3 Mayıs 2008 Cumartesi

İslâm'ın Genetik Yapısına Müdâhale Girişimleri

Serdar Demirel




İslâm'ı diğer dinlerden ayırt eden önemli özellikleri vardır.

Bu din doğası gereği Rabbânîdir.

Bütün sistem tevhid inancı üzerine kurulmuştur.

Diğer bütün özellikleri de bu inançtan beslenir ve onun izdüşümüdür.

Meselâ, İslâm "evrensel" bir dindir; bütün ırkları, renkleri, dilleri ve coğrafyaları kucaklar. Bu yüzden de ırkçı olan Hinduizm ve Yahudilikten ayrılır, bütün ırkçı söylemleri de câhiliyeden kalma şuur bulanıklığı olarak telakki eder. Yine bu nedenle ırkçı ideolojilerle kan uyuşmazlığı vardır.

Mesalâ, İslâm'ın "şümûliyet" özelliği vardır: Bu dinin öğretileri, varoluşu, âhiret ve dünya hayatı merkezli anlamlandırır. Âhireti dünya hayatından, dünya hayatını da âhiret hayatından kopuk okumayı, bunları biribirinden kopuk yaşamayı reddeder. Öğretileri bu hayatla öteki hayatı biribirine rapteder.

"Metafizik âlem"le "fizikî dünya"yı örtüştürdüğü gibi müşâhede ettiğimiz bu âlemi de siyasi, ictimaî, iktisadî demez, tanzim eder. Hayatı bu özelliği ile de kuşatır, rahmetini ve bereketini yaymadığı bir alan bırakmaz. İnsan ve insan ilişkisini, insan ve tabiat ilişkisini ve insan ile Yaratıcı ilişkisini düzenler.

Öyle ki, insanın bedensel varlığına hitap ettiği kadar onun ruhânî hayatına da hitap eder; ibâdet vazeder. Vazedilen sistemi de ahlâkî öğretilerle çerçeveler.

İslâm'ın bir diğer çok önemli özelliği de "denge"dir (Tevâzun). Yukarıda saydığımız "evrensellik" ve "şümûliyet" gibi özellikler diğer bazı dinler için de, mahiyet farklı olsa da, geçerlidir. İslâm'ın bu noktada diğer dinlerden ayrıldığı temel nokta da "denge" unsurudur. Gerek evrensellik olsun gerekse şümûliyet olsun; bütün sistemini denge üzerine kurmuştur İslâm. Her şey yaradılışa (fıtrata) uygundur. Adâlet tanımını bu sistemle bulur. Yani her unsurun ait olduğu yerde durması gerektir.

Tevâzun (ölçülü olma hâli); insanın bedenle ilişkisinde, inanç sisteminde ve hatta ibâdetlerinde matluptur. Bu yüzden de ifrat ve tefrit zemmedilmiştir. Akla, ibâdette de aşırılık olur mu? sorusu gelebilir. Evet, dengeyi bozarsa olur. Bunu çok güzel anlatan müttefakun aleyh bir hadis vardır.

Sahabeden Hz. Enes rivâyet etti ki: Bir gün Hz. Peygamber (sav)'in zevce-i pâklerinin hâne-i saâdetlerine bir gurub erkek (sahabeden) gelerek Resûlullah (sav)'in (evdeki sünnet ve nâfile) ibadetinden sordular. Kendilerine sordukları husus açıklanınca sanki bunu az bularak: "Resûlullah (sav) kim, biz kimiz? Allah O'nun geçmiş ve gelecek bütün günahlarını affetmiştir (bu sebeple O'na az ibadet de yeter) dediler.
İçlerinden biri: "Ben artık hayatım boyunca (ilelebed) her gece namaz kılacağım", dedi.
İkincisi: "Ben de hayatım boyunca (ilelebed) hep oruç tutacağım, hiç bir gün terketmeyeceğim", dedi.
Üçüncüsü de: "Kadınları ebediyen terkedip, onlarla hiç evlenmeyeceğim (temas etmeyeceğim)", dedi. (Bilâhere durumdan haberdar olan) Hz. Peygamber (sav) onları bularak:
"Sizler böyle böyle söylemişsiniz. Halbuki Allah'a yemin olsun Allah'tan en çok korkanınız ve yasaklarından en ziyade kaçınanınız benim. Fakat buna rağmen, bazan oruç tutar, bazan yerim; namaz kılarım, uyurum da; kadınlarla evlenirim de (beraber de olurum.) (Benim sünnetim, getirdiğim din budur), kim sünnetimi beğenmezse, ondan yüz çevirirse, bilsin ki o benden değildir." buyurdu. (Buhari: 5/1949, hn: 4776; Muslim: 2/20, hn: 317)
Efendimiz (sav)'in kabul etmediği husus dinde ölçüyü kaçırmak, dinin hayata kurduğu dengeyi yok etmektir. Kimse Peygamberden (sav) daha fazla müslüman olmaya kalkmasın, kimse de onun getirdiği dini hükümleri iskat etmesin.

Bu tür aşırılıklar; özellikle de dinde varolan hükümleri yok saymak, iskat etmek bağlamında bir din mühendisliği projesinin uzantısı olarak dayatılıyor. "Ilımlı İslâm" dayatmaları tam da bunu ifade ediyor.
Çıkartılan "Arap İslâmı", "Hint İslâmı", "Fars İslâmı", "Malay İslâmı", "Türk İslâmı" gibi tartışmalar, bu dengeyi bozmaya matuftur. Evet, İslâm evrenseldir, ama, çok kültürlülüğü "tek din perspektifi"nden kabul eder.
Irkları, dilleri, renkleri inkâr etmez, tam aksine onları Yaratanın bir işâreti olarak algılar; bu farklılıklar mükteseb özellikler değildir, verilmiştir. Mükteseb olan takvadır, bu yüzden de üstünlük ancak takvayladır.

Hayatı, din işleri, dünya işleri diye kompartmanlara ayırmaz, şümûliyet özelliği gereği ikisini de dengeyle kuşatır.
Hem Batı'dan hem de onların yerli acentaları tarafından pompalananan "Ilımlı İslâm" (Moderate Islam) bu dinin mezkur Rabbânî yapısınının genetiğini bozmakla alakalı bir projedir.

5 Nisan 2008 Cumartesi

Modernleşme Ve üç Tür Akıl




İhsan ELİAÇIK

Müslüman aklı bozacak olan Modernleşmenin sorunları değil; onu üreten aklın normlarıdır.

O normlara göre düşünmektir.

Yani varlığa hapsolan ve onu aşamayan akılla düşünmek...Vakıa Müslüman akıl geçmişte doğu aklına kayarak, varlıktan kopan akılla düşünür olmuştur. Bunun yarattığı sorunlar İslam dünyasını perişan etmişken, oradan tam bir savrulmayla modern akılla düşünmeye başlamak bir başka savrulmayı da getirecektir. Doğu aklını İslam aklı sanıp modern aklın karşısına koymak ise işin cabasıdır. Yani varlığa hapsolmanın karşısına varlıktan kopmayı koymak...

Modernleşme modus kökünden gelmekte olup "şu an" anlamında, zıddı trade ise "geride kalan" anlamındadır. Türkçe'ye de geçen "moda" kelimesi bir fikir verebilir. Şu anda yaygın olan, günümüzde geçerli olan anlamındadır. Bu durumda modernizm, modernleşme ile moda haline gelmiş görüşler, düşünceler, kurumlar, gelişmeler manasındadır. Modernleşme ile birlikte gelen ise esas itibariyle yaklaşık beş yüz yıldır insanlığın batı yakasında gerçekleşen alet üretme kabiliyetinin nedenleri ve sonuçlarıdır.

Alet üretmeye dayanan teknolojik sıçrama insanlık tarihi ile beraber seyretmekte olup, son beş yüzyıldır öncekilerden çok daha büyük bir icat patlaması yaşanmıştır. Bu patlamanın siyasi ve sosyal sonuçları, icatların yapıldığı batı toplumlarını ve oradan da tüm dünyayı sarsmıştır. Yeni aletler, makine, sanayi ve endüstri patlaması toplumları yeniden yapılanmaya zorlamış, batıda siyasi ve sosyal olarak İngiliz, Fransız ve Amerikan devrimleri patlak vermiş, modernite öncesi askeri tarım imparatorlukları bir bir tarihten çekilmiş, tarıma dayalı imparatorluklar çökmüş, makine ve endüstriye dayalı yeni imparatorluklar yükselmeye başlamıştır.

İşte modernleşme tarıma dayalı insanlık durumundan, endüstriye dayalı insanlık durumuna sıçrama yapmanın adıdır. Görülüyor ki yeni alet üreten toplumlar eski aletleri kullananları geride bırakmaktadır. Yeni, etkili ve hızlı aletler kullanmaya başlayan batılılar işin doğası gereği öne çıkmıştır. Doğu toplamları eski aletleri kullanmayı bırakıp, yeni aletleri üretme veya kullanmaya başlamaları ile kendi modernleşmelerini üretiyorlar veya modernleşmenin batıdaki sonuçları ile yüzyüze geliyorlar demektir.
Modernleşmenin sorunları ile yüzyüze gelmek ve bu sorunların hakim olduğu bir dünyada yaşamak modern akıl ile düşüneceğimiz anlamına gelmez. Zira akletme belli bir kültüre ait olan insanın, o kültürün normlarına göre düşünmesi demektir. Bir kültürün normları ile sorunları farklı şeylerdir. Örneğin Yunan felsefesiyle uğraşan Müslüman filozoflar Yunan aklını değil Müslüman aklı temsil etmişlerdir. İslam düşüncesinin çeşitli meseleleri ile meşgul olan müsteşrikler de İslam aklını değil modern aklı temsil ederler.

Bu durumda üç tür akleteme olduğundan bahsedilebilir.

Batı aklı, doğu aklı ve Müslüman akıl... Batı aklı Yunan'dan Haidegger'e kadar esasında "varlığa hapsolan akıl"dır. "Burada olan" (varolan) çerçevesinde düşünür ve onu aşacak bir kabiliyet göstermez. Doğu aklı ise Hind'den Agustinius'a kadar "varlıktan kopan akıl"dır. "Ötede olan" çerçevesinde düşünür ve burada olana (varlığa) nüfuz edecek bir kabiliyet göstermez. Birinde varlığa nüfuz eder ve fakat ona hapsolursunuz. Diğerinde ise öteye geçer ve fakat varolana nüfuz edemezsiniz.
Müsülüman akıl ise "varlığı aşan akıl"dır. Varlığa hapsolmamakla batı aklından, varlıktan kopmamakla da doğu aklından ayrılır. Ne ki çoğumuz doğu aklını Müslüman akıl zannederiz."Hapsolmak" içeriden çıkamayarak kendine gömülmektir. "Aşmak" içeriden gelerek daha öteye geçebilmektir. "Kopmak" ise bir içeriyi bir kenara bırakmak, hatta varsaymamak, hayal veya gölge olarak görerek tümden öteye yönelmektir.
Bu anlamda İslam'ın akılla değil; varlığa hapsolan veya varlıktan kopan akılla bir sorununun olduğunu söylemek mümkündür...

Şu halde din (İslam) modernleşmenin alternatifi veya zıddı değildir. Modernleşmenin zıddı, eski aletler, karasaban, köylülük ve tarıma dayalı ilişkilerdir. Dinin zıddı ise dinsizlik, ahlaksızlık ve inançsızlıktır. Şu halde modernleşmenin batıdaki tecrübesi dinsizlik, ahlaksızlık ve inançsızlıkla sonuçlanmışsa dinin (İslam'ın) itirazı bunlaradır. Modernleşmenin, yeni alet kullanmanın, makinenin, sanayinin, teknolojinin bütün toplumları bu hale getireceği, bunun kaçınılmaz olduğu iddiası ise temelsizdir. Bu durumda din (İslam) insanlığın herhangi bir aşamasında bocalıyor, insanın bizzat kendisi ile değil; ürettiği aletlerle uğraşıyor demektir. Bu aletleri, batılı tecrübe örneğini delil göstererek, onu her halde bozacağı varsayımından hareketle kırmaya ve yok etmeye yöneliyor demektir. Oysa kırılması gereken üretilen aletler değil; aletlerin bozduğu ahlak ve inançlardır. Bu bozulma eski devirlerde "karasabana" dalınarak olabileceği gibi yeni devirlerde "bilgisayara" dalınarak da yapabilir.

Müslüman aklı bozacak olan Modernleşmenin sorunları değil; onu üreten aklın normlarıdır. O normlara göre düşünmektir. Yani varlığa hapsolan ve onu aşamayan akılla düşünmek...
Vakıa Müslüman akıl geçmişte doğu aklına kayarak, varlıktan kopan akılla düşünür olmuştur. Bunun yarattığı sorunlar İslam dünyasını perişan etmişken, oradan tam bir savrulmayla modern akılla düşünmeye başlamak bir başka savrulmayı da getirecektir. Doğu aklını İslam aklı sanıp modern aklın karşısına koymak ise işin cabasıdır. Yani varlığa hapsolmanın karşısına varlıktan kopmayı koymak...

Batılılaşma kavramına gelelim... Modernleşmeyle gelen batıdaki üç büyük devrim, modernleşme gibi insanlığın tümünü değil batı toplumlarını ilgilendirmektir. Bu devrimlerin sloganları, söylemleri, din-devlet ilişkilerine getirdikleri yorumlar evrensel değildirler. Modernleşme batı kaynaklı bir insanlık sıçraması iken, bu devrimler batı kaynaklı fakat "batılı" sıçramalarıdır. Modernleşme insanlığın alet üretme kabiliyeti ile ilgili bir sıçrama olurken batılılaşma, modernleşmenin yeryüzünün batı bölgesindeki sonuçlarını esas almak, bu sonuçları yeryüzünün diğer bölgelerine taşımaya kalkmaktır. Modernleşmenin diğer bölgelerde de aynı sonuçları doğuracağını, bunun teknolojinin tabiatı gereği kaçınılmaz olduğuna inanmaktır. Halbuki batı dışındaki modernleşmeler batıdaki gibi sonuçlanmayabilir.
Avrupalılaşma ise Avrupa ülkelerini örnek alma, onlar gibi olmaya çalışma, Avrupacılık bu çerçevede Avrupa ülkelerinin çıkarlarını kendi çıkarları ile örtüştürme, Avrupa ülkelerinin geleceğine dahil olmaya çalışarak, onların kaderi ile kendi kaderini aynı görmek demektir.

Sekülerleşme de batıdaki üç büyük devrimin varlığa hapsolan tasavvurunu, laikleşme de din-devlet ilişkilerine kendince getirdiği çözümü esas almak demektir. Her ikisi de esas itibariyle Hristıyanlığın Katolik yorumuna tepki biçimlenmesi sonucu doğmuştur. Katoliklik tam bir doğu aklıyla (ki doğu burada coğrafi bir kavram değildir) dünyayı aşağılamakta, kilise dışındaki tüm dünyanın şeytanın egemenliği altında olduğuna inanmaktaydı. İnsanların şeytanın egemenliği altındaki bu dünyadan, Tanrı'nın evine, kiliseye sığınarak kurtulabilirlerdi. Keza kilise aynı zamanda dünyada Tanrı'nın temsilciliğini yapmaktaydı. Avrupa'nın tüm devletleri İtalya'nın başkenti Roma'daki Katolik Kilisesi'nin emperyal misyonunu tanımalı ve Tanrı Devleti'ne boyun eğmeliydiler.

İşte sekülerleşme ve laikleşme bu iddialara karşı tepki biçimlenmesi olmaktadır. Buna göre de dünya papazların iddia ettiği gibi aşağılık ve kötü bir yer değildir. Bu dünyada Tanrı'yı temsil eden bir kurum yoktur. Devlet kendi doğal devinimi içerisinde insanların ihtiyaçlarını karşılamak için kurulmuş bir kurumdur. Kilise'nin dünyayı ve devleti kendi sorgulanmaz ve tartışılmaz din
kurallarıyla yönetme iddiası akıl dışıdır. Sırf din adamı olmak, yani papaz olmak kimseye devleti yönetme yetkisi vermez. Bu yetki doğrudan halktan gelir.

Görülüyor ki sekülerleşme ve laikleşme iddiası İslam söz konusu olduğunda geçersizdir. Çünkü İslam zaten dünyayı aşağılamamakta, devleti sırf din adamları sınıfının yönetmesi gerektiğini söylememektedir. Bilakis İslam'ın dinler arasında yaptığı en büyük devrimlerden birisi de din adamları sınıfını yok etmesidir. İnsanlar ile Tanrı arasında bir aracı kişi, gurup, kurum vs. yoktur. İslam, dünyevi yüzü de olan bir dindir. Yani doğu aklı gibi varlıktan kopmaz ve fakat onu aşar. Seküler laiklerin endişeleri İslam açısından geçersizdir. Hiristiyan Katoliklik için geçerli bu düşüncelerden etkilenerek İslam'ı Hiristiyanlık yerine koymaya kalkışmak sapla samanı birbirine karıştırmak olur.

Esasında özellikle Türkiye'de batı kültürü almış geniş bir kesim, Fransız laik jakobenliğinin etkisiyle karşılarında Fransız Katolik Kilisesi var olduğunu sanıyor. İslam hakkındaki bilgileri ve kültürleri ne yazıkki en esgari düzeydedir. İslam'ın ne "din devleti" ne de "laik devlet" önermediğini, çok daha başka, her ikisinden de ileri bir din-devlet ilişkisi önerdiğini görmeleri için, İslam'ı yeni bir gözle okumaları gerekmektedir. Zira varlığa hapsolan akıl ile varlıktan kopan aklın miadı dolmuştur. Varlığı içererek aşan akıl ise günyüzüne çıkmayı beklemektedir. Eğer Müslümanlar doğu aklının etkisinden kurtulup, batı aklına da kendilerini kaptırmazlarsa...

27 Şubat 2008 Çarşamba

Bir Fitnenin Seyir Defteri

Mustafa Akça






“Medeniyetten istifam sizi düşündürecek!”
Said Nursi

Modernizm dediğimiz şey, en kapsamlı bir şekilde materyalizm ve emperyalizmin birkaç asırdır hayatımızı istila eden sistemleşmiş halinden başkası değil.

Çok esnek telleri olan şeffaf bir kafestir bu. Sokaklarda nasıl asıp kestiğinin senfonisini icra eden külhanbeylerinden çok daha kaba ve softadır.

Hiç de yabancısı olmadığımız bir kısım ayak oyunlarıyla, çağdaşlık, bilimsellik, moda gibi herhangi bir sahih temele oturmayan sloganlarla her din ve her kültürden insanı birkaç cihetle kendisine çeken büyülü bir dünya.

Bu onmaz kıskaçtan kurtulmanın yegane çaresi ya intihar etmek, ya hapishaneye girmek ya da tımarhaneye sığınmaktır. Edgar Morin’in teknoloji için söylediğini biz modernite için kullanabiliriz : Bu bir “megamort”, külli bir ölüm, kitlevi bir son. Böyle bir dünyada insan, insanca yaşama hakkını kaybetmiş. Fıtratımıza ecnebi kalan bezirganları var. Varlığını tanımlayamadığımız zengin bir karmaşa; fizik alanımızı devşirdiği gibi metafizik de metafiziğimizi de mahvediyor. Seyyal bir ruhu olduğundan; yerleşmek istediği bir bedeni sinsice nasıl istila ettiğini hissetmek imkansız gibi. Milletleri, kültürleri yani bizzat beni ademi kendi tecrübeleri için bir fırsat olarak görüyor. Adğas-u ahlam gibi çok şey söyleyip hiç bir şey anlatmıyor. Tıpkı bir çehre nümayişi. Hayat üzerine efsane dokuyan bir ihtilal-i şuur, yani delilik. Görsel olduğundan avam için sevimli bir soytarı, ehl-i kalp için bir maraz-ı Frenk, içimize tercümelerle taşınmış bir “salname-i tuğyanmeal”. Cebir ve şiddetini zevklerle süsleyen böylesi bir fitnenin seyr ü sülûkundan nefsin ustalaşarak çıkmasını beklemek normal bir durum. Eşyaya tek gözüyle bakan kısmı bir şuur ancak tedirginlik doğurabilirdi. Modern insan bir şüpheler yığını. Müminlerine surî bir teneffüs veren; muhaliflerini ya cehennemine atan ya da iki arada bir derede, “el-menziletü beynel menzileteyn” bırakan bir müstebit. Kendine has engizis-yonu; nefs-i natıka gibi, her köşe başında propaganda-i siyasetini yapan dellalları var. Maddi bir iskelet üzerine sibernetik bir doku bezediğinden bizden biriymiş gibi duruyor. Pandomimik bir anlatı olduğu için herkesin kendisinin farkında olduğu ama kimsenin tanımlayamadığı bir tiyatro sunuyor bizlere, “İyi olan, ancak yeni olandır” diye iddia ettiğinden ona modernite diyoruz. Ziyaüddin Serdar’a göre Mister Columbo’nun Aztekler’in topraklarında yaptığı fiziksel bir soykırımdan, asr-ı hazıranın zihinsel engizisyonuna yuvarlanan “sivilceli” bir döneme, kanser olunan bir çağa geldik. Bu “şey” Afrikalıyı ve Asyalıyı kendi oyuncağı olarak görüyor.

Emperyalizmi, gerçekte beşeri olanın ilahi olana galebe çalma isteği ve Oryantalizmle antropoloji’yi, modernitenin “önyargıları”nı bilimsel bir platforma dayandırma çabaları olarak görenleri ciddiye alışamaz bundan, fıtratımızın en hassas taraflarını; güzel ve çirkini, sıdk ve yalanı, iyiyle kötüyü mercisiz ve mesnedsiz bıraktığından, ahlakımızı da “tüketilir” bir pozisyona getiriyor. Batılılar moderniteyi alem-i insaniyete bir cennet vaadi olarak sundular. Kendi kurguladıkları evrensel bir modern kültür uğruna insanlığı kendi irfanlarını reddetmeye davet ediyorlar. Fakat, biz, Avrupalı olmayanlar moderniteyi ne zihinsel, ne de kültürel olarak kabul edemez ve ona gerçek bir katkıda bulunamazlar di-yoruz. Karşısında edilgen kalıp hep bir önceki karesini izleyebildiğimiz bu sinemayı, üçyüzelli senedir anlamaya çabalıyoruz.

Avrupalının, modernizmin karakterinden kaynaklanan hastalıklarını dehşet ve hayretle izliyor; taklitten doğan bir kişiliksizliği yaşıyoruz. Taklit şahsiyeti reddediyor çünkü. Batının karşısında bir rehineymiş gibi davranıyoruz. Silahını bize doğrultmuş bu psikopatik vak’a karşısında, büyüklenişine, etrafa salyalar saçışına yaltaklanaraktan karşılık verdiğimizden kendini bizler için bir “nimet” olarak görüyor. Kâh bir kas yığını şeklinde karşımıza çıkıyor, kah şık kadın misali, ziynetlerini sergileyerekten. Hayatımızı bir dedikodu panayırına çevirdiğinden düşünüyor kanılan insan yığınlarını ortaya çıkarıyor. Pozitivizme inandığından rüyayı—yani kalbi olan her şeyi— inkâr etmek zorunda kalıyor. Çünkü rüya kaderidir ve pozitivizme reddiye yazabilen bir şeydir. Modern insan günü birliğin ve tekasürün arasında, tek yönlü bir anlatıma maruz kaldığından, modernitenin tebliğ dili diyebileceğimiz BİLİM’in söylediklerine inanıyor, sabit olmayan şeyleri sabit varsayarak bir kısım neticelere varan bilimin günahlarının hesabını kim verecek? Kozmopolitlik ve manasızlığı beraber kuşanan modern insan, hayvan gibi hayatını keyif ve lezzetle geçirmek için, sefahat ve eğlencelerin ve şeyleri düşünmeyerek yaşaması gereken bir ayrıntıdır. Bu dünyanın matbuatı, slogan pankartlığından öteye gidecek yetenekte değildir. Yoğun fakat boş, denkli fakat kasvet dolu, bilgili lakin hikmetsizdir.

a- Alacakaranlığın dünyası…

Modernite devrimcilerin sırtında yükseldi. Kendini inanılır kılmaya çabalayan beniademin yaramaz çocuğu, bir hülya uğruna bizleri uçurumun kenarına getirdi. Evlerimize arka merdivenden tırmanan bu davetsiz misafirin fikir namusumuza, genetiğimize, saadetimize tecavüz edeceğini bilemezdik! İnsanlık, peygamberlerin kurduğu bir sarayda, vezaif-i ubudiyetini sürdü-rürken mutluydu. Nuh Tufanı yeni bir tarih uzattı bizlere. Yeni bir fırsat yani. Mitolojinin devr-i saadetinden sonda nesebi belli olmayan bir (me)deniyet, şiirler söyleyerek karşımıza dikildi. Heraklit, Eflatun, Sokrates, Epikür ve Zenon. Vecde kapılmış bir nesil, ne söyledikleri anlaşılmadan hayatımızdan çıkıverdi. Eşyanın muamma-yı hilkatini arayan bu adamlar hiç de razı olmayacakları bir dünyanın müsebbibi oluverdiler. Gerçi Sofistler, Eski Yunan’ın Yedi Bilgesi5 için bu raddeye varacağını tahmin edemezlerdi. Nesnel bilgiye, şimdi bizim tapınırcasına teslim-i silah ettiğimiz “data”lara yabancıydılar. Tam yirmi üç asır, onların masallarıyla uykuya daldık. Alacakaranlıkta bizi uyandıran 18. asır felsefe devrimi oldu. Buna bir devrim değil dünyada iken ikinci bir rüyaya dalmak demek daha doğru. Bir fecr-i kâzibdi bu. Yirminci asrın kudretli atmosferinden sonda doğacak olan bir tuğyan, kromozomlarını onlardan aldı. Nihillerin dünyasını mahvettiği gibi dindarları da zulümata fırlattı.

Barbarların istilalarıyla üretici bir yalnızlığa, manastıra kapanan bir irfan asırlarca orada pinekledi. Saint Augustinus Anselm Von Cantenburry, Aqinolu Thomas ve diğerleri soğuk iklimin insanlarına kurtuluşu, cenneti vaadettiler; tevekkülü, diğergamlığı şefaati tilkin etmeye çabaladılar. Yüreği tedirgin bir antropoloji asırlarıydı. Manastır öğrencilerine Latince fiil çekimini öğretmek adamların canlarını sıkıyordu. Ne de olsa onlar semanın çocuklarıydılar. İnanmasaydık anlama-yacaktık diyorlardı. Skolastik dünyası bir çilehane gibi ancak birkaç cüretkârın girmeye cesaret edebildiği bir yerdi. Bu insanlar inançla aklı evlendirebilmek için hayli uğraştılar. Thomas cüretkâr bir yenilikçiydi; çünkü nesnelerin mahiyetini benliğini deşer-ken 700 sene sonra kokusu çıkacak olan modern çağların enaniyetini tahrik ettiğini bilmiyordu. Nicolaus sonsuzluğu fehme takrib için az uğraşmadı; sonunda tanrıyı aklın dışına atmakla “bay çokbilmişler”e yani filozoflara terk etti. Sofistler şüpheci bir dünya kurgulamışlardı; rahipler—yani skolastikler—imanı inşa ediyorlardı. Tahkiki olmayan bir imandan şüphe ve büyük günahlar doğdu. Tanrıyı plüral bir varlık olarak gören anlayıştan teslise geçiş. Eflatun’un kaosu düzenleyen tanrısından bir kaos çıktı. Descartes “dü-şündüğü için varolduğu”nu çıkarsayan bir kuşku olarak metafiziği yeniden kurgulamaya kalkışmakla moderniteye bir sayfa hediye etti. “Pense” sahibi Pascal Öklid Geometrisi’ni soframıza koydu. O, paradoksu savunuyordu. Bizlere “sen bön bir solucansın” diye hakaretler savururken insanlığın zafiyetinden doğan o dayanılmaz acıyı haykırdı. Felsefeden vazgeçmişti; çünkü bu, felsefe yapmanın tabii bir sonucuydu. Spinoza, Leibniz, Hume: Ahırlarından kaçıp tımarhanemize ucuz yollu bir teşrif bahşeden felsefenin problem çocukları. Leonardo, Goethe ve Newton kendi uzamlarında, imandan ateizme geçiş devirlerinde birer kilometre taşı olarak rahip-sofist karakterini taşıyorlardı. Ansiklopedistler çağdaş intelijansiyanın ilkleriydiler. Voltaire—şu, Aydınlanma’nın babası olarak vasfedilen adam—arasatta kalmaktan bıkıp şüpheye kaçtığını haykıran en güçlü sesti. “Tanrıyı daha çok sevdiği için” Hıristiyan olmaktan vazgeçtiğini söylüyordu. Rousseau: “Biz bir bunalım dönemini ve ihtilaller yüzyılına yaklaşıyoruz”6 kehanetinde bulunaraktan hayatımıza renkli kelimeler fısıldayıp aramızdan kayıverdi. “Toplumsal Sözleşme” yazarı sözlerinde haklı çıktığını göremedi Montesquieu, Helvetius ve d’Alembert. Rahiplerin saltanatını deviren “uzmanlar” kadrosu. Kant, saf aklın eleştirisini yapar ve “yakiyn”e ulaşılamamasının sebebini bizzat aklın yetersizliğindendir sonucuna ulaşır. Nietszche, Schelling, Schopenhauer, Kierkegaard, Feuerbach, Hegel, Fichte.

Daha çok ateizme nağmeler yakan bu neslin tavassutuyla modernite bir heyula gibi Avrupalının damarlarında dolaşmaya başladı. İlmünnefs Freud’la ahlaki bir evrime maruz kaldı, “psikoloji” ye dönüştü. Psikanaliz, güzel bir bahçedeyken çöplüğü işaretleyen parmağı ile önce Avrupalı’nın sonra Asyalı’nın gözlerini körleştirdi. Heidegger, Witgenstein, Russel, Engels ve Marx… Felsefenin silüetler dünyasından çıkıp düşünceyi pratiğe dökmeye cür’et edebilen bir nesil. Heraklit: “Yoldan yukarıya çıkış, iniş gibi aynı şeydir” derken düşüncenin devinimini ne de güzel anlatıyordu. Batı’nın tarihi şüpheden imana ve imandan tekrar şüpheye kaçışın hikayesidir. Nuh Nebi’den beridir her Resulün ümmetini kendisine karşı şiddetle uyardığı bir şahs-ı manevi7 Olimpus’un rahminde, büyük bir özenle büyütüldü. Belki sınırları çok elastik bir ayrıştırma olacak ama, modernizm; politeist ve ateist bir dünyaya Kalvenizm ve Emperyalizm suretinde; büyük bir özenle büyütüldü. Belki sınırları çok elastik bir ayrıştırma olacak ama, Modernizm; politeist ve ateist bir dünyaya Kalvenizm ve Emperyalizm suretinde; Hıristiyanlık ve İslamlık’ın ikilemine de Deccaliyet ve Süfyaniyet olarak giriverdi. Tarih her şeyi ezip geçen bir değirmendi. İman üzerine temellenmiş imparatorluklardan Baud-rillard’ın “çöp sepeti uygarlığı”na gelişimiz modernitenin tekemmülatının hikayesidir. Kanaatkâr bir insanlığın üretici konuma geldiği sanayi devrimin-de, bütün tarihçe-i hayatımızda üretilenlerden daha fazlasını ortaya koymuştuk. Kısa bir çalışkanlık devrinden sonra, Vandalizm tamtamları iki dünya savaşında tüm kazancımızın harap olduğunu ilan ettiler. Birbirini doğu-ragelen, ve her defasında daha beter versiyonunu öne çıkaran küfür dünyasına karşı kim “dur” diyecek; ehl-i imanı bir kez daha Kızıldeniz’ den kim geçirecek?

Modernite analitik bir aklın ve geometrik bir zihniyetin ürünüydü. Psikiyatrlar Avrupalının megalomanisini sömürgelere aktardılar. Mağrur bir şüphenin karşısında zevke ve hatıratına dalan mütevekkil bir iman, aşağılık duygusuna kapılmaktan kurtulamadı. Sadece “Bedeviyet-haderiyet-medeni-yet” üçlemesinden haberdar olan bir insanlık için modernizm tanımı kurgulanamayan bir sayı sistemine giriş demekti. Hindistan, Yunanistan, İs-kenderiyye, Milel-i İslamiyye arasında tanıdık bir misafir edasıyla cevelan eden medeniyyet; haysiyetine tecavüz eden bir zorbanın elinde tüm zerafetini kaybediverdi. Bunun bir taaşşuk değil bir pornografi olduğunu çok geç anladık. Danilevski’nin8 söylediklerini nazara alacak olursak eğer; bir medeniyetin istihale ile yek diğerine dönüşemeyeceğini kabul etmemiz lazım geliyor. Zaten, bir irfanın başkasına olan özentisine dekoratif kısımlarında hayat bulabilir. Ancak maddi kısımlarında yapılan ameliyye başarılı olabilir.

Entelektüeller filozoflardan sonra “prematüre” bir zihniyet olarak ortaya çıktılar. Dünyevi bir ahlakın peşine düşmüşlerdi. Küre-i arzı küçük bir köy şekline getirenler teknotratlar ve laborantlar ise, bunu kurgulayanlar da işte bu aydınlardı. Entelektüellere “münev-ver” diyebilir miyiz? Bence hayır. Çünkü münevver imanını ve fıtratını dinleyen bir tecessüs demektir. Şimdi aydınlarla birlikte popüler olan bir sınıf var: Bilim Adamları. Onların prodüksiyonları medyatik bir hale bürünüyor, dekoratif ve sanal bir dünya evlerimize taşınıyor. Bilimsel buluşlar modernitenin ergenlik çağından olgunluk devresine geçişinde en önemli rolü oynadılar.
Zamanın Sultan-ı zîşanı Osmanlı Devleti masal kahramanlarının dünya-sında, maddi ve manevi ikbalin parıltısında yaşıyordu. Bir grip salgını besatetinde başlayan hastalıklar zinciri, levend-i bimisalin ilk önce gözlerini zayıflatmaya başladı. İhtiyar ve şefkatli dev en büyük darbeyi evlatlıklarından yedi. Devşirmeler, devşirme bir zihniyeti sarayın sütunlarına nakşettiler. Ne Kitab-ı Mukaddes’ten ne de Ahd-i Atik’ten gelmişe benzemiyordu bunlar. Öyle olsaydı ulema-yı güzinimiz bir cevab-ı münasibini verirlerdi. Sonrası çorap söküğü gibi geldi. Maalesef Osmanoğulları da İbn-i Haldun’u haksız çıkartamadılar: Devlet-i ebed müddet yoktur!
Bir salgındı bu. İhtilal-i Kebir’in yamakları Fransa’dan Avrupa’ya yaydılar bu yeni gerilimi. Rusya’da Dekabristler9, Osmanlı’da III. Selim ile parlayan bir nesil, sonra Tanzimatçılar damarlarımıza zerkettiler. Bizde mo-dernistler sarığını çıkarmayan bir Ali Suavi şeklinde türedi. Osmanlı toplumu reflekslerini—yani tahkiki imanını—kaybettiğinde sarıklarını atan ve şapkalarını çıkartan bir nesil zuhur etti. Meclis-i evvelde kafa koparmaktan bahseden Yunus Nadi dişlerini çıkartan bir modernistti. Hüseyin Avni ise fikirlerde gerçekleştirilecek bir inkılabı serdediyordu. Devlet teb’asından itaatle beraber kendisine iman da etmesini isteyince cıngar kopuverdi. Batı meftunu bu rical-i devletimiz karşılarında bir havari buldular; Said-i Nursi ma’şeri vicdanımızın sesiydi. Üzerine kir boca edilmiş bir fıtrat-ı selimenin kelime-leriyle bizdeki modernitenin en azından teorik öngörülerini kırmayı başarabildi. Batılılaşmak bizdeki modernizmin ilk safhasıydı; çağdaşlaşmak cumhuriyet devirlerindeki sloganı oldu.

b-Feraceli kadının dünyası

İnsanların birtek oldukları halde, sonradan anlaşmazlığa düştükleri zamandan; Nuh Nebi’nin saltanat-ı maneviyesini yaşadığımız günlerden beridir kurumlaşmış bir şirk endüstrisi ve genelde vahşet sahralarında ve tozlu kitap raflarında gezinmiş ateizm hep varolageldiler. Hz. İdris ışıktan bir cisim olarak insanlığa hikmeti anlattı. Kendisine hikmet öğretilenle Musa ve Süleyman aleyhimüsselam. Nuh nebi ile Muhammed-i Arabi arasında ayet-hadis ve hurafe karışımı bir kitaptan başka aydınlığına sığınacağımız bir kandilimiz yoktu. Ne gururlarından ve zengin kabirlerinden maada bir şey kalmayan Mısırlıların Osiris’i, ne Gılgamış destanı yetmiyordu artık. Upanişatlar, Vedalar, Bhagavad Gita, İbranilerin Hezekiel’i ve Afrika’da Nok medeniyeti. İsa’dan dört asır önce açan çiçekler, kısa bir nefis muhasebesinden öteye gidemediler. Feyzini hala saçabilen Konfüçyüsle Buda tahtlarını peygamber soluğu taşıyan kelimelerine borçlular.

Mazopotamyanın verimli topraklarından Endülüs üniversitelerine kadar olan coğrafyada, şen ve şakrak bir je-nerasyon “Allah iki doğunun ve iki batının sahibidir”i okuyarak, yitik malları hikmeti arıyorlardı. İlmi bir fetişizmleri yoktu yani. Kader ve hürriyet milel-i saire ile (Hıristiyanlar ve Yahudilerle) girişilen ilk “felsefi” konular oldular. Yazıyla değil hitap ile anlaşılan bir dönemdi. Nevzuhur bir din, henüz dindarlıklarını kaybetmemiş Hint, İran ve Babil ile saygıya dayanan bir mülakiyet kurabilirdi. Yunan felsefesinin ve Kilise dogmatizminin bu yeni dine “feodalitelerini ve hakimiyetlerini bozabilecek bir bilge” olarak bakmaya başladıklarından beridir dünyamız bir çalkantıdan diğerine sürükleniyor. Bakir bir coğrafyadan çıkan çöl bedevilerinin tanrıların oğullarına filozofi öğretmeye kalkışmaları da neyin nesiydi! Eğer Kur’an, yazılı bir metin haline getirilmeseydi onu da seleflerinin yanına yollayabileceklerdi. Fakat kitabî olmak o zamanların olmadığından bilmecbu-riyye marazi bir kıskançlığa duçar olmuşlardı.

İslam Tarihi’ni bir Arap Tarihi olarak gören oryantalistlere göre ge-rileme miladi 660’da Hz. Ali’nin şehadeti ile başlayıp Moğolların Bağdat’ı yağmalamalarına dek sürer. Ondan sorası hüzün ve çöküş yıllarıdır. Halbuki Emevilerle hanedanlık gele-neğini dönüşen siyasi tarihimiz Arapların aksiyon hayatından çekilişlerinden sonra da Safeviler ve Osman-lılar gibi büyük devletleri çıkarabilmiştir. Muhammed Gori’nin Delhi’yi ele geçirmesiyle Bağdat’ın yağmalanması aynı zamanlara denk düşer. Müslümanlar İstanbul’u 1453’te fethe-derken Gırnata’yı 40 yıl sonra kaybettiler. Şaşaayla beraber hezimet. Bir tavr-ı dua içinde yaşayan Ebubekir ile muzaffer kumandanını adi bir nefer konumuna getirebilen Ömer’den (r.a.) sonda cesedi üç gün boyunca gömülmeden ortada kalan şefkat abidesi Osman (r.a.) ilk yirmi beş yılda gelinen noktayı gözlerimize sokuyor. Hariciler tarafından Hakem Olayı’ndan sonda tekfir edilen Hz. Ali’yi izleyen ısırıcı bir saltanat. Emevi halifelerinin mezarlarını yerle bir eden Abbasi zihniyeti Binbir Gece Masalları’nın hükümdarı Harun Reşid’i çıkartabilmişti. Sondaları İslam medeniyetini Avrupalılara takdim eden Endülüs Emevileri ileride İngiliz üniversitelerince üstad-ı manevi olarak saygı göreceklerine inanamazlardı. Taberi, İmam Hanbel, el-Biruni, Farabi, İmam Malik, el-Mesudi, Ebu Bekr-i Razi, İbn-i Sina, Gazali, İbn-i Hazm, Şiilerin milliyetçiliğini edebi bir temele oturtan Firdevsi, İbn-i Teymiyye… Günümüze dek sürecek olan tartışmaların odağında hep bu yıldız insanlar yer aldılar. Walter Scott’a ilham kaynağı olacak olan Selahaddin Haçlı zihniyetinin tarihsel deviniminde Avru-palılar için acı bir hatıra, Müslümanlar için de bir ufuk-şahsiyet olarak beliri-yordu. Sekizyüzlü yılların tarihçemize hediye ettiği bir başka husus da mehdilik hareketleriydi. Bunlar mehdiyi doğuramadılar belki, ama asırlar boyu sürecek bir olgunlaşmanın spermlerini içtimai hayatımıza karıştırdılar.

Hz. Osman ve Hz. Ali’nin hilafetleri konusundaki tartışmalar “imamet” sorununu önümüze koymuştu. Biat mı olmalıydı, vasiyetle mi hareket edecektik? Politikanın çirkin yüzü kendisine nazar edenleri çarpılmışa döndüren bir “mah-i şer” şeklinde önce Hariciler’i sonra Mürcie’yi ve Şiiler’i büyüleyecekti. Siyaset kokan bir atmosfere ilmi bir nesim-i bahar üfleyen Mutezile, kargaşadan entellektüalizme, bir nevi epistemolojiye geçişi sağladılar.12 Bir ganimet taksimi esnasında peygamberine “Adaletli davran ya Muhammed!” diye çıkışan bedevi zihniyetin dünya-mızda böylesi bir hercümerce sebep olacağı kestirilemezdi.

İki büyük mezhep iki büyük imparatorluk kurabilecek reflekslere sahip olduklarından günümüze kadar varlıklarını hissettiren bir şekilde gelebildiler. Şah İsmail Şiiliği Safevi Devleti’nin merkezine yerleştirdi. Osmanlılar Sünni geleneğin takipçileri oldular. 18. yüzyıla geldiğimizde Şii ulema şahların tahtlarını sarsmaya başladı. Kendilerini Pers’lerle tanımlayan yöneticilerle, küresel bir İslami anlayışa göz kırpan ulema arasında oluşan gerilim üç yüz sene sonra İran Devrimi’ni doğuracak boyutlara ulaşacaktı. Sarayın mahzenlerinde şarap fıçılarını itlaf ettiren Muhammed Meclisi, bunun ilk muharriki olmuştu. İmam Humeyni bu sürece son noktayı koyuverdi. Moğol gelenekleri ve Hindu atmosferi içinde hayat süren Şah Veliyyullah Dehlevi, belki de Hindistan Yarımadasındaki gelişmelerin odak noktası oldu denebilir. Hüccetullah-il Baliğa’yı Farsça değil Arapça kaleme almakla Müslüman halkın tahsinini, ulemanın tenkidini kazandı. Oralar hakkında bildiklerimiz çoğunlukla O’nun, Muhammed İkbal’in Cemil Meriç’in bizlere sunduklarıyla sınırlıdır dersek yanlış bir şey söylemiş olmayız herhalde. Mevlana Halid’i Bağdadi’nin manevi saltanatı da masallar ülkesinin hamuruna katılmış bir gül-ü reyhan oldu.

İmam Malik Muvatta’sında Hadis Usûlünü, Ebu Hanife Rey’i (Kıyas ve İçtihadı), Kur’an’ın yaratılmadığını savunduğundan zindanlara atılan Ahmed Bin Hanbel’le İmam Şafii ve El-İsfehani Haber’i (hadis rivayeti ilmi) metodolojik bir tabana oturttular. Kelam’la uğraşmayı “haram” sayabilen bu güzide insanlar Haris El-Muhasibi, Fahreddin Er-Razi, Sadettin-i Taftazani ve İmam-ı Gazali gibi “tevhid’i delil ile anlatan” haleflerinin çıkabileceğini, herhalde, hesap etmemişlerdi. Buhari, Müslim ve Kütüb-ü Sitte’nin diğer beş meşhur hadis toplayıcısı Sünnet-i risaletpenahiyi zamanımıza kıyasla iletişimsiz denilebilecek bir zamanda büyük bir titizlikle bize aktardılar. Bu zatlar, bir ilmin haysiyyeti demek olan metodolojiyi Avrupalılardan 700 yıl önce ortaya koyabilmişlerdi.

Mutezile’nin aklı vahye önceleyişi “tavakkuf ahlakı”na sahip Sünni ulemaca hayli eliştirildi. Şiat-ül Velayet’ten Şiat-ül Hilafet’e açılan Şii mezhebi… Ehl-i Sünnet vel Cemaat’ın avantajı, hemen bütün mezheplerden sonra şekillenmesi; dolayısıyla en geniş bir perspektifle problemlere cevaplar sunabilmesiydi.

Siyasal yapısı tam oturmamış Emeviler’den sonra, Abbasiler zama-nında bir devlet olmanın keyfini çıkartıyorduk. Halife Me’mun zamanında Beyt ül Hikme’nin kuruluşu ilimde bir demokrasi ortamının doğuşunu getirdi. “Kur’an’ı beşer kelamı olarak düşünerek”ten hakikatin bilgisine varmayı hedeflediğimiz şu zamanlarda, sonraları çok kereler ısırılacağımız bir deliği açtığımızın farkında değildik. Mütercimler kadrosu şüpheyi imana karıştırdıklarını anlayamadan sinemamızdan akıp gittiler. Aristo’yu evimize taşıyan iki Meşşai, Farabi ve İbn-i Sina, peygamberliğin hakikatini yaralayan sözler sarfettiler. İnsan, hakikatin bilgisini ve tevhid-i hakikiyi peygamberler olmadan da bulabilir di-yorlardı. El-Kindi, Yakup el-Miske-veyh, Behram Es-Sicistani ve diğerleri, muhayyilemize bir nebi evsafı giydir-meye çalıştılar.

Ebu Hamid El Gazali’ye bakarsak çoğumuz jimnastik olsun diye namaz kılmaya; perhiz niyetiyle oruç tutmaya başlamıştık. Çünkü felsefenin söylediklerine kapılmıştık. İllet-i hakikiyi Allah’ın dilemesinde değil sebeplerde arıyorduk. O’nu “Hüccet-ül İslam” yapan Yunan filozoflarını eleştirilmez bir konuma getiren Meşşailer’e “anladıkları dil ile” cevap vermesiydi. “el Makasıd ül Felasife”, filozofların büyülü dünyasını sıbyan mekteplerine indirgeyen bir ustalık olarak düşünce dünyamıza katıldı. Bir nevi haddini bildiriş manifestosuydu bu. Felsefe ile değil, felsefe yapanlarla girişilen bir mücadeleydi.

Gazali ve İbn-i Rüşd’ün zaman-ı sadaretlerinde artık semamızda parıldayan yıldızlar çoğalmıştı. Felsefe ve Tasavvuf ile fıkhı, kelamı ve ilm-i hal’i çevreleyen Şeriat İlimleri. Hayy Bin Yakzan’la gözlemcilik ve deneyciliği hayatımıza kazandıran İbn-i Tufeyl, Sosyolojiye bir ilmi şahsiyet bahseden İbn-i Haldun, bizi bir süpermen olmaktan kurtarıp bir insan-ı kamil olmaya çağıran İbn-Arabi, üç bilinmeyenli denk- lemi Descartes’tan beş küsür asır evvel çözebilmiş şair Ömer Hayyam. İlk insan bilimci el-Birûni. Kelimelerimizi kifayetsiz bırakan tasavvuf dünyası, delil’e değil müşahede’ye dayanan yapısıyla hem tecdidin hem çöküşün yuvaları oldular. Her asırda yeni bir fitne, her asırda yeni bir tecdid hareketi bir döngü olarak hayatiyetini sürdürdü. Bu devr-i daim beniademin medeniyet destanını taçlandıran bir parça olarak, kozmosun kaosa döneceği zamana, kıyamete kadar devam edecektir.

c- Yahudiliğin dünyası…

Yehova’nın oğulları hayat-ı ilmiyye-yi insaniyeye Tevrat’ın Yunancaya çevrimiyle girebildiler. Filon Museviliği felsefeye karşı savunan bir Yahudi olmakla sahramıza duhûl etti. Ammo-nius Saccas “Eflatun Yunanca konuşan bir Musa’dır” söylemekle, Yahudilerin o bilinen her şeyi kendilerine mal etme histerilerine tercüman oldu. Sonra asırlar sürecek bir inzivaya kapanış; cebirsel dünyaya sırtını dönen ve simya gibi büyüsel bir derinliğe dalan beniisrail, ancak İslamın şarkılarıyla uyanabilirdi. İbn-i Yusuf el-Feyyumi, İbn-i Meymun, Jehuda Hal-Levi, İbn-i Cabriol. En azından bir skolastizm kadar bile olamadan, bir ekol kuramadan sahneden tekrar çekilen insanlar.15 Yahudiler, 18. Asır Felsefe Devrimi’yle tekrar ortaya çıktılar. Materyalizm, komünizm, pozitivizm gibi hayatımızı derinden sarsan akımların mümessilleri oldular. Montes-quieu, Voltaire, Diderot, D’Alembert, Turgot, Mirabeau, Spinoza, Rousseau, Condorcet, Darwin, Engels, Durkheim, ve Marks… Kargaşayı fitneye döndüren şu adamlar, ahirzamanda deccalin mühim bir kuvvetinin Yahudiler olacağını ihbar eden ehadis-i nebeviyyenin mucizekârlığını ispat ettiler.

d- Feracesini çıkartan kadının dünyası…

Ahmed Yesevi’nin müridleri, O’nun Anadolu’ya doğru fırlattığı meşalesini bir ocağa kalbetmek niyetiyle misyo-nerlik faaliyetlerine giriştiler. Horasan Erenleri, ileride bir sefine-i Nuh aleyhisselam vaziyetini alacak olan topraklara iman tohumlarını serpiştirmeye başladılar. Mevlana Celaleddin Urume-li’nin çocuklarına, 900’lü yılların Ebu’l Hasan el-Maverdi’sini andıran kelime-ler sarfediyordu. Asırlar boyu çiçeklerini öküzlerden sakınan bir mekteb-i irfan, terbiye-yi nefsi anlattılar. Ehl-i tasavvufun Anka-misal hayatları, bizleri cezbeye getirip etrafında Mevleviler gibi döndürebilmişti. Osmanlı bir rüya toplamaya. Osman-ı Zişan bir şeyhe bağlıydı. Sultan Muhammed Han Kostantiniyye’yi fethederken rüyalarını Akşemseddin yorumluyordu. Biz rüyaya inanmayan riyazi de olamayan bir kırılma nesli’nin torunlarıyız. Batılılaşmak uğruna getirilen kanunlar, her şeyi mevzuattan bekleyen lümpen ülkesini ve kendi insanını Piar-Gallup istatistiklerinin kaypak verileriyle tanımaya kalkan yarı-aydınları doğuracaktı.

Ukaz Panayırı’nda kırmızı devesinin üstünde insanlığa beşaretler dağıtan Kus Bin Saide’den önce Fransız sonra İngiliz hayranı olan Mustafa Reşit Paşa’nın zamanı sadaretine geldiği-mizde Avrupa modernizmin ergenlik dönemine girmişti, üniversiteye giden ağabeyleriyle sokak aralarında kumar oynayan sabiler gibiydik. Neler kaybettiğimize aldırmadan bir “adam sayılma” havasına kapılmıştık. Ortaya imanımızı koymuştuk. Almak istediğimizin cazibedar bir fitne olduğunu henüz bilmi-yorduk. Bizim için kazanmak da kaybetmek de hüsrandı. Biz hem kazandık hem kaybettik Bekaretini kaybeden bir irfan için iki yol vardır: Cinnet yada intihar. Biz her ikisin de yapabildik; alacakaranlığa, yani Batı’ya aşık olduk. Coğrafi bir yöneliş değildi bu. Erkan-ı devletpenahimiz erkeğinin istediği bir evi düzenlemeye başladı.

Maaşlı vak’anüvisler yeni bir tarih yazdılar; eğitimciler evrimci-tabiatperest ladini bir sistemi inşa ettiler. Önce eskiye olan nesebi tarafımızı dinledik: “Türkiye Cumhuriyeti’nin dini Din-i İslamdır”. Sonra neye uğratıldığımızı fark edemeden birer birer tatbik ediliveren devrimler. Siyaseten karşı çıkılmaz bir seyl-i huruşandı kapıldığımız. Laiklik’e yuvarlanmakla sınır değerlere varmıştık. Kisve inkılabıyla feracesini çıkartan bir kadının yılışıklığını takınıp bütün mukaddeslerimizi birer safray-mışlar gibi atmaya başladık. Harf devrimi bin senelik bir allame-i bimisali cahil bırakıverdi. Bütün kütüphanele-rimizi yeniden kuracaktık. Sonradan siyasal bir pragmatizme dönüştürülen Kemalizm bunu hızlandırdı. Tek başına kağıt oynamaktan sıkılan politika dünyamızı; çok oturumlu (partili) bir konkene dönüştürmek istediğinde olan oldu. Bir sene içinde üç yüz senede yapılamayacakları başaran birinci safha-i cumhuriye yükselme trendini düşürdü. Efendisine bekaretini veren devlet, kandisini beğendirmek için bir dizi reforma girişti. Bedenimize uymayan bir tezyindi bu. “Çelik bir korseyle incelmeye çalışan bir toplum” oluvermiştik. Her milletin kamet-i kıymeti başka bir elbise isterdi, bilemedik.

Teb’a-yı Şahaneyi lağım farelerine çeviren bir atalet, ademî olan ne varsa üzerimize boşaltmıştı. İyi-kötü, çirkin ya da güzel demeden, Batının ideologya enkazından hırsızladıklarımızı yatak odalarımıza girebilecek kadar imtiyaz tanımıştık. Bilmiyorduk bunlar ne işe yarıyorlardı. Avrupa Hıristiyanlıkla beraber Feodalite’yi, Burjuvazi’yi ve Sosyalizm’i tecrübe etmişti. Bunlar minarelerin dünyasına yabancı olan şeylerdi. Teknolojide 150 yıl gerideysek; ecnebi siyasasına beş yüzyıllık bir mesafeden bakıyorduk. Parlamento ithal etmekle

Avrupalılaşabileceğimizi çıkarsıyorduk. Ne Leviathan yazarı Hobbes’u, ne Locke’ı, ne Machiavelli’-yi ne de Anjulu Jehan Bodin’i tanımı-yorduk halbuki. Devletin Altı Kitabı’nı da, Sivil Hükümet üzerine Deneme’yi de okumamıştık. Sormuyorduk, bu sultan-ı nazenin ne yer ne içerdi. Cumhuriyet eğer “adalet, meşveret ve kanunda inhisar-ı kuvvet”ten ibarettiyse; Osmanlı, kendi içinde adı konulmamış bir Cumhuriyet yaşıyordu diyebilirdik. Dolayısıyla, yaşanan bir olayı ilan edişimizin bu yönden bir anlamı kalmıyordu. Meşrutiyetin mehasinini sahiplenmeyip, seyyiatını nazar-ı itibara alan ehl-i din, yarım asır sonra İkinci Abdülhamit’in zayıf istibdadını arar bir duruma geleceklerdi.

“Fransa’nın vesait-i umran ve maa-rifine dahi layıkıyla kesb-i ıttıla ederek kabil-i tatbik olanların takriri” için Yirmisekiz Mehmed Çelebi’yi Paris Elçiliğine tayin eden Damat İbrahim Paşa; İkinci Meşrutiyet zamanında pek yoğun bir şekilde yaşanacak olan Batılılaşma sürecini başlatmış oldu. Askeri usûllerin ve sefaret kaidelerinin Avrupadan alınması fikri bunun ilk basamağıydı. İshak Bey Fransızlarla askeri notadan fikir teatisinde bulundu. Ebubekir Ratib Efendi aşağılık komp-leksimizi haykıran ilk ses olarak tarihe geçti. Mustafa Sami Avrupa Risalesi’n-de bunu ispata girişti. “Terakkiyat-ı Cedide” kirpiğini kırpan bir nadire-i endame olarak sahra-i medeniyyemizde dolaşmaya başladığında en efsunkâr kelimemiz “alafranga”ydı. “Takıldı kaldı aklım nokta-i tevhide” diye meczub Mevleviler misali nokta-i Avrupaiyeyi tavaf eden adamlar, Türk neslinin ıslahı için damızlık erkek ithal etmenin gerektiğini savunuyorlardı. Artık ya Hafiz Levhaları’nın altına si-gorta şirketlerinin reklamlarını yaza-biliyorduk. Kılıçzade Hakkı Bey, sonradan Cumhuriyet neslinin marşlar söyleyerek hayata geçireceği fes ve kalpağın kaldırılıp yerine yeni bir milli başlığın getirilmesi, tekke ve zaviye-lerin ilga edilmesi, yeni bir ahlak telakkisinin yerleştirilmesi, mezheblerin birleştirilmesi, dilde bir reformun yapılması ve kanunlarda rekonstrüksiyona girişilmesi gibi fikirleri ileri sürebilmişti. Celal Nuri, Batı’nın hiçbir zaman bizlere dost olmayacağını vurguladığı halde, Batı’ya rağmen Batılılaş-mak gerektiğinden dem vuruyordu. Taşköprüzâde’nin Miftahüssaade’sinde belirttiği felsefî ilimlerin din bakımından da gerekli olduğu sözlerine çok sesli muhalefet edilen zamanlardan Erkan-ı Osmaniyyenin Fransızlardan adab-ı muaşeret dersleri aldığı yıllara gelmiştik.

Sadık Rıfat Paşa’nın “Mizac-ı asr ve efkâr-ı zamane cuş u huruşa gelmiş bir nehr” olarak tanımladığı yeni hal kendisine karşı duranları da yutuyordu. Karakterimizi şekillendiren Din-i Hak, artık Devlet-i Aliyye’yi ayakta tutmak için bir bahane olarak algılanmaya başlanmıştı. Müsavaat tartışmaları, henüz bize yabancı olan ve ileride devletin selameti için gözden çıkartılabilecek, pekala hakları yenebilecek ayrıntılar olmamızı sağlayacak olan vatandaşlık kavramını ortaya çıkaracaktı. Kah ahlaki kah siyasi amaçlar için ayetlerin manalarının deyim yerindeyse “genişletilmeye” çalışılan bir dönemde 31 Mart gibi bir hadisenin vukuu normal bir sonuçtu. “Şeriat isteriz” demenin—İsmail Kara’nın deyişiyle—“yapılanları istemeyiz” anlamına geldiğini kavrayamamıştık. Ulema sınıfının kaybettiği nüfuzunu tekrar kazanmak uğruna siyasallaşması İslamcılık hareketlerini başlattı. Laisizmin ve sekülerizmin siyasi hayatımıza intikali şeyhulislamın da meclise gelip izahat vermesi, Batıdan alınan kanunların şer’i şerife uygun olup olmadığını izah etmesi isteği ile başlamıştı dersek yanlış olur bu, bilmiyoruz. Hakimiyet-i millet’in ayak sesleri Devlet-i Osmani-ye’nin çöküşünü ilan eden seslere karışıyordu. Ne yapacağımızı bilemeden, bir oraya bir buraya koşuyorduk. Bir fırtınanın geliyor olduğunu hissetmeyen yoktu. 1699 Karlofça Antlaşma-sı’nda tanıştığımız

Diplomasi’ye “Allah’ın düşmanlarını dost edinmeyin!” emrine istinaden cevaz vermeyen Şahinzâde Efendi’den sonda ecnebilerin karşısında tamamen edilgen kalınan bir zamanı görmek hüznümüzü muzaaf bir hale getiriyordu?

1839 Tanzimat Fermanı Batılıyı Fransız penceresinden bizlere tanıtan bir nesil türetti. Nizam ve Terakki felsefelerinin en çetin tartışmaları bu dönemde gerçekleşmişti. Şinasi, Ahmed Münif ve Ali Suavi tercümelere önem verdiler. Lamarck’ın transformizminden biyolojik materyalizme uzanan bir yelpazede pusulası kırılmış bir nesil Sedd-i zülkarneyni şarkılar söyleyerek yıkıverdiler. “Filozof” lakaplı Rıza Tevfik, Ahmed Rıza, Abdullah Cevdet, Beşir Fuad, Celal Nuri, Baha Tevfik… Kur’an-ı Kerim’i Fransızca tercümesinden okuyabilecek kadar kendi irfanına yabancı kalmış insanlar, Peygamber-lerinin hayatını da marazi bir psikolojiye indirgemekle halk içinde “dinsiz” olarak anılmaya başlıyorlar.

Ernast Renan, John Stuart Mill, Herbert Spencer, Nietszche, Comte ve Büchner… Maddiyyun Mezhebi’nin rahipleri, bir neslin kendilerine olan meftuniyetini bilemezlerdi. Ne idüklerini anlayamadığımız Cemaleddin Efgani ve Muhammed Abduh’un belki de tek müspet tarafları İttihad-ı İslamı savunmalarıydı. İsmail Fenni’nin şakirdi kalmamış İbn-i Arabi’nin felsefesiyle, İsmail Hakkı’nın da İslam Felsefe tarihiyle uğraşması ne gibi bir müsbet etki ortaya çıkardı, bilmiyoruz. Mehmed Akif, Muhammed Hamdi Yazır, Süley-man Hilmi Tunahan ve Bediüzzaman Said Nursi; Devlet-i Aliyye’nin seke-ratını Çamlıca Tepesi’nden hüzünle seyreden bir nesil, Cumhuriyet devrinde de iğdiş edilmiş insanımızın sarıldığı yıldızlar oldular.

Encümen-i Daniş, Meclis-i Kebir-i Maarif, Dar-ül Hikmeti’l İslamiyye, Cemiyyet-i İlmiyyeyi Osmaniyye… İrfanımızı deney faresine çeviren bu meclislerde gelenekle nevzuhur arasında gidip gelen ulema-i şerifimiz bir pers- pektif kuramadan dünyamızdan kayıp gittiler. Birinci Cihan Harbi maddi-yatımızı da, hafızamızı da durgunlaştırdı. Tesbih taneleri misali dağılan ümmet-i Muhammediyye, her biri birer diktatörlük ya da sömürge olan küçük küçük devletlere ayrıldılar. Mızıka-yı Hümayun’dan Devlet Senfoni Orkest-rası’na yuvarlanılan bir dönemde Donizetti Paşa’nın torunları hazinele-rimizi gübre ile değiştiler.

Konuşmayacak ve yazamayacaktık. Asker millettik ne de olsa! İstibdat soluyan bir nesil köstebeklerini de büyütüverdi. Görmedim, duymadım ve bilmiyorum demeliydik. Kalbi ihtimamla yok eden bir riyakârlık her hücremize sirayet etti. “İstibdat mani-i herkemaldi” çünkü alnımızda “ Haza Kafirun”22 yazılı olarak dolaşmaya, şapka takmaya mecbur edildik. Zaten hendesesi yıkılmış endamımız üstünde sarığımızın da bir anlamı kalmamıştı.

Veli bir padişahın “seyl-i huruşan”a kapılıp hayatımızda ikircikli bir devri başlatması o zaman maalmemnuniye kabul görmüştü. Cübbemizi çıkartıp redingotumuzu giymekle Batılı olabilemeyeceğimizi düşünmüyorduk. İdeolojilere, yani dünya görüşlerine alışık olmayan bir milletin istihalesi ortaya bir “ucube” çıkardı. Bir müessese ithalinin, teknoloji transferinden çok daha ciddi sonuçlar doğuracağını kestiremedik. Her ithal ettiğimiz şey beraberinde bir yığın buhranı da getiriyordu. Alfabe değiştirmekle analfabet duruma düştüğümüzü söylemeye kimsenin gücü yetmedi.

“Ahlak”ı basit bir zabıta olayı olarak gören anlayış, girişinde umumhane çıkışında birahane olan şehirleri intac edecekti. Gökalp “Müslüman-Türk-Garplı” olmalıyız diyordu. Peyami Safa Batının spiritüa-lizmine, Mümtaz Turhan Avrupa’nın ilmine vurulmuşlardı. Nurullah Ataç “Haza Müstağrib”di; kıvırmadan Batıyı kucaklamak lazımdır diyordu. İrticadan korkan fakat ona bir tanım bahşetmekten de uzak duran devlet erkanımız, kendi insanını görmezden geliyordu. Evlenmemiz başka, miras davalarımız başka, cezalandırışımız daha başka kanunlara göre düzenlenecekti. Rejim meselesinden iktisat meselesine geçtiğimizde Batı biraz daha uzaklaşıverdi bizden. Amerika uzaklardan nağmeler dağıtıyordu etrafa. Onun Avrupadan bir farkı vardı; biz ona gitmiyorduk, o bize geliyordu. Sabah vakti kapımızı çalıp mahmur gözlerimize gülümseyerekten hiç işimize yaramayacak şeyleri satmaya çabalayan pazarlamacı zihniyetin “Büyük Şeytan” olacağını kim düşünebilirdi?

Ne Sultan Mahmud-u Sani’nin kurumsal reformlarına, ne de Abdullah Cevdet ve İshak Sükuti gibi Jön Türkler’in siyasal bir yapı değişikliği önerilerine benzemeyen bir tarzda; toptan bir reenkarnasyona tabi tutulan bi-rinci kuşak, modernitenin ne vahşi yüzlerinden birisine şahit oldu. Materyalist fünun ile ünsiyet etmeyen bu insanlar, yüzyıl önce yaşamış bir Batıyı taklit etmeye kanun zoruyla itilmişlerdi. Köy enstitülerinde inkılapların propagandasını yapacak dinsiz bir nesil yetiştirildi. Yurdumuzdan çıkarmakla övündüklerimizi on sene sonra kendi ellerimizle buyur ediyorduk. Tövbenin ardından tekrar inkisar. İmtihan üstüne imtihan, hata üstüne hata. Tam suçlu olduğunu itiraf edecek derken, ihtilallerle tekrar şımarttığımız yaramaz çocuğumuz. Bizi bir küstah edasıyla karşılıyor; biz bir tabansızlıkla mukabele ediyoruz. Kendi aramızda düşmanlıktan başka hiçbir şeyde anlaşamıyorduk. “Düzen” kendisini ayakta tutmak için, vatandaşlarını birbirlerini jurnalleyen köstebeklere dönüştürüvermişti.

Kâbe’yi Araplara bırakıp Çankaya’-yı mabed-i hakiki ilan eden Kemalettin Kamu’dan, İnkılapların bir numaralı adamına Esma-i Hüsna atfeden Aka Gündüz’e “Bizim mevlüd”ü yazan Behçet Kemal’e kadar ekseri insanımız slogan ve vecizeler tarihimizin seyrini çizdiler. Talebe bulunamadığından(!) dini okulları kapattık. Soyolojimizi zoolojiye çeviren kitaplarımızda Adem-i Evvel’i Neanderlanth Adamı’na tebdil ediverdik. Düşünmenin haberleşmeyle başladığı kaziyesini göz önüne alırsak; postahanelerimiz diyebileceğimiz tekke ve zaviyeleri, medreseleri, vakıfları hülasa herşeyimizi dışlamakla düşünmemeye başladık. Devletimizin altı esası olarak ilan ettiklerimizden günümüze elimizde sadece “Laiklik” kalıverdi. Takvimleri takip etmek, her sabah, günün mana ve önemine dair söylevler hazırlamak Babıali’nin en mühim meselesi olmuştu. Musıkîmiz Türk’ün çok münkeşif ruh ve hissini tatmine kâfi gelmediğinden şen ve şatır olan medeni dünyanın müziğine yenik düşmeliydi, düştü de. Said Halim Paşa’nın dediği gibi tıbbiye kitaplarını okuya okuya kendimizi her hastalığa duçar olan birisi gibi görmeye başlamıştık. Şizofrenik bir refleks her hücremizi istila etmişti. Latin Alfabesi Fransız metrik sistemi, Frenk Şapkası, İsviçre Medeni Kanunu, İtalyan Ceza Hukuku, Gregoryen takvimi, Kilise müziği, Batı klasikleri…Çağdaşlık namına ne varsa(!), çağdışı(!) olan kimliğimizin üzerine boca ediverdik.

Bizler “kişiliksizlik” namına ne varsa bir bir tadıyorken, bunamaya başlayan peri-i ruhsarımız Avrupa, kendini sorgulamaya başlamıştı bile. Kilisenin kendisini yargılaması, herkes için şaşırtıcı bir gelişmeydi. Polonya ve Çekoslovakya’da dindar Hıristiyanların Komünizme karşı kazanılan zaferde bi-rinci rolü oynaması, Kateşist düşünce-nin yaygınlaşması, Papanın Müslüman-lardan özür dileyerek onları “kardeş” i-lan etmesi maşukumuzun nasıl bir de-ğişime koştuğunun sinyallerini veriyor.
Modernitenin insanlığı getirip bıraktığı noktaya baktığımızda hiç de iç açıcı şeyler göremiyoruz.

f- Sonuç yerine…

Asırlar boyu sürüklenen bir kar tanesinden böylesine bir fitne doğacağı, bunun ahirzamanın büyük fitnesi olacağını beklemek ancak “rasihun tavrı”na44 sahip bir kısım zevata mahsus olabilirdi. Kendisine ister modernite ister başka bir şey denilsin; küresel boyutlara ulaşmış olan bu fitne her insanı pek çok cihetle kendisine çekiyor, her şeyi kendi hesabına işletebiliyor. Fukuyama gibi bir kısım ilim adamının “modern insanın en son insan olduğu”nu iddia etmeleri üzerinde durulması gereken bir husus. Postmo-dernistlerin buna karşı çıkmaları yeni bir insan modeli önerdiklerinden değil. Sadece bir “kaporta” değişikliğini savunuyorlar.

Aralarındaki iletişim şimdilik ne kadar zayıf olsa da, Müslüman toplumların kendi içlerinde küçüklü-büyüklü tecdid hareketlerini canlı tutmaları ve küresel iletişim ağlarını kullanmada gerçekleştirdikleri her hamle, çağlar boyu değişik trendlerde seyreden çöküşün yeni bir müjde olarak tersine çevrilmeye başladığını gösteriyor.

İsmail El Faruki, Hasan El-Benna, İmam Humeyni, Abdüsselam, Mevlana, Mevdudi, Seyyid Kutub , Muhammed Hamidullah, Muhammed Esed, Seyyid Hüseyin Nasr, Ayetullah Muntazari, Bediüzzaman Said-i Nursi, Kral Faysal, Ziya-ül Hak ve diğerleri yeni bir doğuşun yapı taşları olarak kalbimize rahatlık veriyorlar.

Trajik ve Taklit Üzerine

Osman Gökmen




Dramatik'i olmaksızın bir sanat olamayacağı evrensel olmayan bir düşüncedir. Bizim kültürümüzün kodlarına da uymaz. Bu yüzden Tanzimattan bu yana ait olduğu toplumdan dram çıkarmaya çalışanlar hayatın içinde bulamadıkları dramı muhayyilelerinde ürettiler.

Namık Kemal'den domestik güldürü yazarı İbnürrefik Ahmet Yirmi Sekizinci'ye kadar farklı türlerde yazan pek çok yazar, facia, haile, komedya adı altında aslında batılı standartlara uymayan nev-i şahsına münhasır metinler kaleme aldılar.

Dramatizasyona dayanak teşkil eden çatışmalar ise tamamen Avrupa'dan aktarma şablonların bize adaptesinden ibaretti.

Cumhuriyet eliti, sanatta ve özellikle bizim bu yazıda konu edindiğimiz tiyatroda tıpkı ortaçağ papazlarının pragmatizmi benzerî bir yaklaşım sergiledi. Kilise, Hıristiyanlığın tebliğinde cahil halka tiyatro yoluyla ulaşmayı denedi. Hz. İsa'nın ve havarilerin hayatlarını anlatan olaylar dramatize edilerek papazlar tarafından panayır ve çarşılarda oynandı. Kemalist rejimin inanmış kadroları bir keşiş gibi davranarak tiyatroyu yeni ideolojinin toplumun bütün kesimlerine yayılmasında ve benimsetilmesinde kullandılar. Halkevleri, ortaçağ kiliseleri gibi hazırladığı temsillerle cumhuriyetin "söndürülmez bir nur", padişahlığın ise "köhne ve çağdışı" olduğunu anlatmaya çalıştı.

Cumhuriyet edipleri kendilerine çizilen doğrultuda yeni çatışma alanları buldular kendilerine. Nesnel bir gerçekliği olmayan tamamen uydurma kişi ve olaylarla zahmetsizce yazı yazmanın nimetlerinden yararlandılar. Dilimize "temsil" diye geçen bu yazı türünde "yeni din"in kahramanları yüceltilirken eski dininkiler yerin dibine batırılıyordu. İşin ilginç tarafı "temsil" kıssadan hisse mantığının bir anlatım tarzı iken, bunun yeni tiyatroya arka planına bakılmaksızın aktarılması idi. Yapılan işin Avrupa ölçülerinde bir anlam taşıyıp taşımadığından kimsenin haberi yoktu. Çapsızlığın ve yüzeyselliğin cesareti ile bedava bir devlet himayesinin kanatları altında bu iş yıllarca sürüp gitti.

Estetik ve sanat olarak konuyu sorgulamak mümkün olamadı. Amaç toplumun manevî temellerini sanatın mucizevî iksiriyle gerçekleştirebilmekti.

Gelenekle bağın koparılması ve Tanzimat'tan bu yana batılı edebî türlerin millileştirilerek bünyeye alınması ülkede sahici bir sanat birikiminin ve buna bağlı bir sanat düşüncesinin oluşamamasına sebep oldu. Çünkü Avrupa medeniyeti ile İslam medeniyeti farklı değerler sistemi üstüne bina edilmişti. Avrupa uygarlığı Rönesans hareketi ile birlikte kadim Yunanın etik ve felsefi özelliklerini tevarüs etmişti.

Leyla İle Mecnun-Hüsrev ile Şirin'in terennüm edildiği bir toplumda Prometheci bir tavırla semavî buyruklara kafa tutan bir edebiyat vücuda getirmeye kalkışılamazdı. Avrupa uygarlığının dramatik kahramanı, kökeni Antik Yunana uzanan Aydınlanma düşüncesinin bir meyvesiydi. Kimlği "dramatik olanı" doğuracak fikrî ve itikâdî temeller çerçevesinde şekillenmişti. Yani hayatı "cidal" tanıyan, hakkı "kuvvet"te gören bir kozmos anlayışının temsilcisiydi. Aczine ve zaafına bakmadan kaderine meydan okumuştu. Kendine "rab" olmanın kaldırılamaz yükü altında cehennemî bir hayat yaşıyordu. Çünkü semavî dinlerin koruyucu şemsiyesi altından çıkan batılı toplumlarda bu tür bir "malikiyet" tevehhümü biraz da olsa anlaşılabilir geliyordu. Ve dinin boşalttığı alanı dolduran edebiyat ve sanat, kilisenin dinî işlevlerini gören seküler kurumlar olarak ödev yapıyordu.

İnsanlar okuduğu romanın ya da seyrettiği tiyatronun kahramanı ile özdeşleşerek "arınıyor"lardı. Yıkıma uğrayan trajik kahramanın kimliğinde aşırı duygularından -günahlar- temizleniyorlardı.

Oysa burası bir İslam memleketi idi. Yıllarca hayat, şeriat esaslarına göre dönmüştü. Bu toplumda münasebetler mücadele esasına göre değil, yardımlaşma ve dayanışma duygularının sarmaladığı uhrevî bir boyutta cereyan ediyordu. Allah insanın ve kâinatın tek sahibiydi ve bütün yarattıklarının ihtiyaç ve isteklerini anında görüyor, işitiyor ve yerine getiriyordu. Canlı cansız her varlık şuurî ve şuursuz birbirinin imdadına koşturuluyordu. Bu dünyada büyük balıklar küçük balıkları yutarak ayakta kalmıyordu. Küçükler bir rahmet-i bînihaye tarafından kendileri büyüklerin istifadesine sunuluyorlardı.

Bu muntazam bir fabrika gibi işleyen ilahî düzende emirlere itaatsizlik diye bir şey yoktu. Şaytanirraciymden ve insî şeytanlardan başka herkes ve her şey emirlere musahhar ve mutî idi.

İslam'a göre insanı Rabb'ine karşı isyana ve günaha sevk eden nefis ve şeytan onun apaçık bir düşmanı sayılıyordu. Müslüman'ın bunlarla büluğdan ölüme kadar kesintisiz süren bir mücadelesi söz konusuydu. Bu mücadele yine Allah'ın (c.c.) inayet ve desteği ile yürütüldüğü için "dramatik" veya "trajik" olarak ta nitelendirilemezdi. Yani insan şeytanın ve nefsinin sözcülüğünü yapmamalıydı. Çünkü her mümin için ölene kadar tövbe kapısı açık olduğundan affa uğrama ihtimali daima mevcuttu. Dolayısıyla "ilahlara!" kafa tutan pagan bir kültürün uzantısı olan trajedinin malzemesi olabilecek türden bir öğeye İslam toplumunda rastlamak mümkün değildi.

Hayatı ve olayları dünyaya bakan yönleri ile değerlendirip ahirete bakan yönlerini görmezlikten gelince yani uhrevî boyut ortadan kalkınca kelimelerin ve kavramların delalet ettiği anlamlarda değişmekte. Birisinde tesadüf belirleyici iken diğerinde bir kast ve iradenin tasarrufu altında işleyen bir evren tasavvuru söz konusu. Tabii ki bu iki evren kavrayışının sanatsal düzlemde yansımaları da farklı farklı olmakta. Allah'ın izni olmadan küçücük bir sineğin kanadını bile kıpırdatamadığına inanılan imanî ve itikâdî bir atmosferde insanın kalkıp kendine "özerk" bir alan tanımaya kalkışması düşünülemezdi. Çünkü Rububiyet-i ilahiye kâinatta böyle bir boşluğa imkân tanımıyor.

Halbuki aydınlanma düşüncesinin ürünü olan birey kendi aklı ve bilgisi ile dünyayı ve olayları dizgini altına alma iddiasındaydı. Kudret-i Ezeliye ile intisabını koparmıştı. Firavun-u zelil olma pahasına semavî dinleri değil nefsinin ve şeytanın sesini dinliyordu. Kendini Allah'ın bir kudret mucizesi olarak gören mümin ise Mâlikinin ilim, irade ve kudreti altında meydana gelen hadiselere şahitlik ediyordu sadece. Zarar görürse de tevekkül etmekten başka sığınacağı kapı yoktu. Kaybettiği ve kaybedeceği bir şey de yoktu. Her kaybı, her üzüntüsü ve kederi, ahiret hesabına bir kazanç olarak geçtiği için yaşadığı elem ve musibetleri dramatik olarak görmüyordu. İntisap bilinciyle olaylar onu teslimiyete ve Müessir-i hakikiye götürüyordu. Gerçek tesir ediciye ve onun rızasına...

Cumhuriyetin aydın kadroları bu itikâdî anlayışın günde beş vakit tekrar edilerek pekiştirildiği bir toplumdan; sahipsiz, hamisiz bir dünya görüşünün sonucu olan dramı ve nefsin ve şeytanın da kendi ölçülerinde paylarının ve güçlerinin vehmedildiği bir kozmos tasarımının neticesi olan trajediyi üretmeye kalkıştılar. Çünkü Gerçek anlamda Allah'a kul olacaklarına Çankaya köşküne kapı kulu olmayı benimsemişlerdi. Işığın batıdan geleceğini uman bu insanlar, içerisine doğdukları toplum ve onun kültüründen kopuk olarak dram sanarak melodram yazdıklarını bilmeden halka ışık dağıttıklarını savundular.

İşte Bediüzzaman Said Nursi böylesi bir kültürel yangının içine geldi. Zorla bütün insanlığı tasallutu altına almak isteyen batının dinsiz felsefesine ter ü taze iman ve Kur'an hakikatleriyle karşı çıktı. Dinin yerine başka hiç bir şeyin ikame edilemeyeceğini, dinsiz bir milletin olamayacağını bütün dünyaya işittirecek bir sesle haykırdı. Lemeat adlı eserinde "romancı medeniyet" dediği batı uygarlığına sağlam eleştiriler getirdi: "Tek ilacı bulmuş o da romanlarıymış. Kitap gibi bir hayy-ı meyyit, sinema gibi bir müteharrik emvat! Meyyit hayat veremez." İslamî roman ve İslamî sinema gayretlerinin dal budak saldığı bir kültürsanat ortamında bu tespitleri dikkate almak ve kavramları yeniden düşünmek gerektiği kanısındayım.

Said Nursi Kur'an ile felsefe kıyaslamalarını yaptığı pasajlarda ise batılı anlamda bir sanat ve edebiyatın ülkemizde de vücuda getirilebileceğini düşünenlere kesin susturucu cevaplar verdi: "Avrupa medeniyetinin hayattaki kanun-u teavün bedeline bir düstur-u cidaldir. Cidalin şeni budur: Tenazu ve tedafü, bundan çıkar sefalet. Kur'an medeniyetinin ise hayattaki düstur-u cidal yerine düstur-u teavündür. O düsturun şenidir: İnsana layık tarzda terakki ve rafahet." Zira Bediüzzaman'ı bu konuda tasdik eden maddeci uygarlığın önemli isimlerinden Nikolla Macchiavelli (1469-1527) "insanlar nankör, yalancı, riyakâr, tehlike karşısında cebîn, menfaat karşısında çıkarcıdırlar. İyi olmayan insanlar arasında iyi kalmak isteyen insan er geç silinir" diyordu. Said Nursi, faziletin ve feragatin kaldırıldığı işte bu medeniyete sesleniyordu. Schophenhaver'in ifadeleri ile "kâinat mütemâdiyen birbirini yiyenlerin yeridir. Şu halde aslolan fazilet değil faziletsizliktir. Dünya mümkün âlemlerin en kötüsüdür." biçiminde özetlenebilecek bir insan-kâinat kavramlaştırmasına Kur'an'ın eczehane-i kudsiyesinden aldığı ilaçlarla cevap veriyordu. "Avrupazâde edepse fakd-ül ahbaptan, sahipsizlikten neşet eden gamlı bir hüzün veriyor, ulvî hüzün veremez. Zira sağır tabiat, hem de kör kuvvetten mülhemâne aldığı bir hüzn-ü gamdar, âlem-i vahşetzâr tanır, başka çeşit göstermez. O surette gösterir, hem de mahsun tutar, sahipsiz de olarak yabaniler içine koyar, hiç bir ümit bırakmaz. Kendine verdiği şu hiss-i heyecanla git gide ilhada kadar gider, ta'tile kadar yol verir, dönmesi müşkül olur." Tıpkı ünlü Yunanlı Tragedya yazarı Sophokles'in Antigone adlı ünlü eserinde dediği gibi "Ölümlüler alınlarına yazılmış felaketlerden asla kaçıp kurtulamazlar."
Böyle bir psikoloji ile yaşayan bir insanın acılarına müsekkin olmak için ortaya çıkan bir sanat ile bütün varlıkların şuurî ve ya şuursuz da olsa yaratıcılarını tespih ve tenzih ettiğini varsaydığımız bir başka ruh dünyasından tereşşuh eden diğer bir sanatın duyarlılıkları elbette benzer olamazdı. Birisi ızdıraplar içerisindeki bir insanı avutmaya çalışacaktı. Bunu ise Said Nursi'ye göre "yalancı bir dil" ve "fasık bir göz" ile yapacaktı. Kuşkusuz bu edebiyat Kur'an'daki letâif-i ulviyet ve mezaya-yı haşmeti" göremezdi. İlkinin amacı acılar içindeki bir ruhu sakinleştirmek olduğundan hedefi "şehvetengiz bir zevki nefislere zerketmek" olacaktı. Kâinata bakarken onu bir sanat-ı ilahî olarak görmediği için, yaptığı tabiat ve hakikat tasvirlerinde "maddeperest" bir tutum içindeydi. Kalplere tabiat aşkını yerleştirerek varlıkların Allah ile olan bağını kesiyordu. Yine gerçeği yansıtma, onu tasvir etme konusunda da Kur'an esasları ile telifi kabil olmayan bir yaklaşımı vardı. Said Nursi bunu şöyle açıklıyordu: "Zahiren der, sefahat fenadır, insanlara yakışmaz. Netice-i muzırrayı gösterir. Halbuki sefahate öyle müşevvikâne bir tasviri yapar ki ağız suyu akıtır, akıl hakim kalamaz. İştihayı kabartır, hevesi tehyic eder, his daha söz dinlemez." (Lemaat, s. 687.)

Gerçeğin tasvirinde realist bir tavır takınan Avrupalı sanat ve edebiyat, pozitivizmin evreni kavrayış ve izah biçiminin izlerini taşıyordu. François Mauriac'ın deyişi ile "romancı (sanatçı) insanların arasında Allah'a en çok benzeyendir. Allah'ın maymunudur. Canlı yaratıklar doğurur, kaderler icad eder, bu kaderleri hadiseler, felaketlerle dokur." Bu tür bir küçük tanrı kompleksi bir Müslüman'a yabancı bir duygudur. Mimesis -taklit- yoluyla tabiattaki en saf hakikatin benzerinin yapılabileceği düşüncesi Yunana ait bir iddiadır ve Rönesans bunu miras olarak almıştır. Bunda Andre Bazin'in dediği gibi, "varlığı görünüş yardımıyla kurtarma çabası"nın bir yansımasını buluyoruz.(Beşir Ayvazoğlu, Aşk Estetiği, s. 29.) Bazin buna "mumya kompleksi" diyor ve batı sanatlarının dominant karakteri olarak "yansıtma"yı, yani gerçeğin benzerini yapmak demek olan takliti görüyor. Fakat Aristo'ya ait bir görüş olan "taklit, insan tabiatı için esastır" önermesi İslam dünyasında referans olarak alınmamış ve Tanpınar'ın söylediği gibi sanatçılar arasında iyi örneklere uymak şeklinde bir nasihat olarak alınmıştır. Çünkü "an"ların aralıksız ard ardalığı demek olan görüntünün hayalde kazandığı süreklilik insanın "yaratıcı"ya benzeme isteğinin bir sonucuydu. Heykelle başlayan, bu, varlığı görünüş yardımıyla kurtarmak fikrini Andre Bazin "saçma hayranlığımızın altında biçimin sürekliliği ile zamanı altetmek gibi ilkel bir ihtiyaç" olarak açıklıyor.(Andre Bazin, Çağdaş Sinemanın Sorunları, s. 30) Ve "sanatçının süre ırmağından çekip aldığı anlık bir görüntü ile yetinmediği ve şuuraltında bu görüntüye ardardalık (succession) kazandırma yani yaratma ihtirasının yattığını" söylüyor. "Önce bu ardardalık roman ve tiyatroda gerçekleştirilmiş ve fotoğrafik görüntülerin successionu ile de sinemaya ulaşılmıştır". diyor.

Oysa Müslüman duyarlılığı böyle bir ihtirastan arı ve beridir. Bütün güzellikler ve sanatlı yaratıklar bir Cemil-i Zülcemâl'in varlık dünyasındaki tecellileridir. Her kemal ve güzellik bir esmaya bakar. Dolayısı ile bu güzelliklerin kaynağı Hakiki bir Cemil-i Hakiki vardır. Asıl ona ulaşmak ve onu tanımak esastır.

Sanatın ve özellikle tiyatronun ana ilkelerinden olan "taklit" ve "trajik" unsuru, bize yabancı bir medeniyetin Allah'ı tanımamaktan ileri gelen batıl tasavvurlarının ürünüdür. Bize mihenk olamaması lazım geldiği halde olmuştur. Oysa biz hayatı ve bütün mevcudatı "Sani-i Zülcelal'in taze taze, renk renk, çeşit çeşit mucizât-ı nakşını, havarik-ı kudretini, tecelliyât-ı rahmetini kemal-i lezzetle seyir ve temaşa" ile görevliyiz. (Said Nursi, Sözler, 7. Söz, s.29)

3 Şubat 2008 Pazar

BİR DİN MÜHENDİSLİĞİ PROJESİ OLARAK "EURO-İSLAM"

Ahmet Cemil Ertunç



Özellikle son birkaç yıldır, ABD'den veya Avrupa'dan gelen İslam'la ilgili bazı haberler gündemde önemli bir yer tutmaya başladı. Bunun en son örneklerinden birisini, Müslüman geleneğine aykırı şekilde, bir kadının imamlığında kadın-erkek yan yana saf tutmuş ve üstelik aralarında 'tesettür' şartına uymayan kadınların da bulunduğu bir grubun 'cuma namazı' kılmaları oluşturdu.

ABD'deki 'Muslim Wake Up' (MWU) isimli sivil toplum örgütünün girişimleriyle uygulamaya konan bu namaz kılma 'eylemi', üstelik bir mescitte değil, bir katedralde; St. John The Divine Katedrali'nde gerçekleştirildi.

Bunun yapılmasındaki amaç nedir?

Bu yapılanla, namazla ilgili 'yanlış' olduğu düşünülen geleneksel bir uygulamanın 'doğru'sunu göstermek mi amaçlandı, yoksa daha başka amaçlar mı taşınılıyor?

Bu, İslam'la ve İslam'ın gerekleriyle ilgili son zamanlarda daha sıklıkla şahit olunan bazı düşünceleri ve uygulamaları doğru anlayabilmek için muhakkak sorulması ve dikkate alınması gereken önemli bir sorudur. Zaten bu yazı da ilgili soruya cevap bulma çabasının bir ürünüdür. Fakat, ilgili sorunun asıl cevabını makalenin ileri sayfalarına bırakarak, söz konusu 'namaz'la ilgili kısa bir değerlendirme yapmakta fayda var. Çünkü bu 'eylem', bizleri asıl cevaba ulaştıracak hareket noktası niteliğine sahiptir. Söz konusu 'eylem' bağlamında öncelikle dikkat çeken şeylerden birisi, namazın cemaatle kılınışının geleneksel biçimini yanlış bulan ve Müslümanların bundan böyle kadın imamların arkasında, modeli sunulan tarzda namaz kılabileceklerini savunan derneğin isminin mesaj taşıyan bir anlama sahip olmasıdır. Derneğin ismi 'Müslüman kalk/uyan!' dır. Bu 'kalk/uyan' çağrısının, ABD'deki Müslümanlara, kendilerini kuşatan ekonomik, toplumsal, siyasi, askeri... sistemle ve uygulamalarla ilgili bazı yanlışlara tepkide bulunmaya çağrı olmadığı, söz konusu 'namaz'a imamlık yapan Prof. Amina Wadud'un bir açıklamasından açıkça anlaşılıyor. Wadud, sözcülüğünü yaptığı ve eylemlerinden birisini uygulamaya aktardığı 'Amerikan İslamı'nın mevcut İslam anlayışlarının en doğrusu olduğunu ifade etmiştir. Onun bu iddiası, 'kalk/uyan' çağrısının tamamıyla, Müslümanların geleneksel inançlarına ve bu inançlarının gerektirdiği uygulamalara uymamaya yönelik bir çağrı olduğunu göstermektedir. Söz konusu çağrı ile 'Amerikan İslamı' ismine sahip, İslam görünümlü bir din inşa etmenin amaçlandığı anlaşılmaktadır.


Elbette ki, Müslüman geleneğinde yanlışlıklar olabilir; 'doğru' bilinen bazı şeylerin 'yanlış' veya 'yanlış' bilinen bazı şeylerin 'doğru' olması her zaman söz konusudur. Hiçbir gelenek için bunun aksi iddia edilemez. Üstelik bu, Müslümanların gündeminde her zaman yer bulmuş önemli konulardan birisidir. Oldukça köklü bir geçmişe sahip olan 'ihya' hareketleri bunun sonucudur. Çünkü, bir gelenek, her şeyin doğrusunu bilen seçkinlerin ürünü değil, tüm toplumun; cahil halkın da dahil olduğu tüm kesimlerin ortak ürünüdür. Dolayısıyla, Müslüman geleneğinde de değiştirilmesi, tamamlanması veya İslam adına reddedilmesi gereken bazı şeyler vardır ve istenmese de olmaya devam edecektir. Ancak, Wadud'un imamlığı ve cemaatinin durumu örneğinde olduğu gibi, son zamanlarda İslam adına şahit olunan bazı fikirler ve uygulamalar, İslami geleneğin sahip olduğu 'kusurlar' bağlamında değerlendirilecek şeyler değildir. Üstelik, İslam'a ilişkin dile getirilen bu bazı açıklamalar ve uygulamalar, hem biçim ve muhtevasıyla, hem de dile getirildikleri yer itibarıyla ilgi çekici ve kuşku uyandırıcı niteliktedir.

Durumun ilginç ve kuşku doğuran tarafı, sürecin liderliğini Hıristiyan/seküler Batı dünyasındaki birilerinin yapıyor olmasıdır. İlginç bir şekilde, Hıristiyan/seküler Batı dünyasındaki birileri 'İslam'ı yenileme' düğmesine bastılar ve yoğun bir şekilde bu amacı gerçekleştirebilmenin çabasını yürütmeye başladılar. Artık, konuşmasına veya yazısına 'Esasen İslam...' diye başlayan ve İslam'ın 'aslının' halihazırda bilinenlerden ve uygulananlardan çok farklı olduğunu söyleyen Batı orijinli birilerine daha sıklıkla rastlanır oldu. 'Demokratik İslam', 'Amerikan İslamı', 'Avrupa İslamı', 'laik İslam', 'Modern, çağdaş, gelişmiş... İslam' söylemleri son zamanda hemen her gün duyulan isimler ve tanımlamalar haline geldiler. Bu aşamada yukarıdaki sorumuzu, önemi gereği tekrar edecek olursak: Tüm bunlar neden oluyor? Neden, Batı dünyası gözünü İslam'ın 'eksiklerine', 'yanlışlarına' çevirdi ve 'hayrına' bir görünümle bunları gidermenin, düzeltmenin çabasını yürütmeye başladı? Bu soruların cevabını verebilmek için, Batı dünyasının tasarlayıp uygulamaya koyduğu ve esasen bir din projesinin ürünü olarak gündeme gelen bu şeylerin oluşumunda belirleyici iki ayrı durumu dikkate almak gerekiyor. Bunlardan birincisi Hıristiyan/seküler Avrupa'nın geleneksel İslam düşmanlığıyla; ikincisi ise yine Hıristiyan/seküler Avrupa'nın inanç ve düşünce olarak İslam tarafından, fiziksel anlamda da Müslümanlar tarafından kuşatıldığını hissetmesiyle ilgilidir.

Batı'nın Geleneksel İslam Düşmanlığı:

İslam, ilk gününden itibaren, Avrupalı için hep büyük bir problem olarak algılanmıştır. Çünkü Hıristiyanlığın 'son ve doğru' din olma iddiası İslam ile sona ermiştir. Bu nedenle, Hıristiyan dünya, İslam'ı savaşla selamlamış, bu selamlaması ise ilk defa hicretin sekizinci yılındaki Mute savaşı ile gerçekleşmiştir. Hıristiyan Avrupa, İslam'ın bu ilk günlerini takiben, hakkındaki kanaat ve duygularını hiç değiştirmediği bir düşman edinmiştir. Fırsat buldukça gerçekleştirdiği Haçlı seferleri, Avrupa'nın İslam'a ve Müslümanlara karşı en olumsuz duygularla sahip olduğu düşmanlığın dozajını göstermesi açısından önemlidir.

1099 tarihinde Kudüs'ü ele geçirdiği zaman, şehirdeki Müslümanların tamamına yakınını katlederek gerçekleştirdiği katliam ise, bu düşmanlığın hangi boyutlara uzanabileceğini gösteren önemli tarihsel örneklerden sadece birisidir.

Hıristiyan Avrupa'nın yoğun saldırılarına maruz kalan Endülüs'teki İslam devleti yıkıldığı zaman ise, amacın sadece bir muhalif devleti yıkmak olmadığı, son ferdine kadar bütün Müslümanların yok edilmesinin arzulandığı açıkça anlaşılmıştır. Müslümanların sekiz yüzyıl gibi uzun bir süre egemen oldukları, kültür ve medeniyetin zirvelere ulaştığı Endülüs İslam toplumundan ve devletinden bugüne hemen hiçbir şeyin kalmamış olması, söz konusu düşmanlığın boyutunu gösteren bir başka önemli örnektir.

Hıristiyan Avrupa, Müslümanlara yönelik fiili saldırıların yanı sıra, fikri saldırılardan da geri kalmamış, örneğin, XV. yüzyılın önemli Alman kardinallerinden Nicholas, doğrudan ve sadece İslam vahyine saldırmıştır. O, yazdığı kitaplarıyla ve kitleleri etkileyen konuşmalarıyla İslam'ın Hıristiyanlık ve Yahudilikten çalıntı bilgi ve düşüncelerle oluşturulmuş ilkel bir din olduğunu ispatlamaya çalışmıştır. Bu konuda üstad olarak tanınmış, bir çok halef yetiştirmiştir. Avrupa'nın önemli inanç ve fikir mimarlarından Luther ise, hem İslam'ın ve hem de Müslümanların yok edilmesi gerektiğini dile getirerek, maddi ve manevi yeni haçlı seferlerinin fikir babalığını yapmıştır. Sömürgecilik dönemi ise, İslam'a ve Müslümanlara yönelik saldırıların yeni yöntemlerinin icat edildiği bir dönem olarak anlam kazanmıştır.

İslam'ın nasıl kontrol altına alınacağı, sömürgecilik dönemi Avrupasındaki düşünür ve devlet adamlarının en önemli problemlerinden birisidir. Çünkü, İslam'ın kontrol altına alınmaması durumunda sömürgeciliğin devam edemeyeceği görülmüş ve bu açıkça dillendirilmiştir. Konuya ilişkin önemli ve Avrupalı için çözüm sağlayıcı fikirlerden birisinin sahibi, Fransız Katolik Enstitüsü üyesi ve ünlü İbn-i Sina uzmanı Baron Carra De Vaux'dur. De Vaux, Fransız yönetimine sunduğu bir raporda, 15 Aralık 2004 tarihinde açıklanan ve İslam dünyasını parçalayıp yok etmenin yöntemlerinin gösterildiği RAND raporunun öncülüğünü yapacak bir tarzda, 'etnik ve politik bölünmeleri kullanmak suretiyle İslam dünyasını parçalamak ve manevi birliklerini kırmak için çaba sarf etmeyi' teklif etmiştir. Bunun nasıl sağlanacağını ise şöyle açıklamıştır: 'Milliyetçilik duygularını canlandırmak, ve Müslümanlar arasında güçlü olan dini cemaat anlayışını sarsmak için sürekli farklılıkları gündeme getirmek'. Ona göre yapılması gereken 'İslam'ı parçalamak ve İslam'ı büyük uyanışlara güç yetiremeyecek bir hale getirmek'ten ibarettir.

'Sömürgeciliğin keşif kolu' olan oryantalizm, Hıristiyan/seküler Avrupa'nın İslam/Müslüman düşmanlığının en önemli silahlarından birisi olarak önemli roller üstlenmiş ve İslam'ı iradesizleştirmek için oldukça sistemli ve yoğun çalışmalar yürütmüştür. Bu konuda örnek olarak Stobart'ın, Kur'an'ın sıhhatini sarsmaya yönelik çalışmalarını ve Stobart'ın yolunu büyük oranda benimseyen Bell'i, Rodinson'u ve Montgomery Watt'ı hatırlamak yeterlidir. Bunlara göre Kur'an, peygamberin 'şairane coşkusunun' veya daha çok Watt'ın iddiası olduğu üzere 'bilinçaltının' ürününden başka bir şey değildir. Oryantalistlerin, gerçekleştirdikleri son derece başarılı hadis çalışmalarının arasına serpiştirdikleri bütün hadislerden kuşkulanmayı doğuracak iddia ve görüşler de yine Avrupa'nın İslam düşmanlığının ürününden başka bir şey değildir. Müslümanların hayat tarzını sekülerleştirmek için yapılan çalışmalar da konu dahilinde büyük öneme sahiptir. Bu bağlamda şekillenen İslam hukukuna yönelik saldırıların amacı, İslam'ın toplumsal ayağını yok etmekten ibarettir. Goldziher, Margoliouth, Schacht ve Coulson gibi oryantalistler, kitap ve konferanslarıyla bu amacı gerçekleştirmenin çabalarını yürütürlerken, Müslüman coğrafyasında açılan sömürge ve misyoner okullarında ise, okutulan siyaset bilimi dersi aracılığıyla, tamamı seküler olan anayasa, demokrasi, parlamento, siyasi parti, sosyalizm, milliyetçilik gibi kavramlar bağlamında Batının seküler politik kültürü Müslüman yeni nesillere aşılanmıştır.

XIX yüzyılın tamamı ile XX. yüzyılın ilk çeyreğinde zirvesine ulaşan misyonerliğin amacı iki yönlüydü. Öncelikle cahil Müslüman halkı Hıristiyanlığa kazandırmayı hedeflemişlerdi. Bunun gerçekleşmemesi üzerine, Hıristiyanlaştıramadıkları Müslümanları sekülerleştirmeye çalıştılar. Bu konuda en sistemli çalışmayı yürütenlerden birisi İskoçya Presbiteryen Kilisesi'ne mensup misyonerlerden Duncon MacDonald'dı. Uzmanı olacak kadar mükemmel şekilde öğrendiği Arapçasının yardımıyla İslam kaynaklarına yönelen MacDonald, İslam dünyasında bile çokça okunan ve hatta bazı yüksek öğrenim kurumlarında ders kitabı olarak kabul edilen çalışmalarında, misyonerliğinin gerektirdiği emeline ulaşabilmek için İslam'a doğrudan saldırmak yerine, yeni fikirlerle onun temellerini sarsmayı denemiştir.

Avrupa, yok etmek için fırsatını bulduğu her aşamada Müslümanlara ve İslam'ın ilke ve kaynaklarına saldırmış olmasına, 'öteki' ilan ettiği Müslümanları yok etmenin çabalarını en üst düzeyde göstermiş olmasına rağmen; İslam'ın, Hıristiyanlara ve Yahudilere yaklaşımı çok daha başka bir tarzda gerçekleşmiştir. İslam, elbette ki Yahudilik ve Hıristiyanlığa teolojik düzeyde önemli tenkitler yöneltmiştir. Tevhit inancını tahrif edip bir toplumun dini haline getirdiği için Yahudiliği eleştirirken, Hıristiyanlığı ise özellikle teslis inancı yüzünden eleştirmiştir. Fakat İslam bu eleştirileri yaparken, diğer dünya dinlerinde görmediğimiz bir şey daha yapmış ve Ehl-i Kitap statüsü vererek Yahudilik ile Hıristiyanlığı hukuki koruma altına almıştır. Bu ise Avrupa'nın İslam düşmanlığının tek taraflı ve meşrulaştırıcı sebeplere sahip olamayan bir düşmanlık olduğunu göstermesi açısından önemlidir.

Bugünün Batı dünyası, İslam'ı ve Müslümanları geleneksel bir düşmanlığın nesneleri olarak gördüğü içindir ki, İslam veya Müslümanlarla ilgili değerlendirme veya düşüncelerinde, söz konusu düşmanlığın etkilerini hiç çekinmeden kolaylıkla ortaya koyabilmektedir. Hatta farklı inanç ve kültür mensuplarının bir arada yaşamasını dillendiren 'çok kültürlülük' söylemini sürekli denecek sıklıkta ve son derece önemli bir ideal olarak ifade etmesine rağmen, konu İslam ve Müslümanlar olduğu zaman kutsadığı söylemini kolaylıkla terk edip, asimilasyondan bahsedebilmektedir.

Yine, düşmanca duygu ve düşüncelerin etkisiyledir ki, buzulların arasında sıkışıp kalmış bir balinayı kurtarmak için büyük harcamalar yapan, nesli tükenmek üzere olan canlıları kurtarmak için yüksek maliyetli ve uzun vadeli programları uygulamaya koyan Hıristiyan/seküler Batı, katliamların, açlıktan ölümlerin, savaşların mağdurları Müslümanlar olunca, hiçbir şekilde sesini çıkarmamakta, hatta Müslüman erkekleri öldürmenin ne kadar 'zevkli bir iş' olduğunu söyleyebilmektedir. Üstelik bugünün Müslüman coğrafyadaki katliamların failleri de sadece kendisidir.
Kuşatıldığını Hisseden Batı Genel olarak neredeyse tüm Batı ülkeleri, özel olarak da Batı Avrupa ülkeleri son 30-40 yıldır, her gün biraz daha artan bir yoğunlukla kuşatıldıklarını, etraflarındaki çemberin gün geçtikçe daraldığını hissetmektedirler. Zira, yüzyıllardır temel dayanaklarını sarsmaya çalıştıkları ama başaramadıkları İslam, egemen Avrupa kültürüne, inanç ve hayat tarzına oldukça etkili eleştiriler yöneltmeye devam ederken; yok edilmeye çalışılan Müslümanlar ise Avrupa'nın sayısal olarak önemli bir kitlesi haline gelmiştir. Bugün itibarıyla sadece Avrupa ülkelerinde 13 milyonu aşkın Müslüman kitle yaşamaktadır. İslam bu kitlenin şahsında, Avrupa'nın gidişatına müdahale eden ve zamanla müdahalesinin kapsamını büyütecek potansiyel bir 'tehdit' olarak algılanmaktadır. Söz konusu Müslüman kitle her ne kadar Avrupa ülkelerinin nüfusunun %3.5'unu teşkil ediyorsa da, bu sayı, ülkeler arasında dengeli bir dağılıma sahip olmadığından bazı ülkeler için 'tehdit'in boyutu oldukça büyük oranlara ulaşmaktadır. Bu açıdan Fransa'da 5 milyon, Almanya'da 4 milyon, İngiltere'de 1,6 milyon, Hollanda da 1 milyon Müslüman'ın yaşadığını bilmek önemlidir.

Almanya, toplum olarak daha yakından tanıdığımız ülke olması aşısından daha büyük bir önem ifade etmektedir. Almanya'daki göçmenler arasında Türkler sayıca ilk sırada yer aldıkları için, ülkede Müslüman kitle olarak Türkler öne çıkmaktadır. Ülkede 2400 civarında cami dernekleri var ve bunların çoğu Müslüman Türklerin kurduğu çatı örgütlerine bağlı olarak faaliyet yürütüyorlar. 1980'li yıllara kadar, yalnızca dini vecibelerin yerine getirilmesi amacıyla kurulan bu cami dernekleri, 1980 sonrasın da Almanya'daki toplumsal ve sosyal yapıdan kaynaklanan problemlere çözüm yolları aramaya, bu konuda üyelerine danışmanlık hizmeti vermeye başlayarak farklı bir misyon üstlendiler. Misyonlarını da büyük oranda yerine getirdikleri anlaşılmaktadır. Konuyla ilgili olarak 'Türkiye Araştırmalar Merkezi' nin (TAM) yapmış olduğu bir araştırma bu durumu net olarak ortaya koymaktadır. Araştırmaya katılanların üçte ikisi kendilerini dindarlığa eğilimli kimseler olarak tanımlarlarken, yüzde 7'lik bir kesim ise kendisini koyu dindar olarak tanımlamıştır.

Bir diğer önemli nokta da Almanya'da uzun yıllar ikamet edenlerin dinlerine daha sıkı bağlı olduklarının tespit edilmiş olmasıdır. Bu sonuç, Müslüman olmayan bir çevrede uzun süre yaşamanın, Müslüman göçmenlerin kendi dinlerinden kopmalarına neden olmadığı anlamını taşımaktadır. Veya, bir başka söyleyişle, asimilasyonun uzun vadede etkisizleştiğini dile getirmektedir. Hatta söz konusu asimilasyonun yön değiştirdiği ve bizzat faillerine döndüğü bile söylenebilmektedir. Bu nedenle, ABD'nin ünlü Time dergisi, Avrupalılarla Müslüman göçmenler arasında yaşanan problemleri kapak konusu yapmış ve Monalisa'ya başörtüsü takarak asimilasyon sürecinin kimin aleyhine döndüğünü Hıristiyan/seküler Batıya göstermeye ve uyarmaya çalışmıştır. Dergi, 'Kimlik Krizi' başlığıyla verdiği haberinde, birçok Avrupalının yaşanan Müslüman göçü karşısında ulusal kimliklerini kaybetme endişesine düştüğünü belirtmektedir. Dergi, 3. sayfasında kullandığı başörtülü Türk kızlarının fotoğrafını da, 'Avrupa'nın yeni yüzü' olarak tanımlamıştır. Dergi, Belçika'daki sağcı partilerden birisinin lideri Filip Dewinter'in, 'Avrupa'nın şu anki en büyük sorunu İslamlaşma. Eğer hızla bir şeyler yapmazsak, çok geç olacak' sözlerine de yer vermiştir.

Ünlü tarihçi Bernard Lewis ise, Hamburg'da yayınlanan Die Welt gazetesine verdiği demecinde, Avrupa'nın 'en geç' bu yüzyılın sonunda İslamlaşacağını söyleyerek, dikkatleri İslam'ın güçlenmesi 'problemine' çekmiştir. Hollandalı Avrupa Komisyonu üyesi Frits Bolkestein'e gelince; O, işlerin Lewis'in tahmin ettiği gibi gidip gitmeyeceğini bilmediğini 'Ama eğer haklıysa 1683'te Viyana'nın Türk ordularından kurtuluşu boşuna olacak' diyerek Hıristiyan/seküler Batı'nın bir kaygısına tercümanlık yapmıştır.

Bu aşamada New York Sun'da 'İslam'ın Modernize Edilmesini Teşvik Etmek' ismiyle bir makalesi yayınlanan Batı dünyasının önemli kanaat önderlerinden Daniel Pipes, 'Yakın savaş hedefi militan İslam'ın çökertilmesi, son hedef ise İslam'ın modernize edilmesi olmalı' diye yazmıştır.

Tüm bunlar, Hıristiyan/seküler Batılıları, İslam'ın güçlenmesini önlemeye ve Müslümanları dağıtıp zayıflatmaya yönelik yeni önlemler aramaya sevk etmiş bulunuyor.

Gelinen bugünkü aşamada hedeflenen şeyin, Müslümanları, dinleriyle ilgili bilgilerinde ve uygulamalarında kuşkuya düşürmek olduğu anlaşılıyor. Bir yanda son derece olumsuz İslam/Müslüman imajı oluşturulup, diğer dinlere mensup insanların, özellikle de Batı ülkelerinde yaşayan halkların İslam'a ve Müslümanlara yönelik muhabbetleri yok edilmeye çalışılırken; bir yandan da dinleri konusunda bilgileri doğrudan kaynağa referanslı olmayan Müslüman halk kitlelerinin zihinlerini alt-üst edecek bir bombardıman sürdürülüyor. Euro-İslam projesi ise işte bu aşamada devreye girdi.

Bir Din Mühendisliği Projesi Olarak Euro-İslam ABD'nin ve Avrupa'nın din mühendisleri, daha önce bir çok kez yaptıkları gibi, özellikle şu son zamanlarda yeni bir atraksiyonda daha bulundular. Bu atraksiyonlarıyla da, özel olarak Avrupa'da, genel olarak da tüm dünyada egemen olan ve insanlığı her gün biraz daha sefalete, yok oluşa, hakikatten tamamen uzaklaşmaya sürükleyen 'tek boyutlu' , 'materyalist' modern düşünceyi ve hayat tarzını sorgulayan İslam'ı yeniden kurgulamanın ve böylelikle yeni bir din inşa etmenin adımlarını atmaya başladılar. İnşası sürdürülen din, Batının inanç ve düşüncesine, hayat tarzına müdahale etmeyen, mevcut anlayış ve uygulamalarla her hangi bir problemi bulunmayan, İslam'dan bozma bir 'din' olarak tasarlanmış bulunuyor. Bu yeni dinin Avrupa kıtasındaki versiyonunun ismi de belirlendi; o, 'Avrupa İslam' olarak anlam kazanan Euro-İslam'dır.

Paganist modern kültürün egemenliğindeki dünyanın gidişatını sorgulayan ve dünyanın kötü gidişatını önleyecek imkana da sahip bulunduğunu her haliyle belli eden İslam'la baş edebilmek ve böylelikle dünyanın 'küçük mutlu azınlığı' olarak varlıklarını sürdürebilmek için, Batının egemenlerinin, İslam'ı değiştirmeyi tek çare olarak belirledikleri görünüyor. Bunu yaparken de, İslam'ı, mevcut gidişatın ismi olan sekülarizme uyarlamaya özellikle çaba sarf ediyorlar. Bunun şahsımıza ait sübjektif bir tespit olmadığını, sürecin bizzat kendisini dile getirdiğini anlamak için, inşası sürdürülen dinin isim babası Prof. Bassam Tibi'nin iddia ve görüşlerine göz atmak fazlasıyla yeterlidir. Almanya'nın Göttingen Üniversitesi'nde görevli Prof. Bassam Tibi'nin açıklamasına göre, 'laik-modern' karakterli bir din olması tasarlanan Euro-İslam'ın bütün dinleri kapsayan bir 'hoşgörüye sahip olması' planlanmış bulunuyor. Tibi, 'Problem, Avrupalıların çoğunluğunun İslam'a dahil olup olmamaları değil, daha çok şeriatçı İslam'ın mı yoksa Avrupa İslamı'nın mı Avrupa'da egemen olacağıdır' diyerek, İslam'la ilgili son zamanlarda gündeme gelen düşünce ve uygulamaların amacını, doğrudan değilse bile, hiçte gizli olmayan bir tarzda ifade etmektedir. Tibi'ye göre, Euro-İslam'a dönüştürülecek İslam'ın, bu yeni konumuyla, kültürel ve dini çoğulculuğu kabul etmesi ve geleneksel iddialarını terk etmesi beklenmektedir. O, modern dünyanın bir dini olarak, modern söylemleri dile getirecek ve liberal demokrasi, bireysel insan hakları ve sivil toplumun gerekleri ile uyum içinde olacak.

Konu üzerinde çalışan ve Euro-İslam yaklaşımına destek verip bu yönde çalışmalar yapan Prof. Faruk Şen ise, Euro-İslam'ı tanımlarken olmazsa-olmaz şu beş maddeyi sıralamaktadır: 'Şeriat anlayışına karşı çıkmak; laikliği benimsemek; İslami yaşam tarzını, sanayi toplumunun normlarına uyarlamak; yaşanılan ülkenin anayasasına sadık kalmak; çoğulcu demokrasiyi benimsemek.' Prof. Şen bu düşüncelerini herhangi bir yerde değil, 'Türkiye Araştırmalar Merkezi Vakfı' (TAM) tarafından gerçekleştirilen Avrupa'daki Müslüman göçmenlerin İslam anlayışı ile ilgili araştırmanın sonuçlarını açıkladığı ve 'Euro-İslam' anlayışını tanıttığı, AB Komisyonu Almanya Temsilciliği'nde yapılan basın toplantısında dile getirmiştir. Bu da Euro-İslam projesinin sahibinin sadece ve tamamen Batı dünyası olduğunu göstermesi açısından ayrıca önemlidir.

Batının din mühendisleri, söylemi değiştirilmiş, temel iddialarından vazgeçmiş, Hıristiyan/seküler kültürle uyum sağlamış bir din inşa etmeye çalışırlarken, bir yandan da olanca yoğunluğuyla, inşasını sürdürdükleri dinin aslını değersizleştirmeye; İslam'ı insanlığın gözünden düşürmeye çalışıyorlar.

Kısa vadeli stratejilerinin İslam'la terörü özdeşleştirmeye çalışmak ve sonuçta İslam'ın yeniden tarih sahnesine çıkışını engellemek olduğu açıkça anlaşılıyor. Bu nedenle, terör olayları ile İslam'ı yapışık ikizler olarak takdim ediyorlar. Bunu yaparken de planlanan hedefe ulaşmak için çok ilginç ve iğrenç bir yönteme başvuruyorlar. Bu, Umberto Eco'nun 'göstergebilimsel gerilla savaşı' dediği medya yoluyla sürdürülen; yani hem sanal hem de reel yönleri olan bir yöntemdir. Söz konusu savaşta doğrudan İslam veya Müslümanlar hedef alınmıyor. Görünüşte, terörist olarak adlandırılan insanlar hedef alınıyor, ama görüntülere bakıldığında doğrudan İslam'ı çağrıştıracak temel semboller; namaz kılan insanlar, camiler, ezan sesi, başörtülü kadınlar, uzun sakallı erkekler vs. kullanılıyor. Dolayısıyla İslam'ı, fanatizm ve terörizmle aynılaştıran bir formül üretilmeye çalışılıyor. Böylelikle, Müslüman olmayan tüm insanlar, İslam'ı ve Müslümanlığı tarihi ve kültürel zenginliği içinde değil, şiddet olayları bağlamında öğrenmiş oluyorlar.

İslam'ı terörle eşleştirme çalışmalarında ne oranda başarılı olurlarsa olsunlar, Batılı din mühendislerinin uzun vadeli stratejilerinin daha başka olduğu, İslam'ı sekülerize etmeyi, protestanlaştırmayı hedefledikleri kesin. Bunu yapabilirlerse, daha önce Hıristiyanlığa yaptıkları gibi, İslam'ı da siyasi, ekonomik, toplumsal, entelektüel taleplerinden tecrit ederek kamusal alandan uzaklaştırıp, sadece bireysel bir inanç meselesine indirgemiş olacaklar. Bu konuda Huntington'un, Fukuyama'nın ve Kissenger'ın isimleri sadece birer örnektir. Hatırlanmalı ki, Huntington'ın modeline göre İslam ve Batı kültürü arasındaki ilişki, jeopolitik çıkar çatışmalarının ötesinde bir değerler ve tasavvur çatışmasına doğru evrilmek zorundaydı. Fukuyama'nın 'tarihin sonu' tezine göreyse İslam'ın, dünyasının mevcut gidişatının teşkil ettiği tarihe direnen tek din olarak 'hizaya' getirilmesi gerekiyordu.

Kissenger ise 'İslam, diğer dinlerle değil, kendi içinde çatışacak' derken bir öngörüde bulunmuyor, programladıkları şeyin ip ucunu veriyordu. Bugün yapılan ve yapılmaya çalışılanların ise tüm bunların gerekleri olduğunda kuşku yok. Yazımızın girişinde değindiğimiz Amina Wadud'un 18 Mart 2005 tarihli cuma namazı imamlığı sürecin örneklerinden sadece birisidir.

20 Mart 2005 günü, Amsterdam'da açılan 'Feminist Müslüman Kadınlar' camisi de örneklerden bir diğeridir. 2001 yılındaki bir yazısında, hac ibadetinin İslam'ın şartları arasından çıkarılmasını savunan Mısırlı Feminist yazar Nevval es-Saadavi'nin açılışını gerçekleştirdiği, imamlığını ve müezzinliğini kadınların yapacağı bu cami, sürecin önemli halkalarından birisi olarak anlam kazanacağa benziyor. 'Feminist Müslüman Kadınlar' camisinin finansmanını Hollanda hükümeti sağlamış ve bu 'cami'yi Euro-İslam'ın önemli bir sembolü olarak takdim etmiştir. Sadece bu iki örnek dahilinde yaşananlar bile son derece manidardır. Bir yanda, kadın-erkek yan yana ve namazın şartlarına uymayan görünümlerle, bir kadının imamlığında 'cuma namazı' kılanlar; diğer yanda ise sadece kadınların girebileceği bir 'cami'.

Bu arada, sürecin daha başka çalışmalarla devam edeceği ve her adımda başka bir uygulamanın veya kafa karıştıran düşüncelerin devreye sokulacağı da anlaşılıyor. Bunların arasında İncil, Tevrat ve Kur'an'ın karışımından oluşan ve Kur'an'a alternatif olarak sunulan 'Gerçek Furkan' isimli kitabın dağıtımına başlanmış olması oldukça önemlidir. Ayrıca, bir anda neredeyse tüm Müslüman coğrafyasını, İslam ile demokrasiyi, laiklikliği veya modernizmi karşılaştıran ve İslam'ın bunlarla örtüştüğü iddialarını dile getiren sempozyumlar sardı.

Bu arada Mısır'ın da İslam dünyası için 'model' ülkelerden birisi olarak belirlendiği, bu çerçeveden olmak üzere Mısır'dan seçilen 500-600 civarındaki imamın ABD'de özel kurstan geçirilerek 'Amerikan İslamı' için seferber edilecekleri ve ayrıca El-Ezher'in eğitimin müfredatının ABD'li akademisyenler tarafından yeniden oluşturulacağının haberleri de geliyor.

Bu arada, öncelikle ve doğrudan Türkiye'yi ilgilendiren, ancak takiben Müslümanların yaşadığı diğer tüm ülkeleri ilgilendiren bir başka gelişme daha yaşandı. Bu, Diyanet İşleri Başkanlığı'nın Çanakkale savaşları ve misyonerlik faaliyetleri nedeniyle 11 Mart 2005 tarihinde camilerde okuttuğu hutbeyle ilgili olarak gündeme gelen bir gelişmedir. AB'nin genişlemeden sorumlu komiseri Olli Rehn, söz konusu hutbeden rahatsız olduklarını, Dışişleri Bakanı Abdullah Gül'ün Bürüksel ziyareti sırasında dile getirdi. Olli Rehn, hutbede geçen 'İslam'ı ve Müslümanları tarihten silmek için sözde kutsal ordular oluşturdular, ancak nihai amaçlarına ulaşamadılar' ve 'Allah katında tek din İslam'dır' ifadelerinin rahatsızlık yarattığını, bunlarla 'ayrımcılık' yapıldığını bildirdi. Buna bağlı olarak da ABD ve AB'nin önümüzdeki günlerde İslam ülkelerine yönelik bazı yeni uygulamalar başlatacağı bildirildi. Bu uygulamalar arasında özellikle de cami imamlarının ve cuma hutbelerinin kontrol edilmesi var.

Anlaşılan o ki Müslümanları zor günler bekliyor. Bu zorlukların nasıl aşılabileceği önemli ve üzerinde ayrıntılı bir şekilde durulması gereken bir konudur. Ancak burada işin özünü ifade etmek adına kısaca şu söylenebilir: Müslümanlara düşen, her zaman olduğu gibi, izzet ve kuvvetlerinin kaynağı olan Kur'an'a yönelmeleridir. Zira 1500 yıldır her türlü saldırılara O'nunla karşı konuldu ve bundan sonra da ancak O'nunla izzet ve kuvvete sahip olunabilecektir. Aksini düşünenlerin, 'Müslüman' kimliklerinin sadece bir isimden mi ibaret olduğunu, yoksa gerçekten Kur'an'a refaransları olan bir inanç ve hayat tarzına mensubiyeti mi ifade ettiğini gözden geçirmeleri gerekecektir.