13 Kasım 2007 Salı

BOP,İslam’ın Pasifize Edilmesini Esas Alan Bir Projedir.

Abdurrahman ARSLAN




Cevap 1- Büyük Ortadoğu Projesi, kanımca Amerika’nın İslam dünyasını küresel sisteme dahil etme, böylece sisteme karşı muhalefet gücü taşıyan ve ciddi şekilde muhalefet etmekte olan tek odağın, yani İslam’ın pasifize edilmesini, zararsız hale getirilmesini esas alan bir proje olma özelliği taşıyor. Bunun yeryüzünü kendine göre düzenleyerek hegemonyası altına almakta olan küresel sistemin sahipleri için fazlasıyla önem taşıdığını söyleyebiliriz. İslam dünyası, yaklaşık bir buçuk milyarlık nüfusu, en önemlisi, temsil ettiği farklı dünya görüşüyle, bugün her şeyi kendine benzeterek yutmakta olan küresel sistemin dışında duran; her türlü teşvik ve aynı nisbette her türlü tehdite rağmen kendi farklılığına vurgu yaparak ‘içeriye’ girmek istemeyen, yani batılı kültürel/siyasal hegemonyaya karşı direnme kararlılığı gösteren ve bunun yanında ‘paradigma dışı’ bir muhalefeti temsil etmesiyle önem taşıyor. İslam dünyası küresel sistemin dışında, ya da kendi başına bırakılamayacak kadar bugün önem taşıyor; bu önemi petrol/iktisadi sebeplerle açıklamanın ise, Müslümanlar için müthiş bir hata olacağını söyleyebiliriz. Bu yüzden söz konusu olan projenin başlangıç olarak iki hedefi olduğuna inanıyorum. Bunlar biri, İslam’ın dönüştürülmesi, yani küresel değerler ve hedeflerle uyumlu hale getirilerek,Protestanlaştırılmasıdır. Diğeri de Müslüman dünyanın bu temelde, dolayısıyla küresel değerler ekseninde yeniden düzenlenmeye tabi tutulmasıdır.

Bu nedenle, kanımca Müslüman dünya, bugün kendi tarihi içinde vuku bulan ikinci bir düzenleme faaliyetinin ‘nesnesi’ olmakla karşı karşıya bulunuyor. İlk düzenleme, birinci Dünya Savaşı’yla beraber Müslümanlar ve onların üzerinde yaşadıkları topraklarla ilgili olmuş; İslam dünyası siyasal ve coğrafi olarak her biri kendi ırkı için kendine, fakat daha sonraları açıkça görüleceği gibi asla bulamadığı, bir istikbal/egemenlik arayan ulus-devletler haline getirilmeleriyle neticelendiğini biliyoruz. Oysa bugün karşı karşıya bulunduğumuz bu ikinci düzenleme oldukça farklı bir özellik taşımakta, esas olarak bizzat İslam’ın kendisini hedef almakta; İslam’ın anlaşılma/yaşanma ve küresel dünyayla uyumuyla alakalı, geniş kapsamlı amaca sahip bir proje saymamız gerekiyor. Dolayısıyla bu düzenleme ilkinde olduğu gibi maddi/fiziksel olmaktan çok, daha soyut ve muhteva ile ilgili bir özellik taşımaktadır.Aslında İslam’ı ya da Müslümanların İslam’ı yaşama ve düşünme tarzlarını hedef aldığı halde, bu projenin coğrafi içerikle isimlendirilmesini kendini masum göstermeye matuf bir çaba olarak görmemiz gerekiyor. Ne var ki bazı Müslümanların zannettiği gibi bu, asla masum bir proje değildir; tersine Müslümanların geleceklerini ipotek altına almayı ve kendine göre yönlendirmeyi esas almıştır. Fakat görünen o ki, bunu yapabilmesi için önce Müslümanlara bayağı geniş ve ‘yeşili’ bol bir ‘İslami elbise’ dikeceğe benziyor; bunun yanında görünüşte İslami motifler taşıyan bir hayatı, muhteva olarak modern/postmodern değerleri temsil edecek şekilde yeniden inşa edeceğe benziyor. Bundan sonra Müslümanların, bunun aldatıcı yardımıyla öze ait taleplerinden vazgeçmeleri sağlanmaya çalışılacak, çok önemli asli unsurlar ise asla işlevsel kılınmayacaktır. Ama Müslümanların bu elbise içinde zihnen ve amel/hayat pratiği olarak çözülmeye uğrayacağı; İslam formel düzeyde yaşanırken, aynı zamanda, küresel kültürün kalıpları içinde süreçlendirilmiş mevcut hayatı onaylayan bir din anlayışı halini alacağı varsayılmaktadır. İslam dünyasının böyle muhteva olarak derin, fiziksel olarak geniş kapsamlı bir düzenlemeye tabi tutulma ihtiyacının hasıl olması, her şeyden evvel bugün dünyanın içinden geçmekte olduğu köklü değişim ve dönüşümlerle alakalı olduğu kadar, İslam ve İslam dünyasının küreselleşmeyle olan ilişkisiyle de alakalı bulunmaktadır.Her şeyi izafi bir temel oturtmak veya her şeye izafi bir içerik katmak isteyen küresel felsefe ve onun kültürü, kendine ait bir hakikat anlayışına sahip her düşünceyi, ideolojiyi, dünya görüşünü ya da inanma biçimini ve tabii ki dini, bugün kendine ve kendi siyasal düzenlemesine yönelik bir tehdit şeklinde algılamaktadır. Bu yüzden barış ve güvenliğin nihai kaynağının her hangi bir başka yerde değil, sadece neoliberal/küresel değerlerde aranması gerektiğine sık sık vurgu yapmakta; özelde ise İslam ve Müslüman dünyanın bunu onaylamasını istemektedir. Zira küresel sistem kendi güvenliğini, İslam’ın modern dünyayı kendine göre düzenleyen sistem ve uygarlıkla veya neoliberal ideolojiyle uyumunda görmektedir. Bu ideolojiye uyum göstermeyen herhangi bir şey, potansiyel tehlike, zararsız hale getirilmesi gereken bir hedef olarak görülmektedir.Burada, Büyük Ortadoğu Projesi bağlamında söz konusu ettiğimiz düzenlemenin üç önemli temelde gerçekleştirilmeye çalışılacağı veya bu düzenlemeye işlerlik kazandırılacağını söyleyebiliriz. Bunları askeri, iktisadi ve kültürel olarak sınıflandırabiliriz. Projenin askeri yönden sorumluluğu, görünen o ki, NATO’ya verilecek; gerektiğinde güç kullanımı NATO kanalıyla meşrulaştırılacaktır. Böylece NATO, İslam dünyasını –daha önce ‘demir perde’ ülkelerine yapıldığı gibi- kuşatma ve gözetim altında tutan ve bundan sorumlu olan bir yapıya dönüştürüleceğe benziyor. Zaten bu durum büyük nisbette bugün dönüştürülmüş sayılır. Projenin iktisadi yönden finansmanı eğer anlaşma sağlanırsa, ki sağlanacağına kesin gözüyle bakabiliriz, G-8’ler tarafından karşılanması planlanmakta. Diğer üçüncüsü, muhtemelen en önemlisi medyanın yükleneceği ve yakın bir gelecekte de giderek bombardımanı artacak olan görevidir. Bu iletişim teknolojisinin insan zihninin yeniden şekillendirilmesi hususunda açtığı yeni imkanlarla ilgilidir. Postmodern kültürün ‘erotizm’ yüklü özelliğini burada hesaba katmamız lazım. Dolayısıyla kültürel temeldeki düzenleme, kadın-eksenli yoğun bir medya bombardımanı altında insanlar –bir süreden beri yapılagelmekte olan- İslam’a karşı şüphe altına alınacak, Müslümanlar hayat tarzı olarak çözülmeye ve en önemlisi zihniyet olarak dönüştürülmeye çalışılacağa benziyor. Zaten Müslümanların giderek yaşadıkları gibi inanmaya başlaması, bu hususun yabana atılamayacağını gösteriyor, dolayısıyla diğerlerine cesaret vermektedir diyebiliriz. Son yıllarda medyanın yeni düşünce ve hayat kategorileri/pratikleri sunarak müthiş bir dönüştürücü güç olduğu artık biliniyor. Bilhassa 1980’lerden itibaren toplumun modernleşmesi ve dönüştürülmesi işlevini devletten medyanın devraldığını, bunun da batı-dışı toplumlarda modernleştirici misyonunu kaybeden devleti meşruiyet krizine soktuğunu görüyoruz. Bu yüzden kurucu ideolojilerin içine düştüğü krizi bundan sayabiliriz.Günümüzde küresel ölçekte bütün toplumlar bulundukları/yaşadıkları mekanlar içinde/köylerinde iletişim teknolojilerinin aracılığı ile zihnen dönüştürülmekte; belirli bir düşünce ve hayat tarzını, ona ilişkin davranış kodlarını kolayca zihinleştirmeleri artık imkan dahilindedir. Aslında bu yeni durum, yeni bir iktidar ve tahakküm biçimini temsil etmeye aday olmasıyla, kanımca Müslümanlar tarafından tahlil edilmeyi bekliyor. Aslında bu sürecin İslam’ı, Müslümanlarda artık sıkça semptomlarını gördüğümüz Protestanlaşmaya yönelik yeni kapılar açtığına, bunun ise trajik bir şekilde İslam dünyası için örnek alınacak bir misyon şeklinde görüldüğüne yaşayarak şahit olmaktayız.

C. 2. Büyük Ortadoğu Projesinin, salt İsrail’in geleceğine indirgenemeyecek kadar önemli ve geniş çaplı bir proje olduğunu düşünüyorum. Bu, Batı’nın kendi tarihinde gerçekleşmesi birkaç asır süren bir tecrübenin İslam dünyasına mümkün olan en kısa zamanda neticelerini almak üzere uygulanmasıdır. Bu bir dinin bindörtyüz yıllık tarihi tecrübesine rağmen dönüştürülmesini içeren bir projedir kanımca. Dolayısıyla bu her şeyden evvel batının kendini güvenceye alma isteğini yansıtıyor. Bunun yanında İsrail’in en azından bugüne kadar Batı’nın bir parçası olarak algılandığını biliyoruz. Büyük Ortadoğu Projesi’yle ümit edilen neticeye varıldığında, bu Batı’nın kurduğu dünya sistemini olduğu gibi, İsrail’in güvenliğini de elbette ki teminat altına almış olacaktır. Bu projenin öngördüğü gibi, küresel değerlere göre Müslümanların elleriyle düzenlenen İslam’ın sistemle uyumlu hale getirilmesi; hem Birinci Dünya Savaşı’yla beraber gerçekleştirilen ilk düzenlemeyle İslam dünyasının ‘Ortadoğu’ haline getirilişini –zira bu isimlendirme İngiltere’ye göre yapılmıştır- meşrulaştıracak, hem de güvenlik sorunlarının Batı lehine çözüme kavuşturulduğu anlamına gelecektir. Bu İsrail’in güvenliği için de aynı geçerliliği taşıyor. Kişisel olarak Anglo-Sakson dünyasının, bugün Avrupa’nın yaptığı gibi, orta bir gelecekte İsrail’e verdiği desteği çekebileceğini düşünüyorum; Batı çıkarlarına karşı sonuna kadar muhalefet eden bir zihniyetin sahibi değil.

C.3. Büyük Ortadoğu Projesi’nin her şeyden evvel iktisadi/siyasal bir proje olmadığına inanıyorum. Yani uzun bir zamandan beri bir kısım Müslümanların, Ortadoğu’da cereyan eden hadiseleri, bıkmadan tekrar ettikleri bir açıklama modeli var: ben buna ‘enerji/petrol paradigması’ diyorum. Bu paradigma klasik emperyalizmi açıklamada kullanılan bir model olarak, artık günümüzde cereyan eden olayları açıklayıcı olamadığından giderek tedavülden kalkmakta. Şunu söylemek istiyorum; bugün Ortadoğu’da sürmekte olan olaylar sadece petrol ya da başka iktisadi çıkarlar temelinde açıklanamayacak kadar karmaşık bir özellik taşıyor. Zira Müslümanların yaşadıkları topraklar siyasal/iktisadi kaynaklar olarak zaten Batı tarafından ‘düzenlenmiş’ bir dünya; hem petrolün satışı hem de diğer iktisadi nedenlerle Batı’ya bağlı ve bağımlı bir dünyadır. Bunun yanında Müslümanlar elbette ki petrollerini satmak isteyeceklerdir, kuyularda tutmayı düşündükleri söylenemez. Fakat burada esas söylemek istediğim, olayları sadece iktisadi sebeplere dayandırarak açıklamaya çalışmayı, doğrusu İslami bulmadığımdır. Biz buna Müslümanca bir gözle bakmayı ve bunu öğrenmenin yolunu bulmalıyız diye düşünüyorum. Eğer bu kanaatimiz doğruluk payı taşıyorsa, bugün Büyük Ortadoğu Projesi’nin birinci dereceden dini/kültürel/sosyal bir proje olduğunu kaydetmemiz gerekiyor: dolayısıyla sorun birinci dereceden Müslümanlarla ilgili olmaktan önce, İslam’la ilgilidir. Bir ‘hayat tarzı’ olarak İslam’ın, başka bir hayat tarzı bağlamında yeniden düzenlenmesi; tevhid ve adalet dini olan İslam’ın, izafiyeti esas alan sözüm ona çoğulcu bir dünyada yeniden düzenlenmesi; böylece İslam’ın küreselleşme süreçleriyle uyumlu hale gelmesi ve sisteme entegre edilmesi meselesidir bu. Fakat Müslümanların bunun yeterince farkında olduklarını maalesef söyleyemiyoruz.Öte yandan İslam’ın demokrasiyle bağdaşma sorunu, bugün aslında İslam’ın neoliberal ideolojiyle bağdaşma ya da bağdaşmama sorunudur. Ama kanımca demokrasiyi salt bir yönetme/yönetilme meselesine, dolayısıyla ‘teknik’ bir meseleye indirgeyerek anlamada ısrarlı olan Müslümanlar cihetinden bu projenin, yanlış bir şekilde sadece siyasal veya sadece iktisadi kaygılar taşıyan bir proje şeklinde anlaşılmasına sebep olmaktadır. Aslında demek istediğim şu: Müslümanlar Batı’yı inşa eden temel siyasal/sosyal kavramları, aslında hepsi de ideolojik kavramlardır, kendilerine göre yeniden tanımlayıp, istedikleri hedefler bağlamında kullanma alışkanlıklarını terk etmeleri gerektiğine inanıyorum. Bu pragmatizm bizi zihnen ve ahlaken yıpratmaktadır. "Ben tanımladım, oldu : istediğim bağlamda ve daha önemlisi ‘istediğim sosyal/siyasal gerçekliği inşada kullanırım" gibi bir mantığı terk etmemiz gerekiyor; bu çok zararlı bir inşacı mantıktır. Liberal demokrasinin günümüzde bütün toplumlara ihraç edilmeye çalışılması, serbest Pazar ekonomisine uygun olarak, aslında onun kapitalizmin siyasal ideoloji olmasındandır. Aslında bu proje demokrasi ve iyi tahlil edilmemiş bir kadın meselesiyle İslam’ı ve İslam dünyasını çözmeye çalışmaktadır. Demokrasi ihracı, özgürlük sağlamaktan çok bütün toplumların küreselleşme lehine çözülmesine kapı açmakta; kendinin öngördüğü belirli bir düşünme ve hayat tarzına göre bu toplumların sosyal dünyalarını yeniden inşa etmek istemesiyle dikkat çekiyor. Onları hegemonya yüklü küreselleşmeye karşı korunmasız hale getiriyor. Ama yıllardır otoriter ve tahakkümcü rejimlerin altındaki insanlar için demokrasiye bu boyutları için eleştiride bulunmak, biraz lüks sayılabilir.

C.4. Sanırım evvela şunu hatırlamamızda fayda var: bugün Batı ile Ortadoğu arasındaki ilişki, Batı ile İslam arasındaki ilişkiden başka bir şey değil. Günümüz Amerikan önderliğindeki Batı’nın İslam dünyasına yönelik tavrı, dün sosyalist bloka karşı takındığı tavırdan hiç farklı değil; demek ki Batı eski alışkanlığını sürdürdüğü gibi, bir ideolojiyle İslam dinini aynı düzeyde ele aldığından, aynı zamanda da yanıldığını gösteriyor. Dün sosyalist bloku askeri/ekonomik kıskaca aldığı ve kendi cilalı lüks hayatına insanları imrendirici propaganda yaptığı gibi; bugün İslam dünyasını da aynı şekilde, askeri ve ekonomik olarak kontrol altında tutmakta, Batılı hayatı, kadın hakları, demokrasi ve tüketimi öne çıkartarak kendine göre yeniden düzenlemek istemekte. NATO’yu da nöbet tutmak üzere bu iş için görevli kılmaya çalışmaktadır. Aslında bütün bunlara rağmen yaşanan ciddi sıkıntılar ve hesapların istenildiği şekilde tutmaması, ideolojiyle karıştırılan İslam’ın/İslam dünyasının gösterdiği ‘paradigma dışı’ bir muhalefeti temsil etmesindendir. Bu yüzden de muhalifin ‘dilini’ anlamakta zorlanıyor, dolayısıyla alınan tedbirler istenilen neticeyi vermiyor.Bu proje kapsamında Türkiye’ye düşen önemli görevlerden biri önce NATO ülkesi olmasıyla ilgilidir; diğeri de Batının öngördüğü tarzda şekillendirilmeye çalışılan bir Müslüman toplum olarak Türkiye’nin diğer Müslüman toplumlara örnek olarak gösterilmeye aday seçilmiş olmasıdır. Kanımca bu iki görev aslında birbirleriyle çatışmaktadır; zira jandarmalık görevi örnek alınmaya engeldir her zaman. Zaten tam da burada, bu projenin ‘yerli’ seslendiricileri söz konusu ettikleri ‘Osmanlı Misyonu’ ile jandarmalığa soyunmanın arasındaki hassas farkı gözden kaçırdıklarını görememektedirler; ya da ikisini aynı görevin boyutları olarak kabul etmektedirler, bilemiyoruz. NATO’nun halkı Müslüman olan tek üyesi olarak Türkiye, aslında NATO bağlamında bu projeyle ilgili olarak ciddi sıkıntılar yaşamaya aday görünüyor. Soğuk Savaş döneminde yüzünü kuzeye çeviren Türkiye, nihayette sosyalist bloka karşı halkın görece desteğini alarak yabancı bir ülkeye hasım konum içinde bulunması kolay olmuştu. Halbuki Soğuk Savaş’ın bitimiyle NATO’nun Ortadoğu merkezli, daha doğrusu İslam dünyasına yönelik stratejileri, Türkiye’nin yüzünü kuzeyden güneye çevirmekte. Bu sıradan bir yön değiştirme değil, Türkiye’nin yüzünü kuzeyden güneye çevirmek demek, aslında bir hasım olarak yüzünü ‘kendisine’ ve ‘tarihine’ çevirmesi demektir. Dolayısıyla bu oldukça riskli bir duruma işaret ediyor. Ama bu durum küçük bir azınlığın yanlış bir tarih ‘okuması’, ya da İslam adına tedavülden kalkmış bir sağcılıkla aşılmaya çalışılıyor; hiç te meşru entelektüel temellere sahip bulunmayan, aslında özünde İslam’dan soyutlandırıldığını ustaca kamufle edebilen ve diğer Müslümanlara ‘abilik’ taslamanın imkanı olarak görülen ‘Osmanlıcılık’ ile bunu aşmayı düşünenler yanılmaktadırlar. Bu kabul, İslam dünyasının tecrübe ve entelektüel kapasitesinin ağabeylik taslayanlara şans tanımayacağını görmek istemiyor maalesef. Bu anakronik düşünce Ortadoğu’nun kendi dinamizmi içinde bugün yeniden kurulmakta olduğunu göremediği gibi, bunu bir ‘ihale’ olmaktan çok kendi yeteneğinin bir ürünü sayarak yanılgısını gösteriyor. Türkiye’nin İslam dünyası için model olma meselesine gelince; burada dış güçlerin Türkiye’ye biçtiği misyonun, diğer İslam ülkeleri tarafından kabul görüp görmeyeceğini bir yana bırakarak; model olma derken ne kast edildiği, ne gibi hususlarla ilgili olduğu önem taşıyor. Anlaşılan o ki, model olmak, her şeyden evvel İslam’ın kendisiyle ilgili bir meseledir. Bu da yeni bir şeye, daha çok İslam’ın diğer İslam ülkelerinde görülmeyen yeni bir versiyonuna işaret ediyor. Aslında Malezya bu iş için çok da ‘kötü’ bir model sayılmaz, ama periferide olması sebebiyle herhalde önemli bulunuyor. Bu versiyonun özelliği neoliberal/küresel ideolojiyle uyumlu olmasında yatıyor; bunun yanında üretimden, tüketime, hakim kılınmak istenen hayat tarzına kadar uzanan; İslam’ın batılı kalıplar içine döküldüğü Protestanlaştırılmış bir İslam anlayışı söz konusudur. Hıristiyanlığın yaşadığı tecrübenin bir benzerinden geçirilerek çarpıtılmış bir İslami düşünce ve hayat tarzını, örnek almaları için Müslüman dünyaya sunulmak istenmesi, kendi meşruiyetini daha başlangıçta model olarak yitirmiş bir İslam anlayışı demektir. Kişisel olarak bunu kediye ciğer gösterme metaforuyla açıklamak istiyorum. Nasıl ki Japonya Uzakdoğu ülkeleri için batılı gibi olunabileceğinin temsilcisi olduysa; İslam dünyası için batılı olunabileceğinin temsilcisi olarak Türkiye model olarak düşünülmekte. Böyle bir model olmak evvela İslam’a ait meşruiyet imkanlarının büyük nisbette kaybedilmesini beraberinde taşıyan bir süreç olma özelliğine sahip. Küresel sistemle uyumlu bir toplum haline gelmeyi, başkaları tarafından örnek alınmayı gerektirecek yeterli sebep sayamıyoruz. Bir Müslüman toplumun –hatta Müslüman olmayan bir toplumun- küresel sistemle uyumlu hale gelmesinin vebali de bedeli de varsayıldığı kadar az değildir. Bunu Osmanlı misyonuyla meşrulaştırmaya çalışmak, meşruiyeti kendinden menkul bir tarih ‘okuması’ olmaktan başka bir şey değil.

C.5. Batı’nın İslam’la diyalog kurma arayışında karşılaştığı en ciddi sorun kanımca İslam’ın ‘kurumsal’ bir temsilcisini bulamamasıdır. Bilindiği gibi İslam kendi temsilini Hıristiyanlıktaki Vatikan gibi kurum aracılığı ile yapan bir din değil; zaten yapısı gereği istese de yapamaz. Bu yüzden de İslam, kıblesi olan ama ‘merkezi’ olmayan bir din olma özelliği taşıyor. Bu Müslümanların ‘kontrol altında’ tutulmalarına imkan vermez. Soruyla doğrudan alakası olmasa da önce şunu ifade etmemizde fayda var: Hilafet, Vatikan tarzı bir ‘temsili’ asla ifade etmez. Ne var ki, bugün İslam’ın bu tip bir temsiline fazlaca ihtiyaç duyulduğundan bunun imkanlarının arandığını söyleyebiliriz. Nasıl olsa kukla rejimlerin meşrulaştırılması için Afganistan’da gördüğümüz gibi hanedanlar sürgünden geri döndürülürken, Osmanlı hanedanlığını sembolik de olsa geri getirmeyi dış güçler kendi çıkarları için uygun bulabilirler. İslam dünyasını halifelik gibi bir kurumla ‘merkezileştirmek’, bu dünyanın kontrolünü kolaylaştırıcı gelebilir küresel güçler için. Büyük Ortadoğu gibi İslamizasyon yüklü bir projeyi şekillendirenlerin bu hususu dışta tuttukları söylenemez. Son zamanlarda bazı çevrelerin "Türkiye tarihiyle barışmalıdır" gibi savundukları fikirler, aslında ‘özgün’ olmaktan çok, buna işaret ediyor diyebiliriz. Böyle bir ‘proje’nin Müslümanlarda yapacağı bölücü etkiler eminim ki düşünülmüştür. Her ne kadar bugün Ortadoğu şartlarında yaşadığımız olaylar Birinci Dünya Savaşı öncesi dönemle büyük benzerlikler taşısa da, Müslüman dünya o günlerden bugünlere kadar, Allah’a hamdolsun ki hiç tahmin edilmeyecek kadar büyük bir tecrübenin ve onun lütfuyla kazanılan derin bir basiretin sahibidir. Bir avuç Osmanlıcının aksine, Müslümanlar balığın baştan koktuğunu iyi bilmekteler: yaşadıkları yoğun ve çok acılı bir tecrübeden sonra Halifelik gibi yüce bir makamı, kokuşmuş bir hanedanlığa teslim edecek kadar saf olmalarını beklemek, ümit ederim ki, yanıltıcı olacaktır.




BALONUN İÇİNDE NE VAR?

SENAİ DEMİRCİ





Batı iktidar heveslisidir, güç endeksli yaşamayı önerir. Güçlülerin haklılığına doğru açar yelkenlerini çoğu kez. Batı için “büyük”lük, diğerini ezmeye, çaresiz bırakmaya, gerekirse yok etmeye ayarlıdır. Batı’nın “şehir”i dibinde kalanların sinek kadar küçüldüğü, zirvesine çıkanların her şeyi ayakları altına aldığı gökdelenlerin omuzunda yükselir.

Batı’nın “fetih”i de, uzaya “meydan okuyan” Challenger’lerin kanatları altında ilerler.
“Affet gitsin kızını, büyüklük sende kalsın!”da gizli bir büyüklük tarifinin izini bulman hayli zor Batı’nın hayat anlayışında. Çünkü, affettiğin zaman varlık alanını daraltırsın; sana yapılan bir hata yüzünden kendi varlığına getirilen sınırlamaya razı olursun; yani küçülürsün. “Büyüklük” bunun neresinde ki? “Yükselmek” de başkalarını küçültme, küçük görme, küçümseme, aşağılama gibi bedeller ister Batı’nın mütebessim yüzünün altında gizlediği felsefeye göre. Yatay düzlemde genişleyerek, çorbanı komşunla paylaşarak, kendi varlığından ve emvalinden eksilterek “yükselme” seçeneğin yoktur Batı’nın düşünürlerine göre. Kazanman için kaybettirmen gerekir; eldeki mal sınırlıdır çünkü; sahip olduklarının sınırsız verenle, sonsuza çağıranla -sözüm ona- bir ilişkisi yoktur. “Fetih” kelimesinin bizim de unuttuğumuz “açma” anlamı, Batı’nın baskın ve zorlayıcı pratiği bizim ilkelerimizi oluşturmaya başladı başlayalı “işgal etme”ye, “kuşatma”ya, “hükmetme”ye dönüşüverdi. Oysa, sadece 50-100 yıllık Batı hâkimiyetine tanık olan yirminci yüzyıl, Afrika’nın en güney ucundan Asya’nın steplerine, Yeni Zelanda açıklarından Pasifik adalarının yalnızlığına kadar uzanan yüzlerce sömürge oluşturduğu halde, beş yüz yılı aşan Osmanlı fetihlerinde bir tek “sömürge”ye rastlanmaz.

“Fetih” fethedilen yere özgürlük sunar, ama işgal ve kuşatma vardığı yeri tutsak kılar, orayı başka yeri çoğaltmak adına eksiltir. (İşin doğrusu, her Avrupa seyahatimde, düzenli ve gelişmiş şehirleri bir taraftan hayranlıkla seyrederken bir taraftan dipten gelen kan ve barut kokusunu da hissederim. Ama İstanbul’un tozunu yutarken, trafiğinde bunalırken, atalarımızın meselâ bir Afrikalı çocuğun haklarını, hayallerini ve hayatını yok edip bize metro yaptığını hatırlamak zorunda kalmam!)

Aslında, Batı medeniyetinin şu andaki göz kamaştırıcı başarısı da, kuvvet endeksli yaşamasının bir sonucudur. Osmanlı’yı sözüm ona geride bırakıp Avrupa’yı ileri taşıyan sır Batı aklının kâinatın yüzünde keşfettiği her gerçeği iktidara ve kuvvete araç yapma yatkınlığıdır. Örneğin, bir Osmanlı uçabileceğini keşfettiğinde sadece uçmayı keşfetmiş olur; ama bir Batılı uçabileceğini keşfettiği an düşman birliklerinin üstüne bomba ve düşman siperlerinin arkasına asker indirebileceğini fark eder. (Çanakkale Savaşı’nın, uçaktan bomba atmanın ilk tatbikatı olduğunu biliyor musun?)

Bir ağacın meyvesinde açığa çıkmaz mı çekirdeğinin kimliği? Çekirdeği, yani niyeti bu kadar açığa çıkmış bir medeniyetin şimdilerde bize sunduğu “kişisel gelişim”lerin çekirdeğinde, özünde neler saklı acaba?

Ünlü bir kişisel gelişimcinin ünlü bir kitabının başlığını okuyalım: “İçindeki Devi Uyandır!” Biraz gökdelen edâsı taşımıyor mu sence de? Çoğu kişisel gelişim kitaplarının ortak vurgusu olan “başarı” nasıl tanımlanıyor, bir hatırlamaya çalış... Bize sunulan başarı öykülerinde çocuğunun tedavisi için tarlasını kaybeden, dükkanını kapatan biri var mı? Müşterisini hiç siftah edememiş komşusuna yönlendirmek var mı başarılı “pazarlama teknikleri” arasında? Hangi tanıtım stratejisinde kusurlu olduğunu kabullenmek de sıralanır?

Bizi içi boş bir balon gibi şişirmeye çalışan, daha daha büyük olmamız için içeriğimizden taviz vererek hacmimizi, yani kapladığımız alanı genişletmeye teşvik eden bir “gelişim”in dağarcığında, “vicdanının sesini dinlemek”, “tahammül etmek”, “sabır göstermek”, “niyetini güzelleştirmek”, “hüzünlenmek” gibi kavramlar yok, olamaz, olmasını ummamalısın da... Niye ki?

Vicdanımız bizi ötelere bağlar; varlığımızın kendi başına sivrilemeyeceğini, başkalarını küçülterek, diğerini daraltarak gerçek anlamıyla var olamayacağımızı fısıldar bize. Bu yüzden, sık sık bizi “komşumuz açken tok yattığımız” için rahatsız eder, uykudan dürter, durdurur, başımızı iki elimizin arasına koydurur, pürüz çıkarır, sorun olur. Kazanmayı borsa brokerlerinin üstten bakan, fırsatçı, rekabetçi, acımasız, pazarlıklı, kendisinden başkasını düşünmeyen edasıyla afişleştiren Batı medeniyetinin, telaşlı koridorlarında vicdanın sesi lüzumsuz bir gürültü artığıdır. Paran kadar konuştuğun yerde, hakkını kuvvetinle ölçtüğün meydanda, tahammül ve sabır, iyi niyet ve hüzün ayak bağıdır; gereksiz hız kesiciler gibidir; hızını keser, konforunu bozar.

“Ameller niyetlere göredir” der kutlu Nebi [sas]. Balon gibi şişirilen benliklerimizin içine üflenmiş ruha dikkatimizi çeker. Erdemi maskeli balonların yüzündeki renklere indirgeyenlerin kulakları çınlar mı acaba?


Anlamın Yitik Hikâyesi




Kaostan Düzene

Abdulaziz Tantik

Batı düşüncesinin oluşum safhasında iki temel dayanaktan biri olan İslam düşüncesi, batı düşüncesinden bu kadar etkilenebileceğini düşünememiştir. Batı düşüncesi kadim Grek düşüncesinden ve İslam düşüncesinden Endülüs ve Sicilya üzerinden beslenmiştir. Ancak batı düşüncesi kurucu özneyi Grek kültürü ve ortaçağ Hıristiyanlığı üzerinden gerçekleştirmiştir. İslam düşüncesinden ise Hıristiyanlığın siyasi, sosyal ve toplumsal boyutta geriletilmesi çerçevesinde faydalanmıştır. Fakat bütün bunlar batı düşüncesini kendi özgünlüğünü tartışma konusu yapmamızı sağlamaz.

Batı düşüncesi kendi özgün kültürünü oluşturmuş ender kültürlerden biridir. Beslendiği kaynakların farklılığı önemli olmamıştır. O gözü dönmüş bir şekilde iktidara susamış bir sınıfın bütün dünyaya hâkim olacak ideolojisi olabilmiştir. Ayrıca çok süratli bir şekilde bütün dünyayı kasıp kavuran bir kültüre dönüşmüş ve dünyanın her tarafında kabulü sağlanmış ender kültürlerden biri olagelmiştir. Batı düşüncesi kendini bir özgürlük projesi olarak tasarlar ve pazarlarken önündeki engelleri de kendine özgü tanımladığı ve bilim adını koyduğu akıl üzerinden kaldırmayı becermiştir. Hakikatin yegâne temsilcisi olduğundan en küçük bir kuşkuya düşmeyen batı düşüncesi, alternatif olabilecek dini düşünceyi de metafizik ve tanımlanamayan kategorisine atarak siyasi, sosyal ve toplumsal etkisini zayıflatmıştır. Tek egemen güç haline gelmiş ve bunun şımarıklıklarını da yaşamıştır.

Batı düşüncesi bu şımarıklığının verdiği sarhoşlukla –iktidar olmanın dayanılmaz hafifliği ile- iki dünya savaşı yaşamış ve binlerce kişiyi –özgürleştirme vaadinde bulunulan insanı- öldürmüş, sakatlamış ve akıl sağlığını yitirmesine neden olmuştur. Siyasi olarak geldiği tıkanıklığı katmerleştiren ise; batı teknolojisinin ürettiği silahlarda –atom bombası, hidrojen bombası, nükleer başlıklı füzeler vs.- ve bu silahların yok ediciliğinde bulabiliriz. Batı düşüncesi ve bu düşüncenin oluşturduğu zihin öncelikle kendi hakikat algısının yetersizliğini anlamaya başlıyor. Özgürlük vaat ettiği insanın ölümünü kutsayan bu yaklaşım ciddi sorunlara dönüşüyor. Ve belki de ilk kez; batı tarihi boyunca ki 400 yıla tekabül eden bu tarihte kendinden kuşkuya düşüyor. Siyasi olarak bu böyle iken felsefi düzlemde durum ne merkezde acaba!

Kant ile birlikte başlayan felsefi süreç – metafizik bilgi ile bilimsel bilginin farklılığına yapılan gönderme- bilimsel verilere dayanmayan bilgi düzeylerinin de hakikat olma imkânı taşıdığını belirtmek önemli bir adımdır. Ayrıca, batı biliminin dayanakları 1800lerden itibaren de tartışılmaya başlanmış; Newton’cu mekanik fizik ile dünyayı anlamlandıran bilim; neden sonuç ilişkisi üzerine kurguladığı varlığın hakikatinin mutlaklığını Einstein fiziği ile birlikte başlayan Kuantum fiziğinin taşıdığı hakikat algısı ile birlikte kırılmaya uğrattı. Bu durumun 1900lerin başından itibaren giderek felsefi düşünceleri ve disiplinleri belirlemesi üzerine bu şüphe bulutları koyulaştı. Tıkanıklık had safhaya ulaşmışken; siyasi, sosyoloji, psikoloji ve bilim felsefesinde ciddi kırılmalar gerçekleşti. Ve bugüne kadar süre gelen hakikatin mutlaklığı kırılmaya uğradı. Yeni durumun adı post modern durum olarak algılandı. Görecelilik öne çıkarıldı. Ve eğer batı hakikatinin mutlaklığı kesin değilse başka hakikatlerin kesinliği de olamazdı. Böylece bütün hakikatler batının göreceli hakikat dünyasına çağrıldı. Bu seferde batı yine eskisi gibi göreceli hakikat algısını mutlaklaştırdı. Bu durum batı dışı hakikat algılarını da dönüşüme uğratma çağrısıydı. Ve batı modernite döneminde olduğu gibi post modernite döneminde de kendi hakikat algısını kendi dışındaki dünyaya dayatmaya başladı. Monist hakikat algısının batıda kırılması ve bunun toplumsal, sosyal ve siyasal hayatı etkilemesi, birey ve toplum kurgusunda da dönüşümler sağladı. Burada en önemli ayak ise; batı dışı toplumların bu yeni duruma ayak uydurmaları için kendilerine dayatılan şiddet ve siyasi baskı idi… Özellikle İslam dünyası bu durumdan yeterli derecede nasibini almaktadır.

Batı da meydana gelen post modern kültür bir paradigma değişimini zorladı. Batı kendi hakikat algısındaki çatlak dolayısıyla İslam ve İslam dünyasındaki mutlak hakikat algısını kendisine yönelik bir tehdit olarak yorumladı. Ve süreç böyle başladı…

Görecelilik beraberinde anlamsızlığı da getirdi. Batı kültürü karşısında bir anlam arayışı içinde olan İslam dünyası bu yeni bela ile yüzleşmeye başladı. İçerde kendi egemenliklerini pekiştirme ve gönüllü batılı kültürün taşıyıcısı kişi ve kurumlar yeni kültürün halka yansıması için gereken özveriyi göstermeye başladı. Aslında bu durum İslam dünyasına uymuyordu. Daha çok totaliter rejimler tarafından yönetilen ve batılı güçler tarafından yönetime getirilen bu kişiler, göreceliliğin dünyasına bir numara büyük geliyordu. Ancak, batı yine pragmatist tarafını devreye sokarak kendisine yönelik tehdit olarak tanımladığı İslam’ı anlamsızlıkla boğma girişimini destekleyen bu yerli işbirlikçilere desteğini vermeye devam etti.

Bu arada post modern kültürün üzerine inşa edildiği temel parametrelerin siyasi ve sosyal hayata indirgenmesi için yeterli çabayı fazlaca göstermektedirler. Bu parametrelerin birincisi, başlangıcın belirsizliği ilkesidir. Yani başlangıcı doğru olmayanın sonu da doğru gelişmeyecektir. Böylece siyasi ve sosyal hareketlerin doğalarına müdahale ederek başlangıçlarının sağlam zeminde olmamasına azami dikkat sarf ediyorlar. Baskı politikaları ile de Müslüman zihin mengeneye sıkıştırılarak bir dönüşüm sağlanması için özgürlük şarkıları besteliyorlar. Ve böylece Müslüman zihni ayartmaya çalışıyorlar. En küçük alt kültürleri öne çıkararak bütün kültürlerin hakikat olduğu savını savunuyorlar. Böylece tek parça yutamadığı İslam dünyasını parçalara –etnik, mezhebi, inanç- ayırarak yutmaya hazır hale getiriyorlar. İşgaller ile de Müslüman zihin üzerine bütün gücüyle abanarak yerinden oynatmaya ve siyasileşmemiş büyük Müslüman kütleyi istedikleri kültürü almaya hazır hale getirmeye çalışıyorlar. Bunları yaparken büyük bir titizlikle bilimsel bir işi yapar gibi titizleniyorlar. Bunun farkında olmayan Müslüman aydın ve entelektüeller saf felsefi sorunlar gibi meseleyi algılayarak tuzağa düşüyorlar. İçerden baskı ve dışarıdan özgürlük şarkıları Müslüman zihni karmaşaya itiyor. Böylece Müslümanların kendi topraklarındaki yönetimlerle kötü ilişkiler kurmasını sağlayarak yöneticilerin kendi saflarında kalmasına imkân sağlıyorlar.

Müslüman aydınlar ve entelektüeller Müslümanların gerçek kurtuluşu için kafa yorma yerine ellerine verilen şekerlerle oyalanmaya çalışıyorlar. İslami gerçeğin ve kurtuluşun reçetesi yerine spontane gerçekliklere takılı kalarak meseleden uzak tutuluyorlar. Ve işin acı tarafı bu durumun farkında olmamalarıdır. Anlamsızlığın toplumsal boyut kazandığı bir dönemde cemaatlerin eritilmesi ve Müslüman şahsiyetin yara alması olumsuzluk olarak yeter! Ancak içe yönelik cemaat eleştirisi ise kime yaramakta olduğu dile gelmemektedir. Sığınılacak limanlar Müslüman ahali elinden tek tek alınmakta ve bu çoğu zaman gönüllü olmaktadır. Sağlam duran cemaatlere yönelik baskı ve sindirme politikaları halkı bu tarz cemaatlerden uzaklaştırmakta ve bu yine batılı güçlere yaramaktadır. O zaman aklımızı başımıza almanın vakti geldi ve geçmektedir.

Tartışmalarımızı ve kavgalarımızı yeniden değerlendirmek zorundayız. Önümüze konulan sorunların gerçekten bizim için bir sorun olup olmadığı konusunda derin düşüncelere dalmalıyız. Yeni tartışma alanları oluşturma yerine Müslüman zihni sağlamlaştıracak düşünceler ve felsefi bakışlar elde etmeliyiz. Anlamsızlığa yenik düşmemek için ayaklarımızı sabit tutacak ilkelere ve ahlaki yapıya olan ihtiyacımızı dile getirmeli ve bundan kaçınmayı olumsuzlamalıyız.

Burada dikkat çekmemiz gereken İslami hareketlerin –ihvan, Cemaatül İslami gibi ülke sınırlarını aşan yapılar dahil- ciddi anlamda kriz içerisine girmeleridir. Bir dönemler komünistler karşısında güçlendirilen yapıların bugün esamesi okunmamaktadır. İslami hareketler kendi paradigmalarından kalkarak kendi akıl algısını inşa etmekten başka çareleri yoktur. Yeni bir dünya görüşü ve yeni bir uyanış hamlesine olan ihtiyaç her şeyden daha çok elzemdir. Batı eski ve yeni düşünceleriyle İslam dünyasını ve Müslümanları zehirlemeye devam etmekte iken Müslümanların yanlış başlangıçlarla yola koyulmaları akıl karı değildir.

Müslüman aydın ve entelektüellere düşen temel sorumluluk, dile getirdikleri düşünce ve yorumun kime yarayacağını hesaba katmalarıdır. İnandıkları düşüncenin ve İslami yorumun gerçekten kendine ait olup olmadığı konusunda da bir eminliğe sahip olmalıdır. Yoksa hakikat adına dile getirdikleri sadece batılı değerlerin hakikat algısına güç katmaktan başka bir işe yaramayabilir. Bunun taşıdığı sorumluluğun bilincinde olmaktan başka çaremiz kalmamaktadır.

Savaş yeni başlamıştır. Kaybedilmiş hiçbir şey yoktur henüz! İslam dünyası içinde tam bir teslimiyetten bahsedemeyiz. Sadece zihinlerimize vurulan prangalardan kurtularak uyutulduğumuz uykudan uyanmanın vaktinin geldiğini anlayalım. Din, hele İslam dini kendi hakikatini bütün zemin ve zamanlarda inşa etmeye muktedirdir. Yeter ki gereken samimiyeti ve sahihliği gösterebilelim! Mevcut toplumsal bütün sorunların kökeninde yatan batılı paradigmanın sağladığı akli ve ahlaki zemini tespit ederek İslam aklına ve ahlakına sıçrama yaparak çözümünü kolaylaştırabiliriz. Bugüne kadar sahte akıllarla bilgilenme ve değerlendirme yapıyorduk. Artık bundan sonra vahyin temel değerlerini dikkate alan yeni bir akıl ve ahlak zeminini kurmalıyız. Kendi topraklarımızın yabancısı değil sahibi gibi davranmayı önemsemeli ve bu topraklarda yaşayan bütün insanların kurtuluşu ve özgürlüğü için hareket etmeyi ilke haline getirmeli ve bu konuda yanlış anlamaları gidermeliyiz. Kendimizle barışık olmayı içselleştirdiğimiz gibi bu topraklarda yaşayan bütün insanlarla da barışık yaşamayı içselleştirmeli ve bu durumun dini algımızı değiştirme değil bizzat dini algının bir gereği olduğunu bilmekten geçtiğini kabul etmeliyiz. Bir Müslüman elbette ki inancına dayalı bir değeri bütün dünyaya değiştirmez ve değiştirmemeli de!

Ancak yanlış yargılardan ve düşüncelerden arınarak bunu gerçekleştirmeli ve dinin sahibinin kendisine yönelik desteğinin ancak O’nun rızasının kazanılmasına bağlı olduğunun bilincine ermeli. Bu bilinç bizi yanlış yargılardan kurtardığı gibi sahih düşüncelerin oluşumunu da sağlayacaktır. Hedefi sadece ALLAH rızası olan ve bu rızalığı da sahih bir düzeyde olmasına gösterilen özene bağlı olduğu bilinci, bizi doğru yola ve yoruma ulaştıracaktır. Göreceliliğin dünyasından mutlak hakikatin dünyasına girmeli ve anlamsızlığı anlama tahvil etmeli. Ahiret sorumluluğunu dünya sorumluluğundan koparmamalı. Şirkin bütün boyutluluğu içinde reddine ve tevhidi dünya görüşünü algı düzeyinde kavramaya; bu kavrayıştan da bir ahlak ve yönetim bilincini devşirmeli. İnsan teki olarak dünyadaki serüveninin bir imtihan bilinci içinde kavramlaştırmalı, toplumu da bu bilincin eşliğinde cemaate dönüştürmeli, etnik ve mezhebi kaygılardan ümmet bilincine varmalı ki üzerimize abanan bu şirkin hain kavram ve hayat algısına yenik düşmeyelim.

Müslümanlar ALLAH’ın vaadinin gerçek olduğunun inancını taşımak zorundadırlar. ALLAH ise Kur’an da kendi yolunda olanların izzet ve zafere sahip olacağının vaadini vermektedir. O zaman Müslüman’a düşen şey: kendisine verilen bu vaade uygun yaşamayı tercih etmektir. Akibet Müslümanlarındır ve her şey ALLAH’a döndürülecektir…


Perşembe, 01 Mart 2007



12 Kasım 2007 Pazartesi

Abdurrahman Arslan ile demokrasi üzerine konuştuk




Konuşan:Musa Argüç


Musa Argüç: Demokrasinin kısa bir tarifini nasıl yapabiliriz? Doğuşu ve tarihteki uygulamaları nasıl olmuştur?

Abdurrahman Arslan: Demokrasi teorik olarak toplumun temsilcileri vasıtasıyla kendi kendisini yönetmesi olarak tanımlanır. Daha doğrusu toplumun kendi meseleleriyle ilgili karar verme süreçlerine katılması şeklinde tarif edilir. Yani özet bir ifadeyle bir yönetim/ yönetilme tarzı olarak anlaşılmaktadır. Demokrasi düşünce ve pratik olarak eski yunana kadar uzanır; fakat zenginleşmesi ve bugün yaşadığımız gibi dünya ölçeğinde yaygınlık kazanması daha çok 1789 Fransız devrimiyle beraber olmuştur diyebiliriz. Şu da var ki, modern demokrasinin tarihi her ne kadar 1789 Fransız devrimiyle başlatılsa da esas kaynağının 1640 İngiliz devrimi olduğu söylenir. Yinede krala ve kilise otoritesine karşı çıkmak, parlamentonun üstünlüğüne vurgu yapmak bu iki devriminde önemli tarafını teşkil eder. Bilhassa insan hakları ve anayasal güvence öne çıkartılarak kurumsal demokrasinin inşa edilmesi İngiliz devrimine çok şey borçludur. İlk defa sosyal eşitlik, otoritenin halkın kontrolü altında olması gibi ilkeler bu dönemde söz konusu edilmiştir. Kırallık ve kilise gibi otoriter yapılar karşısında bunların dile getirilmesinin batı tarihinde önemli olduğunu belirtmemiz gerekiyor.

Musa Argüç: Batıdaki uygulamalarından ziyade 3. Dünya ülkeleri ve İslam coğrafyasında tatbik edilmesinde yaşanan çelişkileri nasıl değerlendiriyorsunuz? (Örnek Diktatörlerin tek aday olarak çıkıp kendilerini seçtirmeleri Parti kapatmaları İhtilaller v.b.)

Abdurrahman Arslan: Batı tarihindeki uygulamaları da eski yunanı örnek alırsak hiçte iç açıcı değil. Günümüzde küreselleşmeyle beraber fazlasıyla kirletilmiş ve istismar edilmekte olan bir kavram olduğunu söyleyeceğim ama oldukça eskiye dayanan kendi kökleri de fazla temiz ve sicili düzgün sayılmaz. Eski yunan demokrasisinde sıkça ve hayranlıkla bahsedildiği bilinir. Ne var ki demokrasiyle yönetilen bu toplumda kırk köleye karşı sadece bir özgür insan düştüğünü görüyoruz. Başta kadın olmak üzere ev halkı ve üretim “araçlarından" sayılan kölelerin bu demokrasiden ne kadar nasiplendiklerini söylemeye gerek yok. Buna karşılık demokrasinin esas gelişip zenginleştiği dönem yeni çağdır. Bilhassa Fransız devrimiyle beraber burjuva sınıfı hem kral'a hem de kilise otoritesine ve yönetim tarzına karşı halkın idaresi sayılan demokrasi, uğrunda mücadele edilen bir ideal olmuştur. Eşitlik vaat etmiştir ama hayatın pratiğinde hep eşitsizliği üretmiştir. Demokrasi batıda görülen tarihsel uygulaması içinde özgürlük getirdiği fikrine dayanır. Ne var ki işçi sınıfının bundan çok faydalandığını söyleyemiyoruz. Ama yinede Kralık ya da otoriter/totaliter yönetim biçimleri karşısında insanlar için her zaman kurtarıcı bir imkan ol- muştur. Bilhassa 20. y.y. içinde batıda yaşanan Nazizm ve komünizm gibi totaliter toplum ve devlet yapılarına/ yönetimlerine karşı özgürlükçü bir yönetim tarzı olarak görüldüğünden demokrasinin bilhassa soğuk savaşın bitimi ve küreselleşmeyle beraber batının elinde ideolojik bir silaha dönüştüğünü görmekteyiz. Şunu belirtmemiz gerekir ki demokrasi batı dışı toplumların ithal etmeye çalıştığı fakat hep karaborsada tutulan bir düş olma özelliği taşıdı. Fakat şunu da hemen burada belirtmem gerekir ki demokrasi nötr yada masum bir araç değildir ve istenildiğinde hemen herhangi bir topluma uygulanması da kolay olmaz. Şu kadarını söyleyerek geçeyim; demokrasi kendinde bir zihniyet biçimine içkin dolayısıyla belirli bir dünya görüşünün taşıyıcısı olduğundan ithali ve uygulanması kolay değildir. Fakat işin bu boyutu bugün Müslümanlarında yaptığı gibi, hep ihmal edilmiştir. Buna rağmen üçüncü dünya ülkeleri söz konusu olduğunda; batı en kötü uygulamasıyla bile olsa bu toplumların demokrasi aracılığı ile kendi iradi tercihlerini kullan- malarına asla müsaade etmemiştir. Bu yüzden de neredeyse yüzyıllık bir tarihin büyük bir kısmını kendi yandaşı sayılacak totaliter idareler, krallar, askeri rejimleri destekleyerek batı bu toplumların özgürlüğüne karşı duyarsız kaldı. Nitekim iyi kötü birazcık eskiye dayalı bir demokrasi deneyimi olan Türkiye'nin dört defa askeri müdahalelerden geçmiş olması, batının özgürlükle ilgili niyetini anlamamıza yardımcı olacaktır. Çıkar söz konusu olduğunda insanların nasıl yönetildikleri batıyı fazla ilgilendirmiyor; en az dört yüzyıldan beri dünyayı sömürerek yaşadığından bu ilişkinin bozulmasına müsaade etmez batı. Söz gelimi ortadoğuya, şimdi çıkarı öyle istediği için demokrasi getir meyeçalışan, hayır yanlış bir ifade oldu, demokrasi dayatan batı; Venezüella'da demokratik bir rejimi ve onun liderini çıkarına ters düştüğü için alaşağı etmeye çalışıyor. Uzağa gitmeye gerek yok, yakına ortadoğuya gelelim. Yaklaşık son 5-6 yıl içinde Ortadoğu'da kendi destekleriyle zamanında başa getirdikleri Kralların yerine tek tek oğullarının geçirildiğine şahit olduk. Fas, Tunus, Ürdün hatta kral olmasa bile Suriye (Yakında mısır olma ihtimalide var) de babalarının yerine oğulları geçirildi. Bu değişimlerin batıdan bağımsız, onların onayı alınmadan gerçekleştiğini düşünmek saflık olur. Ha demek ki bugün batının İslam dünyası için öngördüğü demokratik modelleme onun çıkarına uygun düşmesindendir; yoksa Müslümanları çok sevdiklerinden değil.

Musa Argüç: İslam dünyasında, demokrasiyi bir yönetim biçimi olarak kabul edip, meşru görerek savunan aydınların bu yaklaşımları hakkında ne söyleyebiliriz? Yönetim biçiminden ziyade, hükmedilecek kaynağın ne olacağının göz ardı edildiği söylenebilir mi?

Abdurrahman Arslan
: Son zamanlarda moda haline gelen demokratlık; bilhassa Müslü- manların müdafaasını yapmaya çalıştıkları demokratlığı, aşağılık kompleksi ile malul, üçüncü dünyacı demokratlık saymamız gerekiyor. Müslümanların üzerinde ve zihninde iğreti durduğu her halinden belli olan bu demokratlığın kendine ait tarihsel, felsefi zeminini, anlam dünyasını, meşruiyetini nereden aldığını ve hayatın pratiğinde neye tekabül ettiğini tahlil etmelerinde fayda olduğuna inanmaktayım. Zira bizim aydınlar birçok şeyde olduğu gibi, demokrasiyi salt bir yöntim tarzına indirgeyerek, onu kendi tarihsel tecrübesinden ve anlam dünyasından koparmaktadırlar. Batıdaki işçi sınıfı için ne kadar özgürlük ve eşitlik getirdiği malum. Demokrasi çok zaman seçim ve temsile indirgenerek nötr bir olgu, değerden bağımsız teknik bir mesele şeklinde anlaşılmaktadır.Kanımca böyle indirgemeci bir tanım, demokrasiye yapılabilecek en büyük kötülüktür. Çünkü demokrasiyi araçsallaştırmak, sonrada onu kendine göre tanımlamak bizim gibi ülkelerin, üçüncü dünya aydınlarının köylü kurnazlığının bir ifadesi saymak gerekiyor. Demokrasi her şeyden önce belirli bir tarz içinde düşünme, algılama ve sorun çözme yoludur; üstelik varsayıldığından oldukça fazla ideolojik bir içeriğe sahiptir. Demokratik tecrübe ve demokrasi mefhumu bu yüzden batılı tecrübe ve tarihsel, felsefi, kültürel değerlerden bağımsız olamamakta, batılı dünya görüşünün taşıyıcısı olma özelliği taşımaktadır.Bu sebeplerden dolayı demokrasi hiçbir zaman taşıdığı batılı dünya görüşünden bağımsız ele alınamaz. Demokratik bir zihniyetin ve demokratik süreçlerde toplumun kendi sorunlarıyla ilgili kararlar alınırken ve çözüm yolları önerilirken neyin referans alındığı, çok zaman gözardı edilse de, bu noktaya dikkat edilmesi gerekir. Zira toplum, kendi sorunlarını çözerken alınacak kararların her şeyden evvel "Establishment"in,yani kurulu düzenin belirlediği çerçevenin haricine çıkma gücüne sahip değildir. Hâkim düzenin belirlenmiş güzergâhı na, işleyiş tarzına, üretmekte olduğu hâkim değerlere ters düşecek kararlarla ilgili katılımdan söz edilemez. Böyle haller marjinal oldukları sürece ancak tolere edilebilirler. Burada söz konusu kararların öncelikle seküler, rasyonel değerler tarafından tanımlanmış kurulu düzene ters düşmesi mümkün değildir. Sadece demokratik bir düzen yâda demokratik çözüm şekli değil, aynı zamanda demokratik tasavvur şekli de aklın dışında herhangi bir referans kaynağı veya insanın dışında bir otorite kabul etmez. Bu da islamla özünde uyumu mümkün olmayan bir düşünme, sorun çözme ve yönetme meselesi demektir. Sorun çözücü olarak referansta bulunulan islamın ilkeleri, bir kere toplumun onayını alarak meşruiyet kazanan ilkeler değildir. Bu hususta karşımıza çıkacak ve çıkması gereken farklı yorumlar, uygulanabilirliklerini toplumsal onaya borçlu olsalar da, son tahlil de referans kaynağı onay ve tartışma dışıdır. Dolayısıyla referans kaynağının bizzat kendisinin meşruiyeti topluma dayandırılamaz. Hâlbuki demokratik tahayyül bu meşruiyeti toplumda arar. Toplum,toplumun yönetimiyle ilgili olan her karar ve uygulamanın tek ve meşru kaynağı olma özelliği taşır.

Musa Argüç: Demokraside, İslam ile bir araya gelemeyecek olan en temel unsurlar nelerdir?

Abdurrahman Arslan: Demokrasi ile islamın, eğer bu ifademiz yanlış anlaşılmazsa, felsefi, vahyi temelleri bağlamında birbirleriyle uyuşmaları mümkün değil. Demokrasinin bir ideoloji, bir hayat tarzı içeren aynı zamanda da ön gördüğü ideolojiyi ve hayat tarzını benimseyenler için bir yönetme yönetilme tarzı olduğunu unutmamamız gerekiyor. Demokrat olmak yada demokratik bir tahayyül "akılcılığı" esas alır. Müslümanlar demokrat olurken hangi "aklı" kendilerine esas almayı düşünüyorlar: bu "aklın" kendilerine ait olmadığını bilmeleri gerekiyor.

Musa Argüç:Türkiye'den itibaren doğuya baktığımızda toplumsal muhalefetin önünü kesmek için demokrasi oyununun kullanıldığını görmekteyiz. Başrollerinde birilerinin yer aldığı, halkın ise figüran olarak, sandık başında "bir şey yaptım" anlayışıyla kendisini tatmin ederek avuttuğu yaklaşımının sosyolojik değerlendirmesini yapar mısınız?

Abdurrahman Arslan
: Nasıl bir dünyada yaşadığımız önemli olduğu kadar; bu dünyada bizim değerlerimize ve gelecek ideallerimize uygun olmayan süreçler hâkimse, bunlara ne adına ve nasıl karşı çıkacağımız önemlidir. Böyle bir dünyayı tanıma hususunda tahlilde bulunmadan, baskılardan kurtulup öz gür olmak umuduyla demokrasi gibi sihirli anlam yüklenen bir kavram peşinde koşmak hayal kırıklığı ile neticelenmesi muhtemel bir arayış olabilir. Çok zaman hiç mümkün değilken içerik anlamını kendimizce yeniden inşa ederek kullanmak üzere kutsamaya çalıştığımız günümüz postmodernizmin liberal demokrasi anlayışı, hem kendi tarihsel pratiği, hem de günümüzde kazandığı yeni içeriği ile tahlil edilmeyi bekliyor. Günümüzün dünyasını "demokrasi" ve "totaliterlik" gibi iki kategoriye ayırmaya çalışanların daha öncede özgür dünya ve demir perde şeklinde bir ayrımda bulunmuşlardı, maksadı sadece insanlar için özgürlük ortamı inşa etmek değil. Bu günde Müslümanlar, bakıyoruz ki bu iki kategoriden birini tercihle karşı karşıya bırakılmaya çalışılıyor. İki kutuplu olmaya itilen böyle bir ortamda, sorun bunlar arasında bir tercih yapmak değil, üçüncü bir imkân üzerinde müslümanca kafa yormaktır. Dolayısıyla 28 Şubatla gelen baskıyı bahane ederek, özgürlüğün insanoğlu için tek im- kânıymış gibi, liberal demokrasiye yapılan aşırı vurgu, neredeyse her derde deva gibi, her sorunun tek çözüm yolu şeklinde görülmesini, Müslümanlar adına yadırgıyorum. Bu yolun dışında aradığımız nispette Allah'ın rahmetini bulma imkânımızın olduğunu unutmamalıyız. Hiç şüphe yok ki Müslümanlar totaliter ve baskıcı yönetimlerden yana olamazlar. İslam, Müslümanlara zalimlerin safında yer almayı bir kenara bırakalım, bunu düşünmelerini bile kabul etmez; özgürlük ve özgürleşme adalet adına ancak mazlumların yanında ve onlarla birlikte elde edilecek bir kazanımdır. Dolayısıyla bütün özgürleşme imkan ve umutlarını neo liberalizmin bütün İslam dünyasına dayatmakta olduğu demokratik imkanlarda aramak, yanıltıcı bir düşünce olmaya mahkumdur. Zira demokrasi bir yönetme, yönetilme meselesine indirgenemez; onun bizzat kendi tarihi böyle olmadığı hususunda öğretici derslerle doludur. Sorun burada özgürlüğe karşı çıkmak yada yanlış anlaşılmaktan doğacak totaliter yönetimleri onaylamak değil; Sorun Müslümanlara dayatılan demokratlık ve/ veya demokrasi ideolojisini uygulamak isteyen küresel gücün pekte gizlemeye ihtiyaç duymadığı niyeti ve demokrasi dediğimiz şeye yüklenen işlevdir. Bu gün demokrasinin imkânlarıyla Müslüman toplumlar "şeffaf" hale getirilmek isteniyor. Demokrasi adına kurulacak bütün kurum ve araçlarla ki sivil toplum kuruluşlarının çoğaltılması buna matuftur Müslüman toplumların çözülmeye uğratılarak kontrol altına alınması istenmektedir. İslamın değerleri, ilkeleri, idealleriyle beraber Müslümanların hayat tarzının çözülmesi halinde; İslam dünyasının küreselleşme karşısında bir muhalif olarak kalmaya devam edeceğine inanılmaktadır. Müslümanların böyle bir durumun getirdiği sorumluluğun üzerinde yeteri kadar düşündüklerinden emin değilim.

Musa Argüç:Demokrasi.ABD, İngiltere, İsrail gibi emperyalist zihniyetin, 3. dünya ülkelerini hegemonyası altına alabilmek için kullandıkları modern bir işgal yöntemi midir.?

Abdurrahman Arslan: Makro, otoriter ve totaliter rejimler karşısında insanlar için özgür yönetilme/ yönetme imkânı olarak görünse de, günümüz medya tarafından manipüle edilen toplumlarını çözmenin siyasal "aygıtı" olma hüviyeti kazanmıştır. Çözmeyi, sadece ulus devlet düzeyinde kastetmiyorum, aynı zamanda çok daha fazla önemli saymamız gereken, toplumun değerler sisteminde de çözülmeye uğratılması demek, bir toplumun hayat tarzının, yaşama alışkanlıklarının, tüketim tarzının bütünüyle işlevsiz kılınması, toplumun bütünüyle korunmasız kılınması demektir. Günümüzün "öznesi olmayan" yeni emperyalizmi için bu önemlidir. Bugün hegemonya bir hayat tarzı olarak kendini insanlara dayatmaktadır. Oda daha tehlikeli, çok daha güçlü bir hegemonya demektir ki. Böyle bir durumdan kurtuluş, hayatı yeniden tanımlayabilirsek ancak mümkün olabilir.

8 Kasım 2007 Perşembe

MODERN İSLAM DÜŞÜNCESİNİN TENKİDİ ÜZERİNE




İlahiyatçı yazar Ebubekir Sifil’le “Modern İslam Düşüncesinin Tenkidi” üzerine konuştuk

Söyleşi: Ekker Özdemir

İslam Batılı Terakkiye Manidir

Hocam, modern İslam düşüncesini oluşturan etkenlerin niteliğinden başlayalım isterseniz. Nedir bu etkenler ve nitelikleri nelerdir?

Modern İslam düşüncesini anlamak için önce Modernizm’i anlamak lazım. Kısaca söylersek, Aydınlanma dönemi denen süreçle ifade edilen, Rasyonalizm (mutlak akılcılığın) ön plana geldiği, (din, gelenek gibi) diğer unsurların arka plana itildiği bir anlayış. Kutsal’a ilişkin hiçbir değer ve sınır tanımayan bir düşünce.
Bu düşünce ile Batı dünyası 19. yüzyıldan itibaren kendi yolunda müthiş bir ilerleme kaydetmiştir. Bu ilerleme karşısında İslam dünyasında yaşanan şaşkınlık sonucu bir iç muhasebeye gidilmiştir. Bu muhasebe bir soruyu gündeme getirmiştir: Batı dünyası ilerliyor, İslam dünyası ise geride kaldı. Acaba bunun nedeni ne olabilir? Bizde mi bir yanlışlık var, yoksa dini algılayış tarzımızda mı? Bununla beraber can alıcı ve yıkıcı bir soru sorulmuştur: İslam terakkiye mani midir? Bu soru sorulduğu andan itibaren modern İslam düşüncesi doğmuştur. Yapılan en büyük yanlışlık da budur zaten. Biz soruyu yanlış sorduk. Ben bu soruyu sormakla büyük bir hata yapıldığı kanaatindeyim.
Modenizm ahlaksız bir anlayıştır

Neden hatadır? Nitekim bu soruyu soran insanlar (Tanzimat aydını) dinini, vatanını, ahlakını kurtarmak için yola çıkmıştır.

Bir kere Modernizm denilen ve ilerleme olarak görülen anlayış ahlaksızdır. Temelinde, yeryüzünün kuzeyini ve batısını, güneyini ve doğusunu her alanda sömürmesi vardır. Bu sömürü olgusunu gözden uzak tutarak modern Batı medeniyetini doğru anlamak mümkün değildir. “Biz de ilerlemeliyiz” demek, “Biz de sömürelim, yeryüzünün, ekolojik dengenin tahribatına, tabiattaki birçok canlı türünün yok olmasına, ozon tabakasındaki deliğin büyümesine, denizlerin, karaların, insanların kirlenmesine biz de katkıda bulunalım” demektir. Ben hep bir benzetmeyle örnek veririm. İki komşu düşünün. Biri ahlaksız ve namussuz. Bu sayede mal ve mülk sahibi oluyor. Rahat bir hayat yaşıyor. Şimdi diğer komşu kendisine şu soruyu soruyor: Neden onun hayat standartları bende yok? Bu soruyu sorduğu andan itibaren Modernizm’in kıskacına düşmüş demektir. Çünkü o andan itibaren değerler sistemi, hedefi ve kaygısı değişmiştir. Öncelenmesi gereken “ahlaklılık ve namusluluk” mudur, yoksa zenginlik ve konfor mu? İslam dünyası ikinciyi öncelediği için yanlış başladı. Oysa bizim kimliğimiz, onu dışlama üzerine kuruludur.
Modern İslam düşüncesi bir dayatmadır.

Ama uzak tutmakla ondan kurtulamıyorsun ki! Hem kötülüğü yok edip iyiliği yaşatmakla memursun. İçine girsen batıyorsun, dışında kalsan dünya hayatın zindan oluyor ve kötülüğün gücü artıyor. Bu çelişkiden kurtulamıyorsun.

Doğru, kaçmak çare değil. Ben de “kaçalım” demiyorum zaten. Eğer bu dünya iyiye, doğruya, güzele doğru değişecekse, değişmeliyse, bu, ancak Müslümanlar’ın “kendileri kalarak” hayatı dönüştürme azmini kuşanmalarıyla mümkün. Bunu söylerken “ideolojik” ve “aktivist” bir duruştan söz etmiyorum. Benliklerin, gönüllerin, değer yargılarının ve algı sistemlerinin ıslah ve ihyasından bahsediyorum. “Neden ben de onun gibi olamıyorum?” sorusu bunun için yanlış bir soru ve aslında bu soru Modernizm’in bir dayatması.

Yani Modernizm’in dayatmasıyla mı oluştu modern İslam düşüncesi?

Evet, bu bir dayatmadır. Ya benim gibi olursun ya da yok olursun.

Peki bizim kabahatimiz yok mu?

Dedim ya, bizim suçumuz kusuru dinimizde veya dini algılayışımızda aramak oldu. Bir kere terakki olarak görülen şeyin gerçekten terakki olduğunu kim söylemiş? O Batı’nın (ahlak ve değerden yoksun) ilerleyişidir. (Dikkat edin, “ilerleme” kelimesinin ne büyük bir imajinatif gücü var! Siz hiç, “ gelin şu ‘ilerleme’ denen şeyi bir tartışalım. İyisiyle, kötüsüyle, artısıyla, eksisiyle masaya yatıralım” diyebilen birine rastladınız mı?) Ben diyorum ki, bu anlamda bir terakkiye İslam manidir.

Hangi terakkiye?

Batılı anlamdaki terakkiye. Hormonsuz ve katkı maddesiz yiyeceğin bulunmadığı, ahlak ve maneviyatın köşe bucak sürüldüğü, çıkar ve sömürü üzerine kurulu terakkiye. Hiç düşündünüz mü ABD niçin bir “şirketler devleti”dir? Her şeyi (ahlakî ilkeleri bile) ekonominin belirlediği bir ortamda, evet ilerlersiniz, ama hala “insan” olarak kalıp kalmadığınız bence şüphelidir. Bugün düşünün ki, İslam dünyasının elinde en son teknoloji olsun. Biz atom bombası veya nükleer silah yapamayız. Neden? Çünkü İslam’ın savaş hukukuna ve ahlakına aykırıdır. Kadınlara, çocuklara, yaşlılara, din adamlarına, sizinle savaşmayanlara dokunamazsınız. Peki bunları yapmadan nasıl kullanacaksın atom bombasını?
Kendi düşen ağlamaz

O halde biz her halükarda yenilmeye mahkumuz.

Modern düşünce ve hayat tarzını mutlaklaştırdığımız sürece evet. Zira bu durumda başkalarının ürettiği değer yargısı, hedef, ilke, kaygı ve korkular ekseninde yaşamayı alternatifsiz olarak kabul etmiş oluyoruz. Mesele gelip sonunda kaba güce dayanıyor ve burada tıkanıyoruz. “Başkaları gelip silahıyla bizi dize getirmesin diye, biz de aynı güce ulaşmalıyız” diyoruz. Oysa bu gücün dün Anadolu’da, Vietnam’da ve Afganistan’da işe yarayıp yaramadığını görmüş olmamız gerekiyordu. Ama öylesine yoğun bir propaganda rüzgarının etkisindeyiz ki, neden korkmamız ve neye saygı duymamız gerektiği konusunda bile kendimiz karar veremiyoruz.

Kendi düşen ağlamaz diyelim mi?

Diyebiliriz, çünkü modern düşünerek kurtulacağımıza biz karar verdik.

Mesela bir buçuk asır önce Afganî’nin Renan’a yazdığa mektupta (maalesef!) İslam’ın akla gereken değeri vermediğini, hatta Müslüman kadınlara seslenerek, “Üzgünüm ama dinimiz size erkeğe verdiği kadar değer vermiyor” dediğini biliyoruz. Şimdi aynı şeyi AB karşısında yapıyor ve adeta merhamet dileniyoruz. 150 yılda hiçbir şey değişmedi mi?

Ben onu iki yüzyıl olarak söylüyorum. İki asırdır modern dünyaya ayak uyduralım dediniz. Peki ne oldu? Bugün İslam dünyası, iki asır öncesine oranla çok daha kötü durumda.
AKP’nin penceresi Batı’ya bakıyor

Peki ne yapmalı?

İslam dünyasında ciddî bir iç muhasebeye ihtiyaç var.

Ama bu iki asırdır zaten yapılıyor.

Dedim ya, sorular yanlış soruldu diye. Demek ki yanlış bir muhasebe yapılıyor.

Örneğin AKP bir iç muhasebenin ürünü değil midir?

Evet öyledir.

Peki nedir yanlış olan?

Yanlış olan şu: Muhasebenin neticesinde açılan pencerenin yönü Batı’ya bakıyor. Bu bizim zaten iki asırdır yaptığımız bir şey. Farklı bir sonuç alınabilir mi? Sanmıyorum. Çünkü başkalarının icad ettiği bir oyunu, onların koyduğu kurallarla ve onların sahasında oynuyoruz.
Din anlayışımız sakat

Doğru olan nedir peki?

Efendimiz’in tespitini hatırlayalım: “Yiyicilerin, yiyecek kabının başına birbirlerini çağırdığı gibi düşmanlarınız sizin başınıza üşüştüğünde haliniz nice olacak?” buyurmuş. Yanında bulunanlar, “Bu niçin böyle olacak; o zaman sayıca azınlıkta mı olacağız?” diye soruyor. Cevap şu: “Hayır. Bilakis o zaman sayınız çok olacak. Ama kalbinizde “vehen” bulunacak. “Vehen”in ne olduğunu sorduklarında ise söyle buyuruyor:
“Dünyaya bağlılık ve ölümden nefret.” Modernizm’in dayattığı hayat anlayışı ne üzerine kuruludur? Dünya hayatını kalıcı kılmak,konforize etmek. Ölüm bizim gündemimize sadece ya bir kaza veya hastalık, yaşlılık... durumlarında giriyor. O da bir an için. Sonra yine gırtlağımıza kadar gömüldüğümüz hayata geri dönüyor ve bıraktığımız yerden devam ediyoruz.
Şu halde doğru olan, yönümüzü tekrar ahirete çevirerek yaşamayı öğrenmek.

Din anlayışımızda da ciddî bir problem var...

Evet, hem de çok. Bir kere ait olduğumuz dini, kültürü ve medeniyeti kavrama, içselleştirme konusunda ciddi sıkıntılarımız var. Bize intikal eden ilmî bırakın “ihya”yı, “ihata” etmenin bile fersah fersah uzağındayız. Tarihi çarpık okuyoruz, dolayısıyla bugüne miyop bakıyoruz. Bakın ben Hz. Ömer’in sünnet anlayışı üzerine doktora hazırlıyorum. Görüyorum ki, bu noktada ciddi çarpıtmalar söz konusu.
Büyük bir yanlış: Dini modern yöntemlerle okumak

Bunu anlamak gerçekten zor. Türkiye’de özellikle halk ile ilahiyatçılar arasında müthiş bir uçurum var. Sürekli “siz dini yanlış biliyorsunuz. Sizinki bidat ve hurafeden ibaret.” ithamıyla karşı karşıyayız. Allah için, bu ilahiyatçıların ne farkı var bizden?

Çünkü kasdettiğiniz ilahiyatçılar dini modern yöntemlerle okuyorlar.

Yani “Din sosyal bir olgudur” diyen anlayış mı?

Evet. Modern bilimde din sosyal bilimlerin bir alt disiplini mesabesindedir. Kategorize edilmiştir yani. Bu yüzden arada fark oluşuyor.

Peki bunca iç ve dış saldırıya rağmen ehl-i sünnet itikadıyla örülü geleneksel din anlayışımız nasıl ayakta duruyor?

Bu inancın diriliğinden, bir de akıldan önce kalbe, ruha hitap etmesinden kaynaklanıyor. Modern İslam düşüncesinde akıl birinci sıradadır. Oysa ehl-i sünnet itikadında akıl nakle öncelenmez.

Önce nakil sonra akıl vardır...

Evet. Zira aklın işleyiş biçimini nakil belirleyecektir. Tersi durumda öncelikle “hangi akıl?” sorusuyla karşılaşırsınız. Aklı mutlaklaştırdığınızda inkârcı felsefeye dahi meşruiyet tanımış olursunuz. Bizim modernleşme maceramızın başlarında ortaya konan tesbitlerden biri de (bir anlamda geri kalmışlığımızın sebebi olarak) ictihad kapısının kapalı olmasıydı. Sebep böyle tespit edildi ve modern aklın öncülüğünde ictihad kapısı açıldı. Tabii bu akıl hiç sorgulanmadı. Oysa sorgulanmalıydı. Hangi akıl? Hadi aklın birinci sırayı almasını geçtik, hangi akıl birinci sıraya geçecek? İslamî akıl mı, pozitif akıl mı? Hiç düşünmeden rasyonel (pozitif) aklı birinci sıraya koyduk ve dinimize, tarihimize Batılı akılla yaklaştık. Geldiğimiz noktaya bir bakalım. Bugün başta ABD olmak üzere birçok Batılı ülkede “acaba bu teknoloji insanlığa ne sundu? Bunu bir ilerleme olarak görebilir miyiz? Teknolojisiz bir hayat mümkün müdür?” soruları soruluyor ve cevapları aranıyor. ABD’de bir insan bunu yapabiliyor, sorguluyor ortaya çıkan medeniyeti. Ama biz bunu dahi yapamıyoruz. Asıl bunu bizim yapmamız gerekiyor. Kendi medeniyetini anlayacak, Batı medeniyetini anlayacak, eksiklerini, fazlalarını çıkaracak ve yeni bir sentez ortaya koyacak.
Gazali çapında bir adam çıkmaz bizden

Yani Gazali çapında bir adam çıkarmalıyız.

Çıkmaz. Bu şartlarda mümkün değil.

Neden?

O dönemlere bir bakın. Ulema kesiminde İmam Ebu Hanife, İmam Gazali yetişmesine imkân veren bir kemiyet ve keyfiyet yoğunluğu vardı. Kalite yüksekti. Benzerleri çoktu. Gazali, İmam Şafiî, Ebu Hanife, Fahruddin Razi... gibi insanlar benzerlerinden bir adım öne çıkan kişilerdir.

Yani zemin müsaitti. Bizde olmayan şey bu mu?

Evet.

Bizden de Yaşar Nuri çıkıyor. Gelelim Yaşar Nuri ile ilgili yazılarınıza. Neden bu isim üzerinde bu kadar çok duruyorsunuz?

Benim şahsen Yaşar Nuri Öztürk ile alıp veremediğim yok. Modern İslam düşüncesi üzerine çalışma yaparken ilk bölümleri Yaşar Nuri Öztürk üzerine ayırmıştım.Yoğun talep gelince kitaplaştırmaya karar verdik ve böyle bir intiba oluştu. Bu da bir talihsizlik olsa gerek. Bu beş ciltlik bir çalışma olacak. Mesela ikinci ciltte Fazlurrahman var.
Modern zamanda İslam’ı yaşamak zor.

Bir anlayış olarak bakalım Yaşar Nuri’ye? Neden bu ısrar?

Şimdi Yaşar Nuri ve o anlayışta insanlar henüz yokken Türkiye’de modern hayat yaşayan kesimin dine yaklaşımı şöyleydi: “Biz de Müslümanız. Ama ibadet edemiyoruz. Günahkarız.” Bir saygı duyuyorlardı dindar kesime. Ama Yaşar Nuri Öztürk ve o çerçevede düşünen insanların çabaları sonucu bu insanlarda halka karşı şöyle bir düşünce oluştu: “Sizin dininiz yanlış. Siz bidat ve hurafe içinde yüzüyorsunuz. Asıl İslam bizim yaşadığımız dindir.” Bir zamanlar dinden uzak olduklarını düşünen insanlar, şimdi Yaşar Nuri’nin sayesinde asıl dindarlar olduklarını söylemeye başladılar. Dinle alakası olmayan insanların gündemine İslam’ın herhangi bir şekilde girmesi sevindirici olabilir ama bu bizim için hayırlı mıdır, şerli midir, ben o konuda pek de iyimser değilim.

Peki gelelim işin zor tarafına. Modern dünyada Müslüman olmak. Bir problem midir bu?

Evet, hem de bizim için çok ciddî bir problemdir.

Neden problemdir?

Çünkü modern zamanda İslam’ı yaşamak zor.

Neden zor?

İslam ilim ve kültür mirasımızı değerlendirecek ve reel dünyayı iyi okuyabilecek kadrolardan yoksun olduğumuz için, “kendimiz olarak” yaşamanın zorluğundan dolayı zor. Dışımızdaki hayatın dayatmalarına karşı direnç mekanizmaları geliştirmemiz zor olduğu için zor.

Peki bu zorluk nasıl aşılacak? Nedir herkesin sorduğu bu soruya cevabınız?

Bunun iki yolu var: 1- Sahih iman. 2- Salih amel. “Allah, sizden iman edip salih amel işleyenlere şöyle vaat etti: Yemin olsun ki, onlardan öncekileri sahip ve hakim kıldığı gibi kendilerini de yeryüzüne mutlaka sahip ve hakim kılacak ve behemehal onlara, kendileri için razı olduğu dinlerini kuvvetle icra kudreti verecek ve onları muhakkak korkularının arkasından güvenliğe kavuşturacak.” (Nur, 55)

ANADOLU GENÇLİK - Temmuz 2004

POSTMODERNIZM,DIL,HAKIKAT VE KURESEL ISGAL



Turan Kışlakçı

Bilgiden Neo-Nihilizme..: Müslüman Nihilistler

Batı dünyası, bildiğimiz eski aydınlanma dönemini temsil eden Batı değil artık.
Modern Batı eskisine nazaran daha vahşi, barbar, şiddet yanlısı ve canavar. Bunun nedeni ise rotasını kaybetmişliğinden, aklını yitirmişliğinden ve ne yaptığının farkında olmayışından kaynaklanmaktadır.

Vakit kaybetmeden bugünkü batıyı tanıyıp, hastalığına deva bulmalıyız. Çünkü bugünün şaşmış ve sağa sola saldıran Batı dünyası, herkese ve her şeye çok zarar vereceğe benziyor.

Aydınlanma dönemi Batı dünyası “Tanrı”yı ve Postmodern Batı da “aklı” öldürdüğü için varlığının, teknolojisinin, işgallerinin ve yaşantısının sonunun nereye varacağını kestirememekte. Her yönüyle, Postmodern Batı bugün kendisini “Matrix” alemde hissetmekte. Anlayacağınız, bayağılığın ve sathiliğin her şeyi kuşattığı bir evreden geçiyoruz. Artık, doğru yok, hakikat yok, gerçek yok, anlam yok, iyi yok, kötü yok, güzel yok, çirkin yok, özne yok. Peki, o halde ne var? Postmodernistler bunların yerine görecelik, imgeler, çoğulculuk, mutlak şüphe, çok kültürlülük ve eklektisizm kavramlarını yerleştirip, özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasını Postmodern döneme geçiş evresi olarak adlandırmaktadırlar. Postmodernistler, dil cambazları oldukları için ve geçmişten beri süre gelen dil oyunlarının da farkında olduklarından kabul ettikleri kavramların içini yine kendileri dolduruyorlar. Örneğin, postmodernistler “çok kültürlülük” ve “pluralizm”i öne sürerek aslında bildiğimiz manada değil de farklı anlamlarda kullanıp kafa karıştırmaya çalışırlar. Postmodernist guru Jean-François Lyotard, Postmodernizmi, “Bir kimsenin reggae dinlemesi, bir kovboy filmi izlemesi, öğle yemeğini McDonalds’tan, akşam yemeğini yerel mutfağından yemesi, Tokyo’da bir Paris parfümü sürmesi ve Hong-Kong’da geleneksel giysiler giymesi” olarak tanımlar. Peki, gerçekten çok kültürlülük bu mudur? Bizim aynı şehirde Çin, Türk, Hint ve Küba yemekleri yiyebiliyor olmamız çok kültürlü bir toplumda yaşıyor olduğumuz anlamına gelir mi? Halbuki gerçek “çok kültürlülük”, eşit iktidar ve fırsat paylaşımına dayanır. Anlaşılan, bu düşünce akımı tüm kültür ve gelenekleri tek bir alana indirgeyerek, gittiği her yerde baskıcı ve adaletsiz ekonomik-kültürel yapı ve yönetimler bırakacak.

Postmodern dünyanın öznesi var mı? Batı kendi Ortaçağ’ından kurtulup tanrı anlayışının yerine insan aklını veya özne olarak insanı dünyanın merkezine koymasıyla yeni bir merhaleye girmiştir. Aydınlanma ve modernite dönemlerinde Avrupa’da özne/merkez insan iken, postmodernist çağda özne/merkez sözkonusu değildir. Merkezsiz (ya da çok-merkezli) bir düşünce sistemi vardır. Çünkü onlara göre, klasik Batı düşüncesi ikili karşıtlıklar/dualizm üzerine kuruludur: Özne-nesne, özgürlük-zorunluluk, Batı-Doğu, kadın-erkek vb.. Bu ikiliklerle daha başkaları tam karşıtlıklar olarak kurulmuş, seçilen konuma göre biri merkez seçilirken, karşısındaki “öteki” sayılmıştır. Postmodernizm de ise bu çiftler karşıtlık olmaktan çıkarılmış, bunların birbirlerini dışlamadan yan yana varolabilecekleri öngörülmüştür.

Modernizme göre insan aklı, çok iyi bir biçimde donatıldığında her şeyi çözebilir, her istenileni yapabilirdi. Fakat İkinci Dünya Savaşı ile birlikte Batı bu kez yeni döneme girdiğini algıladı. Böylece, aydınlanmacı keşif yolculuğu kayaya oturmuş oluyordu. Batı aklının eski büyük anlatısı, çözülmüş veya sır perdesi aralanmış bir entrika olmaksızın, ve şu veya bu düzeyde aptalca ve saptırıcı olduğu ortaya çıkmış kendi yolunda ona yardımcı olmuş merkezi karakterleriyle birlikte, bir tür kapanışı tecrübe etmişti. Keza, yeni dönemi kendisinin bile hâlâ anlamlandıramadığı postmodernizm ile tarif etti. Anlamlandıramaması gayet doğal çünkü kendisi her şeyi anlamsızlaştırıyor ve manasızlaştırıyor. İsim-müsemma meselesi Postmodernizm ile birlikte Yahudi asılı Fransız Filozof Jacques Derrida'nın "deconstruction" kavramını iyi bir şeklide mütalâ ettiğinizde kendinizi isim/müsemma tartışmasının içinde bulursunuz. Bu da sizi dil tartışmalarının içine sürükler. İnsanlar arası diyalogun ve iletişimin cevheri olan dil, insanlığın ortak karakteridir. Karakter karşılıklı güveninin işaretidir. Böylece karşılıklı konuşmalarda kastedilen manaların anlaşılması daha kolaylaşır. Karakter, kişi ile konu, düşünce ile hakikat, isim ile müsemma arasında bir bağdır. Postmodernistler, isimden önce müsemma'ya yani mananın varlığına işaret eden bu tür ilişkileri kabul etmeyi varsayım/faraziye olarak görmektedirler. İnsanlığın ortak değerlerinin daima değişken, nisbi ve hareket halinde olduğunu söylerler. Onlara göre sabiteler yoktur. İşte bundan dolayı bütün çabalarını “isim ile müsemma” arasında aslıda bir ilişkinin olmadığını ispat yönünde harcarlar. Örneğin biri eğer "kedi" diyorsa, bu kelimenin onlara göre, küçük, dört ayağı üzerine koşan ve bu isimle meşhur hayvanla bir alakası yoktur. Bugün Batıda doktora tezleri genelde kavramlar ve kelimeler üzerine yapılmaktadır. Mesela, tabiat, sanat ve lezzet gibi.. Bu kelimelerin geçmişten bugüne geçirdikleri değişimler ele alınarak postmodernistlerin ne kadar haklı oldukları ispatlanmaya çalışılıyor. Şimdi buradan hareketle, Postmodern Batı'nın neden "terörü" tanımlayamadığını ya da neden "işgal", "işkence" vb. kavramları insanlığın yararına işler olarak yorumladıklarını rahatlıkla anlayabilirsiniz. Aslında hâlâ tam manasıyla tanımlanmasa bile Postmodernistlerin kitaplarına baktığınızda özne olarak “dil”i kısmi olarak kabul ettiklerini görürsünüz. Çünkü onlara göre dünyada hiçbir şey “dil”i aşamaz. Posmodernist söylemde, sistemler temelde insan kontrolünden bağımsız, dünyanın yalnızca bize ait olduğu varsayımıyla yola çıkan tasarımlardır.Yirminci yüzyıl ideologları, hem Batıda hem de İslâm dünyası ve başka yerlerdeki diasporalarında, temel olarak Varlık’tan uzaklaşıp insan konusuna yaklaşan bilgi tanımlarına yönelmişlerdi. Ancak postmodern olarak isimlendirdikleri bu çağda dili her şeyin merkezine koyma eğilimindeler.

Postmodernistler tüm alternatifleri eşit derece geçerli görür ve eklerler: “Hermenötik gerçek, nesnel gerçeğin yerini alacaktır.” Anlattıklarına göre, insan aklı asla tarafsız olamaz, kaçınılamaz bir şekilde cinsiyetle alâkalı, etno-sentrik ve de zamanla kayıtlıdır. Lytord’ın “Postmodernite, modernitenin önünde yürür” şeklindeki beyanı ise, Aydınlanma rasyonalizminin karanlığa gömüldüğüne işaret etmektedir: gerçekliğe dair doğrusal ve söylemsel kuruntular, basitçe tercihe bağlıdır, onlar temelsiz birer safsatadır. Buna karşın, ilk insanın sezgisi doğru kabul edilerek övülür, zira onun kesinlikle öznel olduğu düşünülür. Bu noktada, varlıklarını aşikâr biçimde ortaya koyan teoloji ve ahlâkın icaplarından vazgeçerek ‘akıldan firar etmiş’ olan aydınlanma-sonrası epistemolojinin çöktüğünü söyleyebiliriz.

Bu dünyada her şey gider!

Postmodern Batıda her şey gider “Every thing goes”.

Bundan dolayı önüne gelen her şeyi yutuyor ya da emip içini boşaltıyor. Kavramların, dini değerlerin içi boşaltılıp pazara sunuluyor. Böylece, postmodernizm beyine harddisk muamelesi yapmakta. Yani, hakikat yok, gerçek yok, piyasada ne varsa al. İşte böylece “popülist kültür” ya da “tüketim kültürü”nün önü açılmış oluyor.

Richard Rorty’nin deyimiyle ‘başka bütün kültürleri yutan bir tür doymaz canavar’ postmodernizm.

Artık insanlar huzuru bunlarda buluyor. Çünkü okumak, anlamak ve yaşamak istemiyorlar. Kendi sonlarını, hayatın sonunu düşünmek yerine “Matrix”vari bir dünya ile avutuyorlar kendilerini. Artık insanlar her türlü bilgiye “google.com” veya “altavista.com”un sunmuş olduğu bilgi nazarıyla bakıp, ondan şüphe ediyor.

Sonuç olarak dünya, zaman bir yana, biz ve bizi ilgilendiren her şeyin değiştiği zehabıyla hareket edip, kendimizi avutuyor ve gerçekleri görmemek, duymamak ve anlatmamak için yeni post’un peşinde bizler de koşturuyoruz. Aslında Batı bugün sözde her şeyden kuşkulanıp sözüm ona özgürlüğün tadını çıkarmaktan yana. Bundan dolayı hem kendilerinin hem de dünyanın sonunun ne olacağı onları ilgilendirmemekte. Hatta düşünmek ve sormak bile istemiyorlar.

Ancak bilinmeli ki, her ne kadar durmadan değişiyor olsa da bir gerçek var! Çünkü eğer gerçek olmasaydı, biz insanların hiçbir hedefi olmazdı ve her şey bir düşten ibaret olurdu. O halde bugün sadece akıl ile değil, olaylara inanç ve akıl birlikteliği ile bakma zamanı geldi geçiyor. ABD ve Avrupa neden çekişiyor BM toplantılarında, Avrupa Parlamentosu konuşmalarında ve batılı devlet liderlerinin karşılıklı ziyaretleşmelerinde tanık olduğumuz, ABD ile Avrupa arasındaki çekişme, Irak savaşı ya da Afganistan’dan dolayı değil. Bilakis çekişme çok derinlerde yaşanıyor. Aydınlanma dönemi batı dünyası ile Postmodern dönem arasında. Kapalı kapılar arkasında göremediğimiz ciddi bir çatışma var. Küresel tek güç ABD, her şeyi Avrupa-merkezci düşünceden soyutlayıp, postmodern olarak isimlendirdiği kendi yeni dünyasına göre dizayn etmek istemesi tartışmanın odak noktasını oluşturuyor.

Bundan dolayı Ziyaüddin Serdar, postmodern düşünce sistemini, dünya insanlarını sarıp sarmalayan bir emperyalizm türü olarak tanımlamaktadır. Yani halihazırdaki Batı’yı anlamamız için anahtar kelime: Postmodernizm ve Nihilizm. Aydınlanmanın çöküşü Avrupa-merkezciliğin sonunu getirdi. Postmodernizmin diyalojik, farklı güzelliklere açık ‘çoğul kaynak ütopyası’ yeni bin yılda Doğuyu araştıran bir Batılı araştırmacının zorunlu olarak ‘bagajı boş’ bir derlemeci olmasını talep eder ki bu derlemecinin Avrupa-merkezci bilgi arayışı, geçmişte onu hayret halinde alıkoymuş ve Hakikat içinde fani olmaya değil, tüm hakikat iddialarından ötede bir fena durağına götürmüştür. Batının afallayan mukallitleri Batının geçirdiği bu bunalımdan ve kaostan en çok, batıyı taklit eden İslam dünyasındaki mukallitleri etkilenmiştir herhalde. Batı idealleri için nelerden vazgeçmemişlerdi ki onlar. Dinlerinden, değerlerinden, halklarından ve hatta kendi kimliklerinden bile… Postmodern dünya ideallerini alıp götürünce, ortada “kral çıplak” misali çıplak kalıverdiler. Şimdiye dek kendilerini giyinik hissediyorlardı. Ancak artık değiller. O idealler uğruna koca bir imparatorluğu ıslah etmek yerine, paramparça ettiler. Her şeyi batının onlara empoze ettiği insan merkezli dünya ve ulus-devlet için yaptılar. Bugün postmodern Batı, geçmişini bir anda silince afalladılar. Artık 20. yüzyıl ideolojileri de yoktu ki, birine sarılıversinler. Tekrar geri dönmek istemiyorlardı. Onun içi nasıl olsa postmodern Batıda her şey gider düşüncesiyle daha derinlere inip, tükürdüklerini yalamamak adına, Şamanizm ve Zerdüştlüğe sarılıyorlar… Fakat nereye kadar. Sadece kuruntularını geçici bir müddet teskin etmek için olabilir.

Lakin… Her neyse Allah’tan başka dönecekleri hiçbir şeyleri yok artık…

Postmodern Batı’nın Müslümanlara ihtiyacı var İslam dünyası artık oryantalistlerin şüpheleri ile uğraşmayacak. Bilakis isim/müsemma ağırlıklı tartışmalar ağırlığını hissettirecek.

Postmodern batı gerçeği savunananlara karşı büyük bir mücadeleye girişecek. İdealleri olanları terörist olarak lanse edecek. Bunun için kitle iletişim araçlarını kullanıp, psikolojik harbi en âlâ bir şekilde kullanacak. İslam dünyasındaki tüm şaz görüşler destekleyecek ve kavramların içi boşaltılıp bir de bunu bizden alıp tadın diyecekler. Yani anlayacağınız artık eski rasyonalist ve oryantalist tartışmalar çöpe atıldı. Yeni bir tartışmalar başlayacak İslam dünyasında. Amina Wadud’un imame olarak New York’ta Cuma namazı kıldırması bunun en bariz örneğidir.

Bugün Müslümanlara çok büyük vazifeler düşmekte. Çünkü bu yüzyıldaki insanların onlara çok mu, çok ihtiyaçları olacak.

Peki, Müslümanlar bunun farkındalar mı? Zahiren olmaya bilirler lakin, yüce Allah kendi dinini destekleyecek insanları bulur çıkarır. Bugün Batı ontolojisi, epistemolojisi ve axiolojisi tamamen çökmüştür. Artık hiçbir şeyi anlamlandıramayan Batının, Müslümanlara ciddi manada ihtiyacı olduğu apaşikâr ortada. Müslümanlar bugün ilk Nihilistlerden sayılan Sofist Gorgias karşısında Sokrates ve Firavun karşısında Musa olmasını bilmelidirler.

Eğer Müslümanlar, bugün dünyanın akıp-gittiği bu gidişatına dur demezler ise, dünyanın en zengin “G-8” ülkeleri nükleer silahlanmalarını sürdürecek, iklim değişikliği konusunda bir adım atılmayacak, işgaller sürecek ve böylece milyonlarca insan ölecek… Yazımız epeyce uzadı. Aslında Mısırlı felsefe doktoru Abdulvahap el-Mesiri’nin postmodern düşüncenin Yahudi düşüncesi ve neo-conlar ile olan bağlantısı konusuna da girmek isterdim. Fakat yazımızı daha da uzatıp okuyucu arkadaşlarımız yormak istemedim. Ancak bu konuyu daha sonraki yazılarda ele alacağız.

6 Kasım 2007 Salı

"AVRUPA İSLAMI" YA DA İSLAM'IN BATIL(I)LAŞTIRILMASI






ABDULLAH YILDIZ

Hakk'a batıl elbise giydirip de bile bile hakkı gizlemeyin! (2/42)

Ey kitap ehli! Niçin hakkı batıla karıştırıyor ve bile bile hakkı gizliyorsunuz? (3/71)


17 Aralık 2004 AB Brüksel Zirvesinde, 3 Ekim 2005 tarihi itibariyle Türkiye'nin AB üyeliği için müzakere sürecine başlanması kararının çıkması ve 80 milyonluk "Müslüman Türkiye"nin Avrupa Birliği içinde yer alma ihtimalinin güçlenmesi, Avrupa'da yaşayan ve sayıları böyle bir katılımla birkaç kat daha artabilecek olan Müslüman azınlığın (ve dolayısıyla da İslam'ın) Avrupa'ya uyarlanması;"Euro-İslam" (Avrupa İslamı) tartışmalarına hız kazandırdı.

AB Brüksel Zirvesi Sonuç Bildirisi'nde, 'Müslüman' Türkiye'ye karşı, nüfus dolaşımı başta olmak üzere çeşitli konularda "daimi korunma tedbirlerinin düşünülebileceği" şerhinin yer alması ve üyelik dışında "ayrıcalıklı ortaklık" formülünün yedekte tutulması türünden tedbirlerle; Fransa'daki başörtüsü yasakları, Bernard Lewis'in "Yüzyılın sonuna kadar Avrupa İslamlaşacak" şeklindeki kışkırtıcı tezi ve nihayet ünlü Time dergisinin daha da tahrik edici biçimde "başörtülü Mona Liza" fotoğrafını kapak yapması gibi birbirinden çok farklı gözüken gelişmeler, Batı'daki kadim İslam-fobinin çeşitli göstergeleri olarak okunabilir.

Aslında, AB'nin, ABD'nin ve Türkiye'de İslam'la 'hesabı' olan odakların, Türkiye'nin AB'ye girişini, Müslümanları 'ehlileştirerek' İslam'ın önünü almak açısından eritici pota olmak bağlamında elverişli bir fırsat olarak değerlendirdikleri biliniyor. Hatta AB çevrelerinin, daha Birliğe dahil etmeden Türkiye Müslümanlarını İslami değerlerden mümkün olduğunca yalıtma ve Avrupa değerlerine 'uyumlu' hale getirme operasyonlarına başladıkları ve bu yönde Türkiye yönetimine baskı yaptıkları da açıkça görülüyor. Bu konuda hayli mütehevvir olan Fransa'nın eski Cumhurbaşkanı ve Avrupa Konvansiyonu Başkanı Valery Giscard D'estaing,"Türkiye'nin AB üyeliğinin kabulü Avrupa'nın sonu demektir" diyerek, bu uyumlulaştırma operasyonunun zaruretini hatırlatıyor. Fransa'nın şimdiki Cumhurbaşkanı Jacques Chirac da, aynı şekilde, Türkiye'nin AB üyeliğini köklü değer değişikliği şartına bağlıyor: "...Elbette bu durum, Türkiye'nin bizim arzuladığımız herşeye katılmasını doğal olarak gerektirmektedir. Başka bir ifadeyle Türkiye'nin değerlerini, yaşam tarzını, kurallarını derinden değiştirmesi gerekmektedir. ...Türkiye'nin bizim topluluk müktesebatı olarak adlandırdığımız her şeye uyum sağlaması yani piyasa ekonomisi alanında olduğu kadar, insan hakları alanında da bizim için çok değerli olan kuralları, yaşam tarzını benimsemesi için 10, 15, 20 yıl, tam olarak bilemiyorum, ancak 10 veya 15 yıl sürecek kayda değer çabalar göstermesi gerekecektir. Bizim paylaştığımız tüm değerleri ve kuralları benimsemesi ve bunun için Türkiye'nin kayda değer çabalar göstermesi gerekmektedir."1 Anlaşılan o ki, Batı'nın Müslümanlara ve İslam'a kesinlikle tahammülü yok.
Amaçları Avrupa'da yaşamakta olan ve AB'ye dahil edilmesi öngörülen tüm Müslümanları İslami değerlerden soyutlayıp Batıl(ı) yaşam tarzına ve değerlere uyumlu hale getirmek olan AB ülkeleri, bu çerçevede kendi değerlerine itiraz etmeyen, aksine yaşam tarzlarını ve değerlerini onaylayan yeni bir İslam yorumu (Euro-İslam) üretme; Kur'ani tabirle "Hakk'a batıl elbise giydirme"(2/42; 3/71) planını uygulamaya koymuş bulunuyorlar.
Burada, Avrupa'nın yeni bir İslam yorumu üretme ya da başka bir ifadeyle İslam'ı kendisine benzetme çabasının altında yatan tarihi ve sosyolojik sebepleri iyi analiz etmek zorundayız.
Tarihin Kırılma Anı: Kolomb "Kudüs'ün Fethi İçin" Amerika'da
Kristof Kolomb'un Amerika'ya ayak basmasından (12 Ekim 1492) birkaç ay sonra (3 Mayıs 1493) Papa VI. Alexandre şu fetvayı yayınlamıştı: "Keşfedilen ve keşfedilecek dünyalar İspanya ile Portekiz arasında paylaşılmalı, din ve Katolik imanı yüceltilip yayılmalı (...) ve barbar halklar boyunduruk altına alınıp Hıristiyanlaştırılmalıdır."2
Dahası, Kolomb, seyir defterinin 26 Aralık 1492 Çarşamba tarihli sayfasına kendi el yazısı ile yazdığı notta, İspanya Kralına hitaben, "Siz yüce Efendimiz için giriştiğim bu yolculuğa" diye başladığı sözlerine şöyle devam ediyordu: "Kazancımın tümü Kudüs'ün fethi için kullanılacaktır." Amerika diye bir kıtanın varlığına inanmayan, Hindistan diye ayak bastığı yerin Amerika olduğuna ölüm döşeğinde bile bir türlü ikna edilemeyen Kolomb (notlarında hep 'Hintliler'den söz etmiştir; İngilizce'de Kızılderililer için 'Hintli' (İndian) teriminin kullanılması da bu sebepledir), "Hindistan"dan getireceği altınlarla Kudüs'ün Hıristiyanlar tarafından yeniden alınmasını tasarlıyordu.3

Papa'nın fetvasında ifadesini bulan ve Kolomb'un fitilini ateşlediği 'Barbar halkları' Hıristiyanlaştırma ve boyunduruk altına alma süreci çok hızlı ve vahşice gelişti. Kolomb Amerika'ya ayak bastığında, yaklaşık 80 milyon olan Kıta nüfusu, 16.yüzyıl ortasında (60 yıl sonra) 10 milyona inmişti... Hıristiyan 'Batılılar' bu süre içinde 70 milyon insanı katletmeyi başarmışlardı... 16.yüzyılın başında dünya nüfusunun yaklaşık 400 milyon civarında olduğu düşünülürse, yarım yüzyıllık bir dönemde 70 milyon insanı yok etmek 'büyük bir başarı' olmalıydı... Batı'nın 'başarıları' ondan sonra da devam etti... 15.yüzyılın son on yılında başlayan macera, izleyen yüzyıllarda da hep aynı minval üzere yol almaya devam edecek, retorik değişse de Batılı'nın misyonu değişmeyecekti: 'Uygarlık yoksunu vahşileri', Hıristiyanlaştırmak, uygarlaştırmak, onları Batı'nın bir benzeri olmayan "üstün" uygarlığıyla tanıştırmak, kalkındırmak, modernleştirmek, 'uyumlandırmak', küreselleştirmek, velhasıl 'adam etmek'!4
Kolomb'dan itibaren, Avrupa dışındaki dünyanın büyük bölümünü sömürgeleştirip önemli bir bölümünü de Hıristiyanlaştıran Batı, -modern retorikle- tüm dünyayı 'uygarlaştırma', 'küreselleştirme' yani kendisine benzetme sürecinde İslam engeline takılmış bulunuyor.
Avrupamerkezcilik: "Ya Bizim Değerlerimizi Benimsersiniz Ya da..."
Kolomb sonrası süreçte; sadece Amerika'da değil, Avrupalıların ayak bastığı her yerde, Afrika'da, Güney Asya'da, Avustralya'da.. aynı vahşi katliamlar, sömürgeleştirme ve Hıristiyanlaştırma operasyonları devam etti. Sömürgeleştirilen geniş coğrafyalardan taşınan altın ve gümüşle hızla zenginleşen Avrupa her alanda büyük değişimler, dönüşümler yaşadı. Kolonyalizmin merkez üssü haline gelen bu coğrafyada Firavun-Karun misillü "kibir, kendini beğenmişlik, haddi aşma, zorbalık" (Kasas/4, 39, 46, 76-79) temelli yeni bir dünya kuruldu.
"Batı, dünyayı kazandıysa, bu, kültürünün, dininin ya da değerlerinin üstünlüğünden değil, örgütlü şiddeti kullanmadaki üstünlüğündendir. Batılıların ekseri unuttuğu, diğerlerinin de asla akıl etmediği gerçek budur..." (Samuel P. Huntington)5
Batılılara göre; "oluşmakta olan bu yeni dünya maddi olarak ve daha başka pek çok bakımdan, hem aynı yörelerdeki daha eski biçimlerden (sözgelimi feodal Avrupa'dan) hem de dünyanın başka bölgelerinden (yakın komşu olarak olarak İslamiyet'i benimsemiş Doğu dünyası, daha uzakta ise Uzakdoğu bölgeleri) kesinlikle daha üstündü."6 Samir Amin'e göre, Avrupa'da gelişen Aydınlanma kültürü, bu üstünlük ile evrenselci tasarısını uzlaştırmayı başaramadığı için giderek ırkçılığa saplandı. Önceleri karşı çıktığı Hıristiyanlık'ın evrenselcilik özlemiyle buluşmayı uman Kapitalist ideolojinin bunu başaramaması, dahası zihniyet planında başkaları hakkında oluşan önyargılar, umursamazlıklar, ırkçı ve şiddetçi tutumlar 'Avrupamerkezcilik' dediğimiz mütehakkim olguya vücut verdi. S.Amin, Avrupamerkezci görüşü şöyle özetler:
"Avrupalı Batı dünyası, askeri güç de içinde olmak üzere, yalnızca maddi gücün ve zenginliğin dünyası değildir; aynı zamanda bilimsel zihniyetin, akılcılığın, pratik becerinin ve bunların yanısıra hoşgörünün, fikir çeşitliliğinin, insan hakları ve demokrasi saygısının, belli bir eşitlik -en azından hak ve fırsat eşitliği- ve toplumsal adalet kaygısının da egemen olduğu bir dünyadır. Yani gelmiş geçmiş dünyaların en iyisidir. Tek tek ele alındıklarında oldukça inandırıcı olguları sıralamakla yetinen bu ilk sav, ondan türetilen ikinci bir savla, diğer dünyaların -sosyalist Doğu'nun ve azgelişmiş Güney'in- yukarıda belirttiğimiz alanlarda (zenginlik, demokrasi, hatta toplumsal adalet) hiçbir şey sunabilecek durumda olmadığı savıyla güçlendirilmiştir. Tam tersine bunlar, ancak Batı'yı taklit ederek ilerleyebilirler."7

Sonuç olarak, dünya için Avrupalılaşmak gereğinin dayattığı gelecekten başka bir geleceğin düşünülemeyeceğini öne süren, bunun için de Avrupa'nın üstünlüğünü sağlayan reçetelerin (girişim özgürlüğü ve pazar, laiklik ve seçimlere dayalı çoğulcu demokrasi) uygulanmasını zaruri gören Avrupamerkezci görüş, Avrupa dışındaki toplumlar için sadece iki seçenek bırakmaktadır: "Ya Avrupalılaşmayı kabul edecek ve bunun gerektirdiği içselleştirmeyi gerçekleştirecekler ya da Avrupalılaşmaya karşı çıkıp onları kaçınılmaz olarak çöküşe sürükleyecek bir çıkmaza girecekler." 8
Başkalarından öğrenecekleri hiçbir şey olmadığına inanan ve Batı uygarlığını insanlığın ulaşabileceği son merhale olarak gören Avrupamerkezci görüş, Kur'an'ın sık sık olumsuzladığı istikbar ve istiğna duygusunun ve bunun sonucunda haddi aşıp zulüm ve adaletsizliği sistem haline getirmenin tipik bir örnekliği olarak karşımızdadır.

Dahası, Avrupa'nın "üstünlük" vesilesi olarak gördüğü ve çokça övündüğü demokrasi, insan hakları, özgürlük gibi değerlerin daha ziyade "kendileri için" geçerli olduğu, "öteki"ler sözkonusu olduğunda bunların ve de çokkültürlülük edebiyatının havada kaldığı gerçeğinin altını çizmeliyiz.
Batı'da Yükselen İslam-Fobi, Kadim "Ötekilik İdeolojisi" ve 'Başörtülü' Mona Liza
Avrupalılar Yunan ve Roma'dan beri "vahşi barbarlar"ın, mağaralarından ve ormanlarından çıkıp "medeni" Batılıları yataklarındayken boğazlayacakları korkusuyla yaşadılar. 'Yunanca konuşamayan kişi' demek olan "barbaroi"den türeyen "barbar" kavramı (akıl ve zihin yetenekleri gelişmemiş, muhakeme gücünden yoksun, mantıklı hareket edemeyen vahşi yaratıklar) Batılı zihinde önemli bir yer tutar. Roma edebiyatı "barbar"ların vahşiliklerinin sergilendiği korkunç sahnelerle doludur. Bu tür edebiyat ürünleri ve diğer faktörlerle inşa edilen "ötekilik ideolojisi"; "medeni - gayrı medeni", "iyi insanlar - kötü insanlar / barbarlar" ayırımına, daha açıkçası "biz" ve "onlar" ikilemine dayanır.9 Bu iki kalın çizginin günümüz Avrupa'sında canlılığını hangi oranda koruduğunu tespit sadedinde, İtalya Başbakanı Berlusconi'nin 11 Eylül sonrasında sarfettiği "Uygar Batı, İslam dünyasını ve diğerlerini medenileştirmek zorunda" şeklindeki sözlerini hatırlayabiliriz. Ayrıca konumuz açısından, bu cümlenin Avrupamerkezci bir vurgu taşıdığını da söylemeliyiz.

Roma İmparatorluğunun Hıristiyanlığı resmi din kabul etmesini izleyen süreçte; Hıristiyan Avrupa'nın önce 7. ve 8.yüzyılda hem İspanya hem de Bizans cihetinden Müslüman Arap akınlarıyla sarsılması, sonra da 11.yüzyılda Selçukluların Anadolu'yu Bizans'tan almalarının ardından başlayan Haçlı Seferlerinin iki yüzyıl (11.yüzyıl sonu - 13.yüzyıl sonu) sürmesi, Batılı zihinde Müslümanların "barbar öteki" olarak tanımlanmasını intaç etti. İslam dünyasının Batı karşısında en güçlü ve etkili temsilcisi haline gelen Osmanlıların 1453'te İstanbul'u fethetmesi, Ortaçağ sonlarında Avrupa'da canlanan İslam düşmanlığını bir anlamda İslam-fobiye dönüştürdü. Osmanlılara karşı Avrupa'da bu tarihten itibaren adım adım oluşmaya başlayan Kutsal İttifak, 1571 İnebahtı ve 1683 Viyana Kuşatması'nın Osmanlı Devleti açısından bozguna dönüşmesiyle büyük ivme kazandı. Osmanlıların çöküş sürecine girmesiyle "Şark Meselesi", "Hasta Adam" söylemleriyle Müslümanları Avrupa'dan kazıma histerisine dönüşen İslam düşmanlığı, -Sırpların Bosna katliamı örneğinde görüldüğü üzere- zamanımıza kadar süregeldi.
11 Eylül 2001, Batı'daki kadim İslam düşmanlığını adeta yeniden hortlattı. Zaten, 1991'de NATO Konsepti'nin değişmesi ile "Komünizm" tehlikesinin yerine "İslam" oturtulmuştu. Bu yeni süreçte, sözde "Müslüman öfkenin kökenleri"ni araştırmaya koyulan oryantalist Bernard Lewis; İslam dünyasındaki hıncın, Batı emperyalizmi ve sömürgecilikten değil II. Viyana Kuşatması'ndan kaynaklandığını tespit ediyordu. "Yenilgiyi kabullenmeyen İslam" o gün bugündür, 1683'ün rövanşını alma arzusuyla yanıp tutuşmaktaydı, Lewis'e göre... Ünlü "Medeniyetler Çatışması" isimli makalesinde "İslam'ın kanlı sınırları"ndan söz eden Samuel Huntington da, 11 Eylül'den sonra, bu teorisine "İslam'ın kendi dışındakilerle savaşı"nı ekleyerek Lewis'i teyit ediyordu. 10

Bu bağlamda, 11 Eylül'den itibaren sıkça işittiğimiz ABD-Batı kaynaklı "İslamcı terör" edebiyatının antik Yunan ve Roma'nın 'barbar edebiyatı'ndan derin izler taşıdığını ve kadim "haçlılık bilinçaltı"nı diriltmeyi amaçladığını da ilave edelim.
Huntington ve Fukuyama gibi, geliştirdiği teorilerle ABD yönetimindeki 'neocon'lara servis sunan tarihçi Bernard Lewis'in, muhafazakar Die Welt gazetesine (28 Temmuz 2004) verdiği beyanat, tam da Avrupa'da İslam-fobinin yükseldiği bir dönemde patladı: "Avrupa en geç bu yüzyılın sonunda İslamlaşacak." Ardından Hollandalı Avrupa Komisyonu üyesi Frits Bolkestein, Leiden Üniversitesi'nde yaptığı konuşmada Lewis'in sözlerinden hareketle daha abartılı öngörülerde bulundu: Çok hızlı genişlemeyi sürdürürse AB'nin "patlayacağı" uyarısında bulunan Bolkestein, göçün AB'yi "büyük ölçüde bir Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'na" dönüştürdüğü, Avrupalıların yakında azınlık haline gelecekleri, buna 83 milyon Müslüman Türk'ün eklenmesinin Avrupa'nın İslamlaşmasını daha da ilerleteceği uyarısını yaptı ve şöyle dedi: "Bugün Ankara'nın Birliğe girişine izin verirsek 1683 Viyana zaferinin ne anlamı kalır?" Konuşmasının şu kısmı ise tüm dünyada manşet oldu: "Son dönemdeki eğilimler sadece tek bir sonuca varıyor. ABD tek süper güç olarak kalacak. Çin ekonomik bir dev haline geliyor. Avrupa İslamlaştırılıyor." 11

Lewis'in beyanatı amacına ulaşmıştı, ama yetmezdi. Time dergisi, geçen ay, 'modern' Batılı kadını simgeleyen Mona Lisa'ya başörtüsü takarak kapağına taşıdı. (28 Şubat 2005) Avrupa'nın çokkültürlülük sınavından geçtiğini tartışmak bağlamında böyle kışkırtıcı bir kapak yapan ünlü derginin Avrupa'daki İslam-fobik duyarlılığa hitap ederek İslam'a karşı alınacak önlemlere hız vermeyi amaçladığı açıktı.

Müslüman Ötekinin Asimilasyonu ve Euro-İslam: İslam'ı Sulandırıp Bulandırmak
Batının yeniçeriliğini yapan Suriye asıllı Bassam Tibi ve benzerlerinin Avrupa'da yaşayan 15-20 Milyon Müslüman azınlığın asimile edilmesi amacıyla sistemleştirmeye çalıştıkları Euro-İslam / Avrupa İslamı projesi, işte bu bağlamda gündeme geldi. Tibi'ye göre; "Sorun Avrupalıların çoğunluğunun İslami olup olmaması değil, daha çok hangi İslam'ın -Şeriatçı İslam mı yoksa Avrupai İslam mı- Avrupa'da egemen olacağı" idi.

Almanya'nın Göttingen Üniversitesi'nde görevli Prof. Dr. Bassam Tibi, "Euro-İslam" projesinin ilk mimarlarından. Tibi, "Euro-İslam, kültürel bakımdan modernitenin vatandaşlık kültürüne uyarlanmış hali ise de bizzat İslamın kendisidir" diyor; ama yine onun sözlerinden Euro-İslam'ın İslam'ı kendisi olmaktan çıkarıp sulandırmayı ve "batıl"la bulandırmayı amaçladığı anlaşılıyor: "Euro-İslam laik, kültürel modernlik ve İslam'ın İbrahimi dinlere hoşgörüsünü aşan bir hoşgörü anlayışı olacaktır." Prof. Tibi'ye göre, Euro-İslam kültürel ve dini çoğulculuğu kabul etmek suretiyle, İslam egemenliği iddiasından da vazgeçecek.

Merkezi Almanya Essen'de bulunan Türkiye Araştırmalar Merkezi Vakfı (TAM) Direktörü Prof. Dr. Faruk Şen, sözkonusu projeyi Tibi'den daha ileri götürüyor: Prof. Şen, Euro-İslam'ın "amentü"sünü şu beş esas üzerine oturtuyor:
• Şeriat anlayışına karşı çıkmak
• Laikliği benimsemek
• İslami yaşam tarzını sanayi toplumunun normlarına uyarlamak
• Yaşanılan ülkenin anayasasına sadık kalmak
• Çoğulcu demokrasiyi benimsemek.
Avrupa'da yaşayan Türk Müslümanların dini durumlarına ilişkin anketleri değerlendiren Prof. Şen'in geçen yıl (29-30 Eylül 2004) Antalya Belek'te yapılan konferansta sarfettiği; "Bu kesimin dini bağlarının değişime uğramamış olması ve hatta giderek artması, yaşadıkları ülkedeki toplumsal ve sosyal yaşama aktif olarak katılmadıklarından kaynaklanmaktadır" şeklindeki sözleri, sözkonusu projenin hedeflerini ele vermektedir.12

Bu projenin "Fransız / İtalyan / Alman İslamı" gibi çeşitli türevleri de aynı amacı taşıyor: İslam'ı sulandırıp bulandırmak ve sabitelerini yerlerinden oynatmak suretiyle Müslümanları omurgasızlaştırarak tamamen kendilerine benzetmek. Mesela "İslam'ın Almanlaştırılması" projesini öneren (Alman Dışişlerinin finanse ettiği) Orient Institute Başkanı Udo Steinbach; İslami öğretim dilinin Almanca olmasını, böylece hedeflenen asimilasyonun daha kolay gerçekleşmesini savunuyor. İslam dininin bu dine mensup olmayanlar tarafından ve Almanca olarak öğretilmesini içeren projeye Alman İçişleri Bakanı Otto Schily de destek veriyor.13 Shily, ünlü "en iyi entegrasyon asimilasyondur" sözünün sahibidir ve Almanya'da İslam'ın faşist uygulamalarla önünün kesilmesi yönünde çaba sarfetmektedir. Vakit gazetesinin Almanya baskısının hukuka aykırı biçimde durdurması da bu faşist uygulamaların son örneğidir. Geçen yıl, Avrupa Konseyi parlamenteri İtalyan asıllı Matteo Salvini Meclise, İtalya'daki Müslüman kadınların çarşaf, başörtüsü ya da peçe ile dolaşmasının yasaklanması yönünde bir yasa tasarısı sundu. Kuzey Ligi'ndeki diğer kafadarları da cami inşaatına yasak getirilmesini istediler. Bunu gerekçelendirirken de açıkça: "Biz onlara değil, onlar bize uyum göstermeli..." dediler. Salvini'ye rahibelerin de başörtüsü taktıkları hatırlatılması üzerine şöyle dedi: "Evet, ama Katolik rahibeler kan akıtmıyor ya da en azından henüz kamikaze rahibelerle karşılaşmadık. Güvenlik açısından Müslümanların yasalara uygun giyinmesini istiyorum..." 14

Dikkat edilirse, Batılılar kendi değerlerini ve yaşam biçimlerini, bu arada AB kriterlerini ve normlarını bir "nass" gibi kabul edip onlardan asla taviz vermemekte kararlı davranırken; her türlü tavizi ve değişimi Müslümanlardan beklemektedirler.
Hak Din İslam'a Batıl(ı) Elbise Giydirilemez!

Bugün Avrupa Birliği'nde yaşayan 15-20 Milyon Müslümana ilaveten, önümüzdeki yıllarda AB'ye alınması muhtemel Türkiye Müslümanları ve "Euro-Türkler", sözkonusu Euro-İslam projesinin hedefi durumundadırlar. Bu proje ile türetilmek istenen İslam; sadece vicdani bir inanç ve ruhsal/spiritüel tatmin çerçevesinde kalan, kendine özgü sosyal ve ahlaki ilkeleri, normları olmayan, hiçbir medeniyet iddiası taşımayan ve Batı'nın, önüne koyduğu her türlü uygulamayı veya hayat biçimini onaylayan, uyumlu, edilgen, omurgasız bir İslam'dır. Amerikalı stratejistlerce geliştirilen "Ilımlı İslam / Sivil Demokratik İslam" projelerinin hedefi de tamamen aynı şeydir. Esasen, İslam'ın ılımlılaştırılıp sulandırılarak ve batıl'la bulandırılarak dönüştürülmesi konusunda AB ve ABD (hatta Rusya, Çin, İsrail, Hindistan) ittifak halindedir.

Son olarak; Amerikalı kadın profesör Amina Wadud'un New York'taki St.John The Divine Katedrali'nde erkek ve kadınlardan oluşan cemaate Cuma namazı kıldırması (18 Mart) ile eşzamanlı olarak Pazar günü (20 Mart) Hollanda'nın Amsterdam kentinde açılışını Mısırlı feminist yazar Nevval es-Saadavi'nin yaptığı, ilk kez imamı, müezzini ve cemaati ile yalnız kadınlara özgü olan bir camiin hizmete girmesi, İslam'ı sulandırma çabalarının küresel bir projenin parçaları olduğunu ortaya koymaktadır. İslam'ın Protestanlaştırılması da denen bu tür Hakk'a batıl unsurlar bulaştırma ve eklemleme çabalarının yeni versiyonları ile önümüzdeki günlerde karşılaşabiliriz. (Bu çerçevede, nüfus cüzdanlarından 'din' hanesinin, okullardan din derslerinin kaldırılması, hoparlörle ezan okunmaması, Batı'daki eşcinsel kiliselerine benzer şekilde eşcinsellere özgü cami açma girişimleri bunlar arasında sayılabilir.)

1950'li yıllardan başlayarak sanayileşen Avrupa'nın işgücü ihtiyacını karşılamak üzere İslam ülkelerinden getirdiği Müslümanların bu ülkelerde karşılaştıkları ağır şartlara, kültürel şoklara, ırkçı saldırılara ve çeşitli problemlere rağmen bir türlü asimile olmamaları; üstelik sayılarının giderek artması Avrupa devletlerini Euro-İslam gibi projeler üretmeye sevketmiş görünüyor. Ayrıca, 1980'lerde dünyanın tanık olduğu İslami yükseliş, NATO'nun 1991'de "konsept değişikliği"ne gidişi ve 11 Eylül 2001 itibariyle ABD'nin İslam dünyasını fiilen işgale başlayışı göz önüne alındığında, İslam'ı dönüştürerek bloke etme projelerinin küresel ölçekte bir strateji olduğu anlaşılıyor.

Ancak, gerek Avrupa ve gerekse dünya Müslümanlarının yaşadıkları kimlik bunalımları, ümmet duyarlılıklarının hayli aşınmış olması ve ortak bir yapılanmadan mahrum olmaları, bu tür projeler ve saldırılar karşısında onları dirençsiz kılıyorsa da; İslam'ın her topluma, her zaman ve mekana hitap eden ve hayatın bütün alanlarını kuşatan evrensel ilkeleri, ellerinin altındaki Kur'an'da ve 'yaşayan Kur'an' olan Rasulüllah'ın oluşturduğu birey ve toplum modelinde en canlı biçimiyle istifadeye hazır olarak duruyor. Ve Müslümanlar, geçmişte olduğu gibi, bugün de asli dinamiklerinden ve sahih kaynaklarından hareketle İslam'ı bulandırmaya yönelik bu tür zihinsel saldırıları geri püskürtme imkan ve potansiyeline sahiptirler.

Allah'ın razı olduğu din olan İslam, bir tanedir; O, 'Arap İslamı', 'Türk İslamı', 'Pakistan İslamı', 'Mağrip İslamı' veya 'Light İslam', 'Euro-İslam' gibi yapay tanımlamalarla, projelerle durdurulamayacak ve mecrasından saptırılamayacak kadar dosdoğru/müstakim bir yoldur (Sırat-ı Müstakim); kendisine asla batıl bir elbise giydirilemeyecek olan Hak Din'dir.



Notlar
1 Zaman gazetesi 17.12.2004.
2 Ignacio Ramonet, Cinq siècles de colonialısme, in Manière de Voir, Polemiques sur l'histoire coloniale, Juillet - Aout 2001, s. 6; Fikret Başkaya, Çığırından Çıkmış Bir Dünya, birinci bölümden naklen.
3 Mustafa Armağan, Zaman/Turkuaz, 28.11.2004
4 Fikret Başkaya, Çığırından Çıkmış Bir Dünya, birinci bölüm.
5 F.Başkaya, a.g.e.
6 Samir Amin, Avrupamerkezcilik, çev. Mehmet Sert, Ayrıntı yay., İst-1993, s.112.
7 Samir Amin, a.g.e, s.114.
8 A.g.e., s.114.
9 Ziyaüddin Serdar-Merryl Wyn Davies-Ashis Nandy, Batı Irkçılığının Kaynakları (Bir Manifesto), çev. Fatih Bayram, Yöneliş y., İstanbul-1997, s. 34-37.
10 Abdullah Yıldız, "AB ve Öteki", Umran Dergisi, Ekim 2002 / 98
11 Christopher Caldwell, Weekly Standard Dergisi, ABD, 06 Ekim 2004.
12 Aksiyon Dergisi, 13 Eylül 2004.
13 Süddeutsche Zeitung, 27 Haziran 2002.
14 Mustafa Özcan, Yeni Asya, 05.10.2004.