün kuvvetle muhtemel olduğu gece kıyılan aşk nikahına sadakat uğruna Onun (s.a.v.) hakikatini gözümüz kırpmadan beklemeliyiz. Ya Nesibe… Uhut’ta yağan oklara karşı Peygamberi korumak için göğsünü siper eden insanlık tarihinin iffet abidesi… Ona (s.a.v.) hakaret etmektense ölümü tercih eden Hubeyb b. Adi… İşkence anında Mekke Müşriklerinin söylediklerini diliyle tekrar etmesi kendisine söylenmesine rağmen canını ortaya koyup Onu’n (s.a.v.) hatırasını koruyan Habeşli Bilal… Uhut’ta bir ara sessiz sedasız oturan sahabileri görünce “Niçin oturuyorsunuz?” diye soran; “Allah Resulü’nü şehit ettiler.” cevabını alınca da, “O halde kalkın, Onun (s.a.v.) öldüğü yerde sizler de ölün; Ondan (s.a.v.) sonra bir hayatı yaşıp da ne yapacaksınız.” diyen Enes b. Nadr… Hendek günü yaralanan, yaralı halde yattığı çadırında, “Ya Rabbi! Eğer Kureyş tekrar Efendimiz’in (s.av.) üzerine yürüyecekse bana şifa ver, yok eğer bir daha gelemeyecekse canımı al, al ki huzuruna şehit olarak geleyim.” diyen ve öldüğünde arşın kapsında binlerce melek tarafından karşılanan Sa’d b. Muaz…

Allah Resulü’nü (s.a.v.), İslam’ı tebliğden vazgeçirmek gayesi ile Kureyş’in görevlendirdiği Urve b. Mes’ud, Medine’de tanık olduğu manzarayı döndüğünde şöyle anlatmıştı: “Ey Kureyş! Ben çok devlet başkanları gördüm. Kayser’in, Kisra’nın ve Necaşi’nin meclislerinde bulundum. Fakat Muhammed’in ashabının Ona hürmet ettiği gibi hiçbir devlet başkanına tebası tarafından saygı gösterildiğini görmedim. Abdest suyunu getirmek için birbirleriyle yarışıyor, emirlerini uygulamak için tam tekmil bekliyorlar. Böyle bir Peygamberle uğraşmayın. Başaramazsınız.”

Ashabın Allah Resulü ile olan münasebeti sonraki kuşaklar üzerinde de derin izler bıraktı. Herkes, bulunduğu konumda Onun (s.a.v.) hatırasına sahip çıktı. Efendimiz’in (s.a.v.) hukukunu ihlal çerçevesinde nükseden saldırılara en etkili cevabı ulema verdi. Ebeveyni ile alakalı tartışmalar alevlendiğinde İmam Suyuti konuyla alakalı tam on farklı risale kaleme alarak Hz. Resulullah’ın temiz nesebini müdafaa etti.

Devlet-i Aliyye’nin ahir ömründe Fransız Ernest Renan, Efendimiz’e hakaret edince, ona karşı yazılan en harika reddiyeyi bir Türk aydını olan Namık Kemal kaleme aldı. Ernest Renan’ın hezeyanları İstanbul’a ulaştığı gün hadise, Müslüman aydınların yegane gündemi oldu.

Sultan II. Abdulhamid Han Hazretleri zamanında -bu gün olduğu gibi- Batı’da Hz. Resulullah’a (s.a.v.) hakaret etme hastalığı nüksetmişti. Bu çerçevede Fransa’da Peygamberimiz’i (s.av.) tezyif eden bir tiyatro hazırlanmış, tam sahnelenmek üzereyken Sultan II. Abdulhamid, Fransa’ya ültimatom vererek tiyatronun sahnelenmesinin siyasi bir hadise addedileceğini bildirmişti. Ulu Hakan’ın bu sert tepkisi üzerine tiyatronun Fransa’da oynanması iptal edilmişti. Fakat İslam düşmanları, aynı tiyatroyu İngiltere’ye götürüp orada oynatmak için hazırlıklara başladılar. Bu çerçevede Londra’da salonlar ayarlandı, biletler basıldı. Tam bu sırada Abdulhamid hadiseden haberdar oldu. Aynı kararlılıkla İngiltere’yi de uyardı. Fakat İngilizler, bu günkü halefleri gibi fikir hürriyetinin arkasına sığınarak tiyatroyu oynatacaklarını söylediler. Abdulhamid, Fransa’nın, meselenin vahametini anlayıp tiyatroyu iptal ettiğini söyleyince İngilizler, “Orası Paris burası ise hürriyetin beşiği Londra” diye karşı çıktılar. Bunun üzerine Sultan Abdulhamid Han Hazretleri “O halde ben de bütün alem-i İslam’a beyannameler gönderip İngilizler Peygamber Efendimiz’i tezyif ediyorlar, küfre karşı birleşiniz çağrısında bulanacağım.” deyince fikir hürriyetinden bahseden İngiliz gururu geri adım attı ve tiyatronun oynatılması iptal edildi.
***
Bu şartlar içerisinde yapmamız gereken öncelikli vazife, iliklerimize kadar yeniden ve tam bir kararlılıkla Hz. Resulullah’ın Sünneti’ni kuşanmak ve bu kuşanmanın bir gereği olarak Onu (s.a.v.) gerçek duruşuyla karşılaştığımız herkese anlatmaktır. Bu bağlamda ilim adamları her seviyeden insana hitap edecek şekilde Allah Resulü’nün hayatını anlatan eserler kaleme almalı, aydınlar küfre reddiyeler yazmalı/alem-i İslam’ın Efendimiz’e olan teslimiyetini resmedecek bir tavır içinde yer almalıdırlar. Yediden yetmişe top yekün Müslümanlar ise söz konusu ülkelerin mallarını boykot etmelidirler. Unutmamalı ki Müslümanlar olarak Efendimiz’e (s.a.v.) olan bağlılığımızı gerektiği gibi kuşanabilseydik, Batılı adam fikir hürriyeti adına bir buçuk milyar müslümanın gözüne baka baka Allah Resulü’ne (s.a.v.) sövmeye cüret edemeyecekti.
***
Modern zamanda orta çağ papazlarının zihniyetini benimseyip Hz. Resulullah’ı (s.a.v.) tezyif etme yolunu seçen Batı, kazanacağını düşünüyordu. Fakat kaybetti. Kutlu doğum etkinlikleri önceki yıllarla kıyas edilemeyecek bir heyecana tanık oldu. Milyonlarca insan Onu (s.a.v.) anlamaya koştu. Her tarafı güller kuşattı. Hani Mevlana diyor ya Misk ve amber yaralanınca da kazanır.” Çünkü yaralanınca var oluş gayesine erer ve her tarafa dalga dalga nefis kokular dağılır. Şimdi dünya yaralanan Gülümüz’ün (s.a.v.) hayat veren kokusuyla bereketleniyor. O (s.a.v.) yaralanınca da kazanıyor. Belki de normal halinden daha fazla.
Çünkü “Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır.”

BİREY OLMAK ÜZERİNE

İbrahim Kalın






Michael Foucault, bireyin, iktidar ilişkilerinin ürettiği bir araç olduğunu ileri sürdüğünde, kadercilik ve özgürlük karşıtlığı ile suçlanmıştı.
Foucault’nun tahliline göre, iktidar, her tür etkileme ve kontrol altına alma eylemini kapsayan geniş bir kavram. Bu manada bir diktatörün vatandaşlara tek tip kırmızı elbise giydirmesinden, içten bir dostluk bağına kadar hemen her tür ilişki biçimi, iktidarın kapsam alanına girebilir.
Foucault’ya göre, iktidar ilişkilerinden bağımsız, yalın ve özerk birey kavramı, Aydınlanma’nın ütopyalarından biri idi. Sanayi devrimi sonrası Avrupa’da bu ütopya hiç bir zaman gerçekleşmedi. Tersine, modern kapitalizmin ve vergi, eğitim ve nüfus sayımı gibi ulus-devletin zorunlu kıldığı toplumsal kontrol araçlarının yaygınlaşmasıyla, bireyin varlık alanı daha da sınırlı hale geldi. Bugün küresel bir nitelik kazanan tüketim kültürü, aynı sürecin önemli bir halkasını temsil ediyor: bireyi tanımlayan unsurlar, bireyin dışında ve ona hükmeden iktidar mekanizmaları olmaya devam ediyor. Siyasi güç, ekonomik nüfuz, sistemik ilişkiler, kitle eğitimi, eğlence sanayisi, monotonluk ve tekdüzeleşme, ileri sanayi toplumlarında olduğu kadar dünyanın diğer bölgelerinde de bireyin varoluş bağlamını düzenliyor, ona sekil veriyor.
Modernist projenin kriz alanlarından biri bu noktada netlik kazanıyor: Bilim, teknoloji, sanayileşme, piyasa ekonomisi ve rasyonel sosyal yapıların yaygınlaşmasıyla bireyin ve toplumun daha da özgürleşmesi ve rasyonelleşmesi beklenirken, tersine özgürlüğü kısıtlayan mekanizmalar gittikçe insan-üstü bir güce ulaşıyor ve gayr-i şahsi bir kimlik kazanıyor.
İktidar ve baskı mekanizmalarının gayr-i şahsileşmesi ve seyyal hale gelmesi, onların aynı zamanda tesbit ve tefrikini de imkansız hale getiriyor. Bir diktatörün zorba yönetiminin tersine, gayr-i şahsileşen baskı araçları, bir noktadan sonra kimliksiz ve adressiz yapılar halinde karşımıza çıkıyorlar. Bu ise, zahirde bir özgürlük ortamı olduğu zehabını doğururken, gerçekte kolayca tesbit edilemeyen ve derinlerde yatan iktidar ilişkilerini görmemizi neredeyse imkansız hale getiriyor. (Bu yüzden modernist projenin belki de görece en başarılı örneği olan Amerika’da özgürlük kavramının çok farklı anlamları var. Bu konuya bir başka yerde tekrar değineceğiz)
Foucault’nun bireyi tanımlarken iktidar ilişkileri üzerinde yoğunlaşması, özgürlük hareketlerini imkansız hale getiren kötümser bir bakış açısı olarak yorumlanabilir. Nitekim Foucault’nun pek çok münekkidi, bu yorumu tercih ettiği için, onu ‘muhafazakar’ bir aydın olmakla itham etmişlerdi. Foucault’nun tahlil biçiminin bizim açımızdan iki önemli yönü var. Birincisi, birey olma bilinci ile özgürlük kavramları arasındaki yakın ilişkiyi tavzih etmesi; ikincisi, modern toplum ve yasam biçiminin görünen, zahirdeki çehresinin ötesinde ve ‘derinlerde’ farklı bir ilişkiler ağının varolduğunu açığa çıkartması. Birey olma bilinci, kendini bilme ve kendi olma ile ne kadar irtibatlı ise, bireyin kemale eriş sürecinde önündeki baskıcı ve köreltici engellerin kaldırılmasını ifade eden özgürlük kavramı da birey oluş ile o kadar yakından ilintilidir. Dolayısıyla iktidar mekanizmalarının bireyi kitlesel bir metaya indirgediği yaşayış biçimlerinde –ki bu tanım geleneksel doğu toplumlarından ziyade, modern tüketim kültürü toplumları için daha uygundur—ne bireyden ne de özgürlükten bahsetmek mümkündür.
Foucault’nun dikkat çektiği ikinci yön, yani görünenin ötesinde ve altında yatan ilişki biçimlerinin açığa çıkartılması, Freud ve Chomsky, yakın zamanlarda da Charles Taylor gibi başka Batılı düşünürler tarafından da dile getirildi. Freud’un Medeniyet ve Ona Razı Olmayanlar (Civilization and Its Discontents) adlı eserinde dile getirdiği modern medeniyet kavramına yönelik şiddetli saldırı ve tenkitleri, benzer bir ön-kabülden hareket ediyordu: medeniyet aslında ileri, kentli, rafine ve daha yüksek bir yaşam biçimini değil, birbirine tahakküm etmeye çalışan vahşi yapılı insanların ihdas etmeye mecbur kaldığı yapay bir varoluş tarzını temsil eder.
Descartes ve Kant gibi Aydınlanma düşünürlerinin zannettiğinin tersine, insan özünde rasyonel bir varlık değildir. Bilindiği gibi, Freud’a göre insanın en baskın ve belirgin özelliği, içgüdülerinin, özellikle de cinsel güdülerinin kontrolünde olmasıdır. Bu güdüler, tarihte genellikle yıkıcı ve zorba eğilimler olarak ortaya çıkarlar. İnsanın yarattığı tarih, medeniyet, devlet, din gibi kurumlar bu eğilimlerin bastırılmasına yönelik tedbirlerden ibarettir. Özetle söyleyecek olursak, modern birey ve onun ürettiği modern medeniyet, aslında irrasyonel, karanlık ve zorba bir yaratığın başvurduğu son çaredir.
Freud’un bu köklü modernite ve medeniyet eleştirisi, sosyal bilimlerde dipteki yapıların tahlili diyebileceğimiz önemli bir eğilime kapı araladı. Örneğin linguistik alanında Chomsky’nin ‘derinlik grameri’ (depth grammar) üzerine yaptığı çalışmalar buna bir örnek olarak zikredilebilir. Chomsky, Batı düşüncesindeki ‘rasyonalist’ geleneğe dayanarak, insanın dil öğrenme ve konuşma yeteneğinin doğuştan getirdiği bir takım melekeler sayesinde mümkün olduğunu iler sürer. Zira Chomsky’ye göre gramer yapıları –hangi dilde olursa olsun-- muazzam derecede karmaşık bir iç örgüye ve mantığa sahip. Bir çocuğun böylesine karmaşık ve ‘dipte yatan’ gramer yapılarını, fonetiği, sentaks ve semantiği öğrenebilmesi ve dili ustaca kullanabilmesi, ancak bir tür ‘ön-programlama’ ile mümkün olabilir. Bu ise, bizi rasyonalist geleneğin ana tezine geri götürür; yani insanlar mantık ve matematiğin evrensel kurallarını doğuştan öğrenerek dünyaya gelirler. Dil ve konuşma kabiliyeti de ayni şekilde bu fıtri melekeden neşet eder.
Chomsky’nin linguistik tezinin en önemli yönü, dilden topluma ve bireye uzanan varlık dairesinin görünen yüzünün ötesinde farklı ve daha derin anlam katmanlarına sahip olduğu tezidir. Bu yüzden Chomsky, Amerikan hegemonyasına yönelik siyasi eleştirilerinde, aynı yöntemi kullanarak ‘söylenmeyeni’ ve ‘görünmeyeni’ ortaya çıkarmaya çalışır. Bu yaklaşım tarzı bireyin özelde modern toplumdaki, genelde de kendi zatındaki anlamını ve yerini tesbit etmemiz için önemli ipuçları sağlar. Kökleri Descartes’a giden modern birey kavramı, salt bir ruhi/zihni cevher olarak tanımlanır ve tabir caizse dünyanın ve eşyanın dışında ve üstünde bir yerde durur. Descartes’in meşhur ‘düşünüyorum o halde varım’ (cogito ergo sum) önermesi (yahut mantıksal çıkarımı), bireyin epistemik meşruiyetini düşünme eyleminde teyellendirmek suretiyle, modern felsefenin en tartışmalı sorunlarından biri olan zihin-beden ikilemini doğurmuştur.
Bizim tahlil etmeye çalıştığımız birey ve bireylik (agency) kavramları açısından önemli olan, bu tanımın ben’i, her tür ilişki ve bağımlılık matriksinin dışında ve üstünde bir cevher, bir özne olarak tanımlamasıdır. Descartes, cogito’yu düşünen bir cevher olarak tanımladığında aynı zamanda onun eşyayla ve gerçeklikle olan birincil ve asli ilişkisinin zihinsel bir ilişki biçimi olduğunu ileri sürmekteydi. Bu şekilde tanımlanan bir özne/birey, zihinsel yetenekleri konusunda vuzuha ve güvene kavuştuğunda, eşya karşısında daha sağlam ve otantik bir epistemik duruşa da sahip olur. Bu yüzden Kartezyen projenin en önemli hedefi, ‘açık ve seçik’ bilgiye ulaşmaktır ve bu bilgi türü, iyi bir matematikçi olan Descartes’in matematiksel kesinliğe ulaşma arzusunun ötesinde bir anlama sahiptir. ‘açık ve seçik bilgi’, insanoğluna eşya karşısında ontolojik bir üstünlük bahşeder: Bu tip bir bilgiyle donanan birey, eşyanın hakikatini olduğu gibi kavrar ve bu kavrayış gücü sayesinde eşyaya hükmeder. Bu açıdan bakıldığında, Descartes’ın ve onun Aydınlanma dönemindeki takipçilerinin sistemleştirmeye çalıştığı ‘dünya resmi’ ve bilgi teorileri, son derece pragmatik bir kimliğe sahiptir. Eşyayı bilim ve felsefe yoluyla anlamlandıran modern birey, bir tarafta kendini ‘ortaçağın karanlıkları’ndan azad ederken öte tarafta önünde bakir bir tarla olarak duran dünyaya yeni bir düzen verme salahiyetine sahip olur.
Kartezyen birey mefhumu, bilimsel devrimin gerçekleşmesinde merkezi bir rol oynadı ve bu, bir tesadüfün eseri olarak vücuda gelmedi. Newton’la zirvesine ulaşan modern bilim kavramı ve mekanistik evren anlayışı, bilimi eşyanın hakikatini olduğu gibi, mutlak bir biçimde tasvir eden nesnel bir eylem olarak tanımlamıştı. Buna göre Newtonyen bilim hem mutlak kesinlik ve evrenselliğe sahiptir, hem de öndeyide bulunabilecek imkanları bünyesinde taşır. Bu bilim anlayışı –ki yakın zamanlara kadar hakim olan görüş bu idi—bilimsel faaliyeti tarihsel, kültürel, dini, sosyal, ekonomik, siyasi her tür etkenin üstünde olarak tanımlar.
Aydınlanmanın ‘objektiflik’ tanımı, tarafsızlık yahut insaflı olmaktan ziyade öncelikle dünyanın ve nesnelerin dışında durmayı ifade ettiğinden, modern bilimin kendine evren içinde biçtiği yer ile Kartezyen bireyin eşya karşısındaki yarı-tanrısal konumu arasında kayda değer bir paralellik vardır.
Thomas Nagel buna ‘hiç bir yerden bakma’ (view from nowhere) adını verir; yani Aydınlanma’nın bireyi ve onu iktidar sahibi kılan bilimi, eşyaya onun içinden yahut muayyen bir yerinden değil, üstünden ve ötesinden bakar. Artık modern birey, tıpkı modern bilim gibi, tarihin, toplumun, geleneğin, duygu ve insiyakların, tabiatın, ekonominin, vs. etkisinden azade, onların üstünde tarihsiz ve mekansız bir ‘efendi’ (master) konumundadır.
Yine Aydınlanma düşünürlerine göre bu birey, rasyonel olan, rasyonelleştikçe özgürleşen bireydir. Bu yüzden ‘doğuda birey yoktur’ sloganı, Aydınlanma’nın bir mirası olarak son üç asırdır hem doğuda hem de batıda tekrar edile geldi zira doğu, rasyonelleşme surecini tamamlayamadığı için, ne birey ne de özgür olma fırsatını yakalayabildi. Aydınlamanın bu büyük ütopyasının günümüzdeki serüveni ve bunun Batılı olmayan toplumlar açısından manasını, önümüzdeki yazıda ele alacağız.

SABA RÜZGARI

İhsan ŞENOCAK





Vahye karşı duran insanlar sokak başlarını tutmuş “kimlik” yoklaması yapıyorlar.
Dünya genelinde kurulan gümrüklerde İslami değerlere kota uygulanıyor.
Dinin, “vakti geçmiş bir ideoloji” olduğuna inanan ve bu yüzden onu ideolojiler kabristanlığında görmek isteyen münkirler, insanları İslami değerlerin etkin olmadığı bir dünyayı yaşamaya icbar ediyorlar. Bu yüzden kendilerine “size söyleyecek bir çift sözüm var: ‘Allah’tan başka ilah olmadığını kabul ediniz!’” diyen Nuh (aleyhisselam)’a iltifat etmiyorlar.
Allah’a davet eden peygamberin yüzüne kapatılan kapılar ardında “dünyadan kâm alan” kavim, “inzar” edildikçe dinden uzaklaşıyor, olacağına imkan vermediği tufanı yalanlamaya devam ediyor.
Yüksek direkler üzerinde kurdukları saraylarda yaşayan Ad Kavmi, bir taraftan Hud (aleyhisselam)’ı yalancılıkla itham ediyor, diğer taraftan ise yüksek saraylardan yere savurdukları hizmetkarların ölümünü seyrederek keyif alıyor.
Nemrut taraftarları, tutuşturulan ateşin başında meclis kurmuş, İbrahim (aleyhisselam)’ın küllerini görmeyi hayal ediyor.
Gözlerini hasedin kör ettiği kardeşler, Yusuf (aleyhisselam)’la birlikte insani değerleri de kuyuya attıklarını düşünüyor ve engelsiz bir dünyada kalmanın hayaliyle neşeleniyorlar.
Malı alırken farklı, satarken farklı bir tartı kullanan Medyen Halkı dünya ekonomisini ifsat etmeye devam ediyor.
Şuayb (aleyhisselam)’ın ıslah çağrılarına “bu çağda senin söylediklerin uygulanır mı?” diyerek karşı çıkıyorlar.
Karşıki dağların eteklerindeki Mısır tanrıları kendilerine secde eden ve adlarına kurban kesen insanları seyrediyorlar. Piramitlerin gölgesinde tahtına kurulan Firavun ilahlık iddiasında ısrar ediyor. Hemen alt tarafta Hz. Musa (aleyhisselam) ile sihirbazların karşılaşmasını izlemek için bir araya gelen mahşeri bir kalabalık var. Hahamlar, rahipler hala elleriyle vahyi tahrif etmeye devam ediyorlar. Bel’amlar ise Allah’ın muradını insanların arzularına göre uyarlayabilmek için yoğun bir gayret içerisindeler.
Ashab-ı Uhdud, tutuşturdukları hendeklerin üst tarafında oturmuş, ateşe attıkları müminlerin yanmalarını seyrediyor, bu akıl almaz işkenceleriyle onları imanlarından vazgeçireceklerini hayal ediyorlar. Baba Firavun da aynı beklenti içerisinde kızı Maşite’ye zulmediyor. İsrailoğulları Hz. İsa (aleyhisselam)’ı taşa tuttukları yerde, İsa diye muhbirin çarmıhtaki cesedini seyrediyor.
Sodom-Gomore altın devrini yaşamakta.
Dünyanın kurulduğu ilk günden bu tarafa tapılan bütün putlar farklı formlarda yeniden sahne almışlar. Kimi İranlılara, kimi Çinlilere, kimi de Hintlilere ait.

Fetihle birlikte yere serilen putlar sonradan insanların yüreklerinde doğmuş.

Yüzlerde görülen karartılar ise gerçekte Mekke’de yıkılan putların gölgeleri…
Kulakları tırmalayan gülüşme sesleri secde halinde iken Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’in omuzlarının arasına deve işkembesini koyan Ebu Cehil, Utbe b. Rebîa, Şeybe b. Rebîa, Velid b. Utbe, Ümeyye b. Halef ve Ukbe b. Ebi Muayt’a ait.

Fısıltılar, en iffetli kadın Hz. Aişe (radiyallahu anha)’ya en iffetsiz isnatta bulunan münafıklardan geliyor.
Yerde gördüğünüz şu işaretler ise Hendek’te savaş meydanından ayrılarak Müslümanlara ihanet eden münafıkların ayak izleri.
Fotoğraflar, görüntüler ve sesler sanki hiç düzelmeyecek bir dünyayı anlatıyorlar. Her karede zulmün renkleri daha koyu duruyor. Böyle bir durumda izmihlâl, yeni hale dönüşür mü? Nil, Firavun’u içine alır, asa yılanları yutar mı? Yanı başındaki kuyudan Yusuf’un sesini alamayan Yakup kilometrelerce ötedeki Mısır’dan Yusuf’un kokusunu hissedebilir mi?
Fotoğrafın yüreğinizi karartan dış görüntüsü umutlarınızı tüketmesin. Zira toprak kararmadan yeşermiyor. Yere ekilen, sonra da üzeri toprakla örtülen tohumlar uzun bir kışın ardından yeşermeye başlıyor.
Belki de Papa XVI. Benedict’in dışa vurduğu genetik İslam aleyhtarlığı, Lübnan’ın yerle bir edilmesi, Irak’ta olanlar, …, bütün bunlar dirilişin ruhu üzerine örtülen toprak işlevi görmekte... Belki de bu siyasi, fikri ve ictimai irade zaafiyeti kesin bir zaferi muştulayacaktır. Hani dervişler “büyük oluş”un sırrını idrak edebilmek için 40 gün kendilerini dünyaya kapatır, sadece Allah’a açarlardı. Ardından da Hacı Bayram-ı Veli gibi büyük hocalar suretinde inkişaf ederlerdi.
İslam, bu çok yönlü kuşatılmışlığı yaracak ve mutlaka hesaplaşmanın galip tarafı olacaktır. Mücadelenin Hira’dan sonraki aşamasına bakarsanız bu yargının ütopya olmadığını göreceksiniz. Hira, zahirde bir geri çekiliştir. Mekke küfürle örtülüyken, kötülük bütün şubeleriyle cemiyette mevcutken geri çekilmek... Fakat geri çekilmeyi “bütün alemler için rahmet olan” Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)’in gelişi takip ediyor.
Şehir “Rahmet Peygamberi’ne” tecrit uyguluyor, Müslümanlar kendilerini korumaktan aciz bir konumdalar, Kureyş İslam’ın kutsal değerleriyle alay ediyor, “Allah birdir” demek yasak… Kuşatmanın böylesine yoğun olduğu bir ortamda Allah’ın inayetiyle iki farklı açılım gerçekleşiyor.
İlki Habeş kralı Necaşi’nin müslüman olması… Mekke’de mustazaf müminler kendilerini korumaktan acizken bölgenin en büyük siyasi iradesi Müslüman oluyor. Bu hadise sanki İslam karşıtlarının en büyük propaganda malzemesi olan “İslam kılıçla yayılmıştır.” iddiasını çürütmek için vuku buluyor. Bilvesile arz edelim: Bu hadisenin verdiği mesaj o kadar açıktır ki; Vatikan’dan başını çevirip Anadolu’ya, Suriye’ye, Irak’a bakan sonra da “bu topraklar bir zamanlar bize aitti. İslam’ın gelişiyle düşman yurdu oldular.” diye hayıflanan Papa XVI. Benedict’in hezeyanlarını ağzından çıktığı o ilk anda tekzip ediyor.
Necaşi’nin Müslüman olması, masa başında tarihi hadiselere arka plan icat eden Papa’ya, İslam’ın “kılıç”la değil, "kelam"la ülkeleri fethettiğini de söylemektedir.
İkinci açılım ise şu şekilde gerçekleşiyor: Kureyş’in İslam karşıtlığı dayanılmaz bir noktaya ulaşınca Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem): “Ya Rabbi! Yusuf (aleyhisselam) devrindeki gibi bunlara yedi yıl sürecek bir kuraklık musallat et.” diye Allah’a yalvarıyor. Öylesine dehşetli bir kuraklık belası ile karlılaşıyorlar ki, her şey kökünden yok oluyor. Geride kupkuru bir toprak kalıyor. Hayvan derisi ve kokmuş ölü hayvan etleri yemeye başlıyorlar. Bu esnada Ebu Süfyan yanına eşraftan birkaç kişiyi alarak Efendimiz’in huzuruna çıkıyor ve “sen, Allah Teala’ya itaat etmeyi ve sıla-i rahmi emredersin. Kavmin kuraklıktan helak oldu. Onlar İçin Allah’a dua etsen…” diye ricada bulunuyor.
Kureyş inanmasa dahi Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’in doğru söylediğini biliyordu. Bu yüzden darda kaldıkları gün, O’nun duasını talep ediyorlardı.
Bu iki hadise kuşatmanın yarılmasında etkili oldu. Hicaz’da İslami değerler daha da yükselemeye başladı. Dinin karşısında fikri zafiyet içerisine düşen Kureyş, duasıyla bereketlendiği Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem)'e karşı kılıçlarını kuşanıp Bedir’e, Uhut’a, Hendek’e yürüdü. Aslında fotoğrafın bu kareleri, Kureyş’in hezimetinin belgeleridir. Haçlı savaşları da sebep ve gayeleri itibariyle Kureyş’in saldırılarıyla birebir örtüşmektedir.

Mevcut dünya fotoğrafı Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)in hayatında olduğu gibi İslam’ın lehine yeniden değişecektir. Fakat bunun için Müslümanlar öncelikle Din-i Mübin’in sapasağlam kulpu (urve-i vüska) Sünnet ve Cemaat anlayışı merkezinde bütün felsefi, siyasi ve akidevi hareketleri yeniden okumalı ve buna göre onları öz-posa ayrımına tabi tutmalıdırlar.
İkinci olarak sahip oldukları ideolojik aidiyetlerle iftihar etme yerine, kendisine nesebi sorulduğunda; “İslam’a girdikten sonra neseb falan aramam; ben Selman bin İslam/İslam’ın çocuğu Selman’ım.” diyen büyük sahabinin ifadesinde mündemiç olan dava ruhunu kuşanmalıdırlar.
Selmanlaşan müminler, selefilik gibi tevhit zarfında tefrika üreten hareketleri Ehl-i Sünnet’in doğrularını dikkate alarak tashih edebilirlerse, “Hendek”de olduğu gibi fotoğraf yeniden İslam lehine değişecektir.
Selmanlaşan ruhlara armağan edilen ve müşrik, münafık, Yahudi koalisyonundan oluşan kuşatmayı yarıp dağıtan “Saba rüzgarı” yeniden esmeye başlayacaktır.

“Saba rüzgarı” hayatın bütün şubelerinde etkin olduğunda dünya fotoğrafı esaslı bir değişikliğe uğrayacaktır.

Allah’ın selamı üzerinize olsun.

8 Ocak 2008 Salı

MODERNİZMİ ANLAMAK?

Murat Keramettin



Bu gün İnsanlık olarak, hayatın tüm alanlarını etkisi altına almış bulunan, adına modernizm denilen bir tasallutla karşı karşıyayız.

Bu tasallut,modern epistemolojiye göre organize olmuş bulunan batılılar tarafından icra edilmektedir.

Bu öyle bir tasallut ki,ilahi olana top yekün savaş ilan etmiş bulunuyor.

En nihai bilgiyi insanla sınırlıyor.

İnsanın, hiçbir zaman çözemeyeceği sorunların bile, bir gün mutlaka yine insan eliyle çözüleceğini varsayıyor.

Modern bilimi,bu bilime dayanan teknolojiyi de yanına alan batı,dünya kültür tarlasında bir filin mısır tarlasında dolaştığı gibi dolaşıyor.

Kırıyor,döküyor,kırdıkları üzerinde hınçla tepiniyor.

Uyulması gereken hiçbir ahlaki kural tanımıyor.

İlahi referansları küstahça aşağılıyor.

Onları hayat dışı ve irrasyonel olarak tanımlıyor.

Bu haliyle vaziyet ettiği tüm yaşam alanlarında ,onulmaz afetlere,insani trajedilere,travmatik davranış biçimlerine yol açıyor.

Tabii yatağında akması gereken hayat ırmağına müdahale ediyor,yatağını değiştiriyor.

Birbirini desteklemesi gereken hayat halkalarını fütursuzca tahrip ediyor.

Adına modern sapkınlık diyebileceğimiz bu tasallut,daha önce rastladığımız sapkınlıklardan nicelik ve nitelik olarak farklılık arz ediyor.

Daha önce de insanların bazıları sapkınlığa düşmüşler, ancak bu sapkınlıklar hiçbir zaman bu günkü kadar yaygın,bu günkü kadar küstah ve donanımlı olmamıştır.

Bu haliyle,müslümanların modernizmi anlayabilmeleri mümkün görünmüyor.

İslamın inşa etmiş olduğu müslüman aklına göre modernizm tam manasıyla akıldışılıktır.

Modernizm ,hiçbir aşkın değerle kayıtlı olmayan aklı nedeniyle,bağını koparmış bir azgın boğa görüntüsü çiziyor.

Kendisi için engel saydığı herşeyi(İnsanları,ülkeleri ve değerleri)ötekileştirerek,mahkum ediyor,irrasyonel ilan ediyor.

Modernizm, girdiği bu son süreçte,insanlığın geleceğini de tehdit ediyor.

Müslümanlar,tüm dünya insanlığının son şansı olmaları hasebiyle,sorumluluklarının bilincinde olmalı, yüce İslam dininin protestanlaştırılmasına asla izin vermemelidirler.

İslami aklı kalplerinde yeniden çiçeklendirerek, kendilerinin ve dünya insanlığının kurtuluşuna vesile olmalıdırlar.

5 Ocak 2008 Cumartesi

OLMAK VE GÖRÜNMEK

Murat Keramettin



İslam ahlakı olmayı,
Batı ahlakı görünmeyi önceler.

İslam ahlakında kitaba uymak,
Batı ahlakında ise kitabına uydurmak önemlidir.

Müslümanlar kırmızı ışıkta erdem olduğu için dururlar.
Batılılar,kurdukları haraç sistemi sağlıklı yürüsün diye dururlar.

Kant şöyle demiştir"Bir marketçi,müşterisini aldatmak istediği halde,çevreden çekindiği için dürüstlük yapıyorsa,sahtekarın ta kendisidir"

Kant bu görüşüyle tam da batılıları tarif etmiştir.

Akıl şunu emreder;Dürüst bir insan hem kırmızı ışıkta erdem olduğu için durup,hem de dünya insanlığını haraca bağlayamaz.

İnsancıllıktan sözedip yetmiş milyon kızılderiliyi öldüremez.

Yeryüzü insanlığının empati yapmasını bilmeyen tek milleti batılılardır.

Bu nedenledirki,modernizm sonucu,üçbin dil,binlerce farklı giyim tarzı,yüzlerce farklı sofra kültürü,pek çok sağlıklı tedavi yöntemi,işlevsel pek çok eğitim yöntemi,bizzat batılılar tarafından ortadan kaldırılmıştır.

Hala batılıların en ufak biçimde yüzlerinin kızardığını göremezsiniz.

Bu da, insanlık ailesi içinde sadece batılılara has bir durumdur.

KALBİMİZ VE KABE

Murat Keramettin







Müslümanların kalpleriyle olan münasebeti ile,
Kralın Kabeyle olan münasebeti arasında bir paralellik sözkonusu.

Bizler kalplerimizin çevresine gökdelenler dikmeseydik,
Kral kesinlikle Kabe nin çevresine beton yığınları dikemezdi.

Bütün bu olup bitene rağmen,

Kalbimiz nasıl hala bizim için bir kurtuluş umudu sunuyorsa,
Kabe'de,ümmet için,bir kurtuluş umudu sunmaya devam ediyor.

Kalbimiz ve kabe,
Kıyamete kadar da umut olmaya devam edecektir.