31 Ekim 2007 Çarşamba

TEOMAN DURALI ile RÖPORTAJ



“Demokrasi ve Hümanizm Batılılara Öldürme Yetkisi Veriyor!”

RÖPORTAJ: MURAT MENTEŞ

İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü profesörü TEOMAN DURALI, gündemi 8sutun için yorumladı. Tartışma yaratan "Çağdaş,Küreselleştirilen Medeniyet" kitabının yazarı DURALI, bir Alman bilim adamının Türklerin zekasıyla ilgili tezlerinden, Papa'nın İslam ile barışı aynı cümlede anmaktan kaçınmasına kadar pekçok konuda görüşlerini sadece 8sutun'a anlattı.


Alman Genetik Araştırma Enstitüsü Direktörü Zekabilimci Volkmar Weiss, Türklerin zeka düzeyinin düşük olduğunu söyledi. Bilimsel bir çerçevede, Türklerin aptal olup olmadıkları tartışıldı...


Öyle budalaca bir iddia ki bu... Benim nutkum tutuluyor, ne cevap vereyim? Aziz Nesin `Halkımızın yüzde 60’ı...’ demişti. İddiada `göçmen Türkler’den bahsediliyor. Bunu
nasıl anlamalı? `Göçmenler böyle ama, hepsi aptal olmayabilir’ şeklinde mi? Hayır. `Türkiye’den kaçıp üstün Avrupa’ya sığınanlar bile bu kadar geri zekalıysa, Türkiye’de yaşayanların halini siz düşünün’ demek istiyor bence. Bu, tüyler ürpertici bir zırva.


Milletlerin, toplulukların zekası şakalara konu olabiliyor. Bilim de toplulukları böyle bir ayrıma tabi tutabilir mi?


Aslında toplumlar bazı dönemlerde zihin ve duygu bakımından geri bir duruma düşebilir. Siyasi tıkanıklıklar, toplumu çözümsüz, çaresiz bırakabilir. Fakat işin esası, eğitimdir. Öğrenme, bilgilenme, görgü kazanma imkanlarını genişleten bir eğitim sistemi, toplumu açar. Bu da güvenli, huzurlu bir yaşama düzeninin tesisine zemin hazırlar.


Volkmar Weiss’in sözleri sizce hakaret kastı taşıyor mu?


Hiç şüphesiz evet. Bunun yanında, medya da bir tür hakaret taşıyıcısı. Türklüğü yerin dibine batırma, maneviyatı bozma girişimlerinin bir uzantısı bu iddialar, manşetler. Aşağılık duygusuna kapılmış insanları bir hedefe yöneltmek, gütmek kolaydır. Hakaret ediyorlar ki, emir de verebilsinler, verdikleri emirler ciddiye alınsın. `Türklükten çık, aptallıktan kurtul’ demeye getiriyorlar. Ama aslında Türklüğün arkasında İslam var. Yani `İslam’ı terket aklın başına gelsin’ diyorlar. Bir de şu var: Genetik bize insanın zekası hakkında kesin bilgiler, veriler sunamıyor.


Siz bir felsefeci olarak IQ testlerine itibar ediyor musunuz?


Hayır, IQ testlerine itibar etmiyorum. Çünkü ben başarısız kalıyorum o testlerde! Şu kadar milyarla bu kadar milyarı çarparsan sonuç ne olur? O soruya cevap veren çocuk aslında bir tür hastadır, bir tür otistiktir. Aslolan ufkun geniş olması, zihinsel açıklık, bununla beraber gönüldeki ferahlıktır. Bu unsurlar, toplumun güzelliğiyle etkileşimlidir.


Bir bilim adamının `Falan millet salaktır’ demesi...


En kolay iş karşındakini `geri zekalı’ diye damgalamaktır. Birine geri zekalı demek edepsizliktir ve ahmakçadır. Edepsizlikle ahmaklık birbirini gerektiren, birbirinden çıkan şeylerdir. Bir de ahmaklar kendilerini çok akıllı sanırlar. Tıpkı korkakların zalim olmaları gibi.


Papa 16. Benedictus, `İslam barışı özendiren yönler içeriyor, ama başka unsurları da var’ dedi. Bu sözle, İslam’ın bir barış dini olmadığını, gündemdeki terör eylemlerine geçit veren bir yapısı olduğunu ima etti. Buna ne dersiniz?


Papa’ya şaştım. Bildiğim kadarıyla felsefe okumuş, hatta ilahiyat felsefesi tahsil etmiş biri. Felsefeci, lafı ağzında inceden inceye tarttıktan sonra konuşan kişidir. Yine de Papa’yı anlamaya çalışalım. Barış nedir? Boyun eğmek mi? Dayağa razı olmak, mücadeleden kaçmak, havlu atmak mı? Öyleyse İslam barış dini değil. Bir Müslüman olarak ben, zalime başkaldırmanın kutsal olduğuna inanıyorum. Gelgelelim, insanlara zulmetmek, azab vermek söz konusuysa, tarihte bunun baş kahramanı Avrupa olmuştur. Sömürgeciliği ve onun annesi olan sermayeciliği icat edip geliştiren Müslümanlar değildi. Terör de Batı medeniyetinin içselleştirdiği bir olgudur. Avrupa ve ABD bir olup İslam topraklarına yüzbinlerce ton bomba yağdırınca o bombalardan bir iki tanesi de sekip kendi evini vuruyor. Avrupa’nın 400 yıllık tarihi, dayanılmaz çirkefliklerle doludur. Papa’ya gelince, bir papanın daha nazik olması gerekir.


İtalya Reform Bakanı Roberto Calderoli, geçtiğimiz günlerde yaptığı bir açıklamada, `İslam’ın medeniyet olarak nitelenmekten uzak bir din olduğunu’ iddia etti.


`İslam medeniyet değil’ demek büyük bir şaşkınlık. İslam medeniyetini inkar ederseniz elinizde medeniyet namına hiçbir şey kalmaz. İslam medeniyetinin mirasçıları olarak `İşte bizim mimari şaheserlerimiz, edebiyatımız, şiirlerimiz, musikimiz, ilmimiz, irfanımız...’ diye gösteriş yapacak halimiz yok. Bir İtalyan bakanı saçmalıyor diye kibre kapılmak bize yakışmaz.... Fakat ne diyeyim, insan kör bile olsa bu dünyada İslam medeniyetine dokunabilir, onun kokusunu alır, sesini duyar. Demek ki büsbütün iflas etmiş, duymuyor, görmüyor, koku almıyor, komada o bakan... Bir ceset konuşmuş.


ABD’de Cumhuriyetçi Parti Colorado milletvekili Tom Tancredo, `Gerekirse Kabe’yi bombalarız’ dedi.


Amerika Kabe’yi bombalarsa ne olur?.. Buda heykelleri bombalanmış, yazık olmuş. Kabe tahrip olsa da kıblemiz değişmez. Biz Allah’a ibadet ediyoruz, Kabe’ye tapmıyoruz ki. Ama Papa öldürülürse Katoliklik ayakta duramaz. Biter. İslam’da böyle bir durum yok. İslam’da din kurumsallaşmış değil. Kıbleyi tayin edemiyorsan, hangi yöne dönerek kılarsan kıl namazını, orası Kabe oluyor, kıble oluyor. Bu konu başka yönlerden de tartışılabilir, ama onlar yeterince konuşuldu zaten.


Londra’dan ve daha birçok Avrupa şehrinden kaçıyor Müslümanlar. Çünkü sokaklarda sözlü ve fiili saldırılara uğruyorlar. İş sözleşmeleri, kira kontratları, kredi kartları iptal ediliyor. Camiler yakılıyor...


Londra’daki bombalı saldırıların doğrudan ya da dolaylı bir tuzak olduğunu düşünmeye yatkınım. Batı, terörü, kendi vahşetinin dayanağı haline getirmekte bu kadar hevesli olmasaydı, böyle bir şüphe taşımazdım ama şimdi içimde şüphe var. Blair’e, Bush’a birer sanık gözüyle bakmamız doğal.


Müslümanlar büyük bir baskı altında tutuluyorlar. 2/3’ü Avrupa’dan ayrılmaya hazırlanıyor?


Evet, çünkü Medeniyetin beşiğinde, en ilkel, en vahşi kanunlar işlemeye başladı. Sokaklarda insan öldürüyorlar. Batılılar her konuda haklı görüyorlar kendilerini. Demokrasi ve hümanizm onlara öldürme yetkisi veriyor!


Bu büyük çelişkinin sebebi ne olabilir?


İslam’ı, yok etme arzusundalar. Onlara göre İslam, Batı medeniyetine meydan okumanın adı. Bugünkü medeniyetin temeli iktisattır, kazançtır, kârdır. Bu kârı azaltan, felsefi bakımdan anlamsızlığa mahkum eden veriler İslam’da mevcut. Buna katlanamıyorlar.


İslam’ı hiçbir şekilde kabul edemiyorlar, öyle mi?


Doğrusu, Batılı liderlerin, askerlerin siyasetçilerin, papazların kabul edebileceği bir İslam var. Onu da empoze ediyorlar zaten. Dinlerarası diyalogla, Müslümanların başına bomba yağdırılması ve İslam’a hakaret birarada yürütülüyor bu yüzden. Protestan’la Müslüman arasındaki benzerlikler öne çıkarılıyor. `Şu ilke aynı, bu görüş aynı’ deniyor sonra da `İslam’a ne gerek var’ diyorlar. En başta söylediğimiz söze geri döndük: `İslam’ı terket, aklın başına gelsin’ diyorlar. Bunun bir versiyonu da şudur: `İslam’ı bırak yoksa ölürsün.’

ADEM'İN 'ADAM' INDAN BİREY İNSANA





Nuri Celepci

İnsanın çevresiyle ilişkisini genel anlamda üç şekilde incelemek mümkündür: 1: İnsanın Allah’la ilişkisi 2: İnsanın İnsanla İlişkisi 3: İnsanın Tabiatla ( diğer varlıklarla ) İlişkisi Biz bu yazımızda insanın çevresiyle ilişkisi meselesinde ikinci sırada yer alan İnsanın insanla ilişkisi konusunda Batı modernizmi ve bu modernizmin dayandığı kökleri olan; Yunan felsefesi , Roma kültürü,Yahudilik ve Hrıstiyanlığın konuya yaklaşımını irdelemeye çalışacağız. “İnsanın insan için sorun oluşturması, biraz da “soru” oluşturması yüzündendir. Çünkü insan, kendisi için dahi muamma bir varlıktır. Bu onun yaratılışından gelen zaafının değil, aksine yaratılıştan gelen yüksek potansiyelinin bir sonucudur. Bu potansiyeli yüzünden insan, onu tanımaya ve tanımlamaya kalkan hemen herkesi şaşırtmış ve yanıltmıştır. İnsan konusunda en çok yanılanlar da, bölen , parçalayan ve indirgeyen bir akılla insana yaklaşan batılı düşünürler olmuştur. Descartes’ten, Hume’a, hobbes’tan nietzsche’ye, Hegel’den Marx’a, Durkheim’den Sartre’a, insanı kendi meslek ve meşrebince tarif eden her Batılı düşünür, insan sorununu çözmek yerine daha bir karmaşık hale getirmişlerdir. Sonuçta, ortaya ideolojilerin ve ideoloji haline getirilmiş pozitif bilime ait disiplinlerin paramparça insanı, insan demeye çok şahit ister insanı çıkmıştır. BATI ( MODERNİZM)’İNİN İNSANIN İNSANLA İLİŞKİSİ KONUSUNA BAKIŞI Her düşünce sisteminin bir Allah, alem, insan görüşü vardır. Batı uygarlığının incelememize konu teşkil eden insan görüşü ise; Yunan felsefesine, pagan Roma kültürüne ve Kilise ahlakına göre şekillenmiştir. Batı’nın insan görüşü de işte bu köklerden beslenmektedir. Batı modernizmi Her alanda olduğu gibi insan konusunda da bir türlü dengeyi tutturamamıştır. Bunun birçok nedeni olmakla birlikte en önemli nedenleri arasında Batı düşünce sisteminde hayatın merkezinde “adam” olan “insan değil, “beşer “ olan birey olması ve her şeyi bireye göre algılamasını söyleye biliriz. “Bilindiği gibi, Eski Yunan’ın Panteon’u; “insanlaştırılan tanrılarla” , eski Yunan mitolojisi ise, tanrılara baş kaldıran insan masallarıyla yani ‘ tanrılaştırılan insanlarla’ doludur.” (1) işte bu temel felsefe modernizmin insan anlayışını belirleyen zeminlerden birisidir. Burasını kalkış noktası olarak ele alıp yolumuza koyulduğumuzda ; Modernite’nin insan anlayışını belirleyen tarihi yolun ilk kilometre taşlarından birisi olarak kadim filozoflardan Aristoteles’e rastlıyoruz. Sonraki dönemlerde insanı hayvanla bağlantılı olarak tanımlamaların temelinde Aristoteles’in, insanı çeşitli özellikleri olan hayvan şeklindeki tanımı ve insan ruhunun en alt basamağında hayvan ruhu vardır. (2) şeklindeki düşüncelerinin belirleyici olduğunu söyleye biliriz. İnsanı anlama ve anlamlandırma sürecinde tasavvurlardaki kırılmalarda Aristo Teles’in bu düşüncelerinin hatırı sayılır bir payı olduğunu söylersek yanılmış olmayız. Aristo Teles’ten önce de, Antik- Yunan mitolojisinde bu sapmaları görüyoruz ancak sistamatik olarak bu sapmaların Aristo ile başladığını söyleye biliriz. Örneğin şöyle diyordu Aristo: “ Gözü bir hayvana benzetirsek, görmesi onun ruhu olur.”(3) Bu tanımlamada da gördüğümüz gibi, insan ve insana dair bir çok hastalığın mikropları, onun bu ve buna benzer fikirleriyle etrafa yayılmıştır. Bu dönemi hikmetten kopmaların son haddine geldiği bir dönem olarak da görüyoruz. Ancak hikmetle bağlantılar tamamen kopmuş da değildi. Batı modernizmi bir ideolojiler mezarlığı olarak, her alanda olduğu gibi insan konusunda da bir türlü dengeyi tutturamamıştı. Batı medeniyeti, bir sarkaç gibi iki aşırılık arasında gidip geliyordu. Batı Medeniyeti insanın konumuna dair bir yer bulmakta hayli zorlanıyordu. 17. yüzyıl insanın parçalara ayrıldığı yüzyıldı. Bu görevi Descartes üstlenmişti. Onun “Metot Üzerine Konuşmalar” ’da formüle ettiği dört ilkeden ikincisi, “Anlamak için ne kadar mümkünse o kadar küçük parçalara ayırma” düşüncesiydi.(4) Bu düşünceyle yola koyulan Batı aklı her şeyi ama her şeyi parçaladı. Bu parçalanmadan Tanrı, insan, tabiat, her biri kendine düşen payı aldı. Parçalanan her hakikat hakikat olmaktan çıktığı gibi, insan da Allah’ın şaheseri olmaktan çıkıp bir hayvan derekesine indirilmişti. İnsan insanlığını kaybediyordu artık. Bu süreç içerisinde insan; Tanrı’dan koparıldı, Tanrı’dan kopan insan kaçınılmaz olarak kendine zulmetti. parçalanan insan kendisine, toplumuna her şeyden önemlisi de , öz yurduna yabancılaştı. Filozof, Thomas Hobbes, “ İnsan, insanın kurdudur.” Diyerek insanı ve insanlığı bir birine düşman etti. İnsanı, sahip olduğu değerden alaşağı ederek değersizleşti ve bir hayvan konumuna indiriverdi. Yirminci yüzyıla geldiğimizde, insan , “Hümanizm “ adı altında bir kez daha, Tanrılaştırma adına insanlığından edilmişti. Her iki indirgemeci ameliye sonucunda, insan, bir tüketim aracı haline getirilmişti. Buraya kadar insan hakkında iki temel yaklaşım ortaya çıktığını gördük. Bu yaklaşımların ikisinin de indirgemeci bir yaklaşım olduğunu söyleye biliriz. Bu iki indirgemeci yaklaşımdan, ilki olan anlayışa göre: İnsan nedir? sorusuna, Descartes: “Düşünen canlı”, Andre Gide: “ insan hisseden hayvan, Emile Durkheim: “ Sosyal hayvan”, Marx: “ insan alet kullanan hayvan” diye cevaplamışlardır..İnsanı aşağılayan bu tanımlamalara dayanamamış olacak ki, A. Camus: “ insan isyan eden canlı” dır. Deyi verdi. İnsan ait olduğu yere kavuştu derken, A. Camus isyanının devamında ; “ İnsan hayvan olmak istemeyen tek hayvandır.” Demez mi? ! Bütün bu hayvansı tanımlamaların nihai sonucunu, Darwin belirledi ve insanın kökenini hayvanlar aleminin en maskara, en taklitçi ve en gülünç türü olan maymuna dayandırmayı başardı. Uzun yıllar hayvanlarla olan akrabalıklarını geliştire bilmek için mesai sarfettiler. Freud, ise insanla ilgili yaklaşımlarını, ileride Modernizimin üç ana dayanaklarından birisi olan “cinsellik” e dayandırdı. Ona göre; Cinsellik ve onun en esaslı dinamiği olan libido, insanın bütün hayatını kuşatan; dinden kültüre, medeniyetten sanata, ahlaktan hukuka ne söylenmişse hep insanın bastırılmış duygularının yüceltilmesi neticesinde ortaya çıkmıştır. Freud, olayı o kadar ileri götürdü ki, iğrençlik sınırlarını da aşarak; “insan annesini emerken ve severken, babasına kızarken dışkısını çıkarırken bile cinsel istek ve dürtüleri onu yönlendiriyor.” (5) diye bildi. Sonunda İlahi Vahyin, yaratılmışların en şereflisi diyerek taltif ettiği insan zihinleri iğdiş edilmiş, seküler aklın tutuk beyinleri sayesinde aşağılık arzu ve dürtülerin esiri olmuş bir hayvana indirgenme yolunda epey mesafe kat edilmiş oldu. Unutulmasın ki, yukarıdaki insan tanımlamalarını yapan şahısların her biri bir bilim dalının ya kurucusu, ya da en yetkili sözcüsüdür. İnsanı tanımlama (ma) ya çalışan bu isimler, Batı’nın kendileriyle iftihar ettiği isimlerdir. İnsan gibi en temel bir soruna bile dengeli bakamayan bu hastalıklı ruhlar ürettikleri fikir virüslerini kendilerinden sonraki kuşakların zihinlerine şırınga etmeyi maalesef başara bildiler. Sanayi devrimine gelindiğinde, ortada amaçsız, acımasız ve sorumsuz bir insan vardı. İnsanın bu durumuna dayanamayan Alman filozof Nietsche, dinden bağımsız bir kültür kurma sevdası ile şu hezeyan da bulundu: “merhamete, vicdana ve bağışlamaya karşı, yani insanların zalimlerine karşı mücadele edin. Zayıfları sıkıştırın, yere serilmiş cesetlerine basarak yukarılara doğru tırmanın. Çünkü siz yüksek bir ürünün çocuklarısınız, çünkü idealiniz insan-üstüdür..” (6) Bu hezeyan öyle bir noktaya vardı ki, sonunda Tanrıyı da öldürdüğünü ileri sürerek İnsana yeni bir hedef göstermişti. Gösterdiği bu hedefin belirlenmesinde ayrıca Darwin’in gelişme ve yaşama savaşı öğretisi önemli rol oynamıştı. Darwin, öğretisinde türlerin kalıcı olmadıkları, sürekli değişerek geliştikleri, bu değişim ve gelişim savaşı içerisinde güçsüzlerin yok olup gittiklerini, güçlülerin ise, hayatta kalarak daha güçlü ve yetkin bir tür yarattıklarını söylüyordu. “Nietzche’ye göre insan, aşılması gereken bir varlıktı. Her varlık kendisinden üstün bir şey yaratmıştır, öyleyse insanın da kendini aşması gerekir. ” (7) İnsan da kendini yok ederek üstün insana ulaşması gerekir diye düşündü. Nietzche, üstün insan hayaliyle insanı gerçek konumundan alıp insanlığından ederken, insanın karşısına rakip olarak Tanrı’yı koydu. Yunan Batı aklı geleneğine göre insanın iradesini yok eden, insanın iradesini kullanmasını engelleyen Tanrı idi. Bu akla göre; Tanrı, insanın aklını ve iradesini kullanmasından hoşlanmaz, insanın iradesini kullanması, Tanrı’yı rahatsız eder. İşte bu yanlış tasavvur, yamuk insan tanımlamalarının temel sebeplerinden birisini daha oluşturmuştu. Oluşan bu yanlış tasavvurla doğru bir insan anlayışı düşüncesine ulaşılması elbette ki beklenemezdi. Öyle de oldu. Çağımızdaki insan feryatları bunun bir göstergesi olsa gerek. İslam’a göre ise; “insanın iradesini kullanarak hürleşmesi sadece hemcinsi olan diğer insanları rahatsız edebilir. Özellikle de diğer insanlar üzerinde hegemonya kurmak isteyenleri. “Çünkü insan insanın rakibidir. Allah’a gelince; bu durum O’nu yalnızca memnun eder. Çünkü insan ne kadar yücelirse yücelsin, ölümlü ve muhtaç yaratıklar sınıfına aittir ve kendi sınıfını aşıp ilahlaşamayacaktır. Olsa olsa , sadece ilahlık taslayabilir ve hiçbir taslak da aslıyla rekabet edemez.” ( İslam’ın insan görüşünü başka bir yazıya bırakarak şimdilik bu kadarla yetinelim. Nietzche’ bunun tam aksini iddia ederek, Tanrı’yı öldürdüğü söylemi bir hezeyandan öteye geçememiştir. Tarih gösterdi ki, Nietzche’nin öldüğünü iddia ettiği Tanrı’ya hala milyarlarca insan inanırken o ve onun gibiler düşünceleriyle beraber fosillik müzelerinde yerlerini alalı hayli zaman oldu. İnsanı ; ” birey olarak kendi kendine yeten bir varlıktır.” Diye tanımlayarak ortaya çıkan bireycilik, birey dışındaki her şeyi “öteki” ve “yabancı” unsurlar olarak gördü. ‘Birey kendini, ötekine, yani yabancı olana karşı her tür araçla savunmalı ve tüm yığınağını bu uğurda kullanmalı düşüncesiyle insanı; çevresine, aşkına ve kendini aşan her türlü yüce değere karşı düşman etti. Bu durum, insanı kendisiyle ve etrafıyla kavgalı olmasını başlattı Kendini yeterli gören insan; kendisi dahil her şeye hükmetmeye çalışıyor. Evrene meydan okuyor, yaratıcıya kafa tutuyor. Bu tavrı, her şeyi bozuyor, evrendeki dengeleri alt üst ediyor. Böylece “ekini ve nesli helak ediyor” (30/41) Ve insan, çirkin yüzünü göstererek dünyanın ve içindeki tüm canlıların içine düştüğü kötü durumdaki en büyük payın da sahibi olmuş oluyordu. kendisini olduğundan fazla önemseyen insanoğlu, tanrı’nın, her işine müdahil olmasını kabul etmek istememekte, kendi özgürlüğünü, “tanrıyı/yaratıcıyı yok sayarak” veya tanrı/yaratıcı karşısında, “tanrıya rağmen” ilan etme arzusundadır.Ancak insanoğlunun içindeki “tapınma ihtiyacı” ve ya kendi dışındaki bir güce, dayanma , bağlanma arzusu öyle baskın çıkmaktadır ki, çok zaman, kendi özgürlüğüne kendisi son verme durumunda kalmaktadır.. “varolana”, “varolan tanrıya” “varolan dine” karşı çıkmak, onu, kendi icat ettiği tanrılarla ve ilkelerini kendisinin belirlediği bir din ile baş başa kalmasını zorunlu kıldı. Bireyci insan görüşünün ortaya çıkardığı sorunların, toplumun tümünü tehdit ettiğini gören kimi düşünürler, bireyciliğe panzehir aramaya koyulmuşlardır. Fransız düşünür Emile Durkheim, bu panzehirin isim babasıdır. O, bireyciliğin yerine, toplumculuk ideolojisini (sosyologisme) yerleştirmiştir. Bu insan görüşü, bireyciliğin tam zıt kısmında yer alır ve onun savunduklarının tam zıddını savunur. Buna göre bireyin toplum dışında bir değeri yoktur. Dolayısıyla iradesi, kendine özgü duruşu, tavrı, şahsiyeti, özelliği de olamaz. O tüm değerlerini toplumdan alır.“ (9) şeklinde başka bir indirgemeci yaklaşımla bireyciliğin karşısına durdu. Yukarıda ifade edilmeye çalışıldığı üzere;“özgürleşme” ve “başkaldırma” adına insanoğlu yeni tanrılar, yeni dinler ihdas etmekte, kendisi de bu yeni ihdas ettiğinin bir “kulu” olmak durumunda kalmaktadır.” Sonunda “Ben tutkusu kendisini, kendisinin tanrısı konumuna getirmekte”(10) gecikmedi. Öyle ki; insanoğlu, kendi ihtiyacına cevap verecek, zaaflarını örtecek, kullana bileceği, yönlendire bileceği, zaman zaman akıl vereceği, adına konuşa bileceği bir tanrı peşine düştü. Böyle bir tanrıyı bulmakta zorluk çekse de, bu konuyu kendisine fazla dert etmedi. Çünkü çok geçmeden bu ihtiyaçlarına cevap verecek bir tanrıyı kendi elleriyle inşa etmeyi de başardı.(11) Demek oluyor ki;“ Aslında, ilahi dinlerin Allah’ına baş kaldırmak, insanoğlunu tanrısızlaştırmıyor onu bir tanrıya kul olmaktan uzaklaştırmıyor. Aksine onu, bir olan Allah’akul olma yerine birçok tanrıya aynı anda kulluk etme durumunda bırakıyor.(12) Dedik ya Batı en temel konu olan insan konusunda bile bir aşırılıktan diğerine gidip geliyordu. “İfrat ve tefritten” bir türlü kurtaramıyordu kendini. İnsan konusundaki bu gidip gelmelerin temelinde yatan sebeplerden birisi beklide en önemlilerinden birisi dr, Hıristiyan inancındaki “İsa’nın; Tanrı mı?, İnsan mı?, Tanrı’nın oğlu mu?ya da tümü mü? ,değil mi? olduğu konusunda “ki, zihin bulanıklığını (13) hatırlatmayı gerekli gördüğümü ifade edeyim. Burada da O iki aşırılığı görüyoruz. İnsan Ya Tanrı, Ya da, günahkar bir varlık olarak görülüyor. Batı’nın bu kutsaldan koparılmış aklı, insanı yeniden tanımladı ve yeni bir konuma oturttu. “Modern topluma gelindiğinde insan, kendini bütün ilişkilerin maddi çevre ve nesnelerin yeniden üretilip kitlesel tüketime sunulduğu boş, amaçsız bir dünyada buldu” kendini. İslam inancına göre, mahlukat ağacının şerefli meyvesi olan insanı hayvanlığa indirgeme çabasının eseri olan bu tanımlamalarında ne yazık ki insan “hayvan” olmaktan hiçbir zaman kurtulamadı. Nihayetinde insan, önce biyolojik varlığı olan “etine-kemiğine “ indirgenerek vitrinlik bir teşhir malı konumuna düşürüldü. Sonra da, elementer kökenine indirgenerek sıradan bir “materyal” konumuna düşürüldü. (14) Yukarıda insanı tanımlamaya çalışanların tanımlarını aktarmamızın sebebi şudur: Tanımlar önemlidir. Nasıl tanımlarsanız öyle değer verirsiniz. Onların her biri körün fili tarifi hesabı, baktığı yerden nasıl görünüyorsa insanı öyle tarif etmişlerdir. Kesinlikle insan onların tariflerinin hepsi ve daha fazlasıdır. Fakat onlar insanı indirgemeci bir mantıkla okumaya çalıştıkları için bu yanlış okuma insanın ölümünü getirmiştir. Bu tespitin ne kadar isabetli olduğunu Modernizm’in ve İslam’ın insana bakışını ve insana değer verişini örnekleriyle incelediğimizde daha iyi görme fırsatı bulmuş olacağız. Tarihte İnsanı Böylesine Aşağılayan Başka Bir Medeniyet Gelmemiştir. İnsana bir köpeğin gözüyle bakıp bir köpek tanımı yaparsan; insanı, et ve kemikten ibaret görürsün. Kim bilir belki de insanı, en azından kendileri dışındaki insanları böyle görmek istemişlerdir. Öyle ya insan et ve kemiğe indirgenince onun katledilmesi ile bir hayvanın öldürülmesi arasında fark kalmayacaktı. İmaj bozma ameliyesiyle mahlukat ağacının en şerefli insanını, insandan daha aşağı bir seviyede olan hayvana eşitleyerek, katliamlarına epistemolojik bir zemin de hazırlanmış olacak. Bu uğurda Batı, sömürü ve cinayetlerini mazur göstermek için bilimi dahi kullanacak kadar soysuzlaşacak. Denile bilir ki, bilimi elde etmelerinin en büyük amaçlarından birisi İnsanı, tabiatı ve Yaratıcı’yı sömürme istek ve arzularıdır. Tabiatı ve Tanrı’yı nasıl sömürdüklerini başka bir yazıya bırakarak insanı nasıl vahşice sömürdüklerine örnekler eşliğinde kısa bir göz atalım: “ Nairobi’de Mathari Akıl Hastanesinde görevli Dr H:L. Gordon, The African Medical Journal’de (1943) yayınlanan bir yazısında şunları söylüyor: “100 adet sağlıklı yerlinin beyninde çıplak gözle ve mikroskopla yapılan, teknik olarak son derece ileri ve hassas bir dizi araştırma sonucu, yerli beynin kantitatif geriliğini gösteren ciddi kanıtlar elde edilmiştir. Bu geriliğin normal insan beynine göre yüzde 14 dolayında olduğu tesbit edilmiştir.” F.Fanon, Siyah Deri Beyaz Maske, s.36 (15) Bu tesbit işlemi elbette insanı fareyle eşitleyen bir akıl sahibi için hiç de zor olmadı. Batı’nın sömürgelerdeki utanç verici politikalarından Sovyetler’in Afganistan’ı işgaline ve orada 1,5 milyon insanı katletmesine, ABD’nin Japonya’ya attığı iki atom bombasından Vietnam’daki katliamlarına, Sırpların Arnavutluk’ta yaptıkları katliamlara varıncaya kadar hepsi bizzat ya medeni! Batının gözleri önünde ve katkılarıyla yıllarca devam etti, ya da medeni! Batı’nın bizzat kendisi bu katliamların faili oldu.(16) İsrail’in Filistin’de yıllardır sürdürdüğü devlet terörüne ne demeli? Dünya medyasının gözleri önünde bir babanın kolları arasında saklanıp bir köşeye pusan çocuğu ve babasını bilerek öldüren canilere, neden on üç yaşındaki bir çocuğu kurşuna dizdiği sorulduğunda “on üç yaşında değil, üç yaşında bile olsa aynı şeyi yapardım” diyen bir insanın zihninin, tasavvurunun yukarıda isimlerini saydığımız hastalıklı bireylerin virüslü fikirleriyle inşa edildiğini anlamak hiç de zor olmasa gerek. Vahşi Batı’nın vahşi sömürgeciliği boyunca bu vahşi cinayetlerinin haddi hesabı yoktur. Bu katliamları o kadar ileri götürecekler ki, tarihin kimi dönemlerinde kendi milletinden hatta kendi dininden olanlara bile bu vahşiliği uygulayacaklardı. Yakın tarihimizden bir örnek olarak; kendilerinden olmalarına rağmen Filistinlilerin haklarını arayan ve İsrail tanklarının paletleri altında can veren gazeteci bayan muhabir (Rachel CORRİE)’i unutmayalım. İç dünyalarını imar ve inşa edemeyen bir medeniyetten ve onun çocuklarından dış dünyayı imar ve inşa etmeleri beklene bilir mi? Elbette ki beklenemezdi. Eski sömürge dönemlerinden şu örnek de bu anlamda dikkat çekicidir sanırım: “1572 yılında Fransa’da gerçekleşen Saint Barthelémy katliamında, Katolikler yalnızca Paris’te birkaç gün içerisinde 3.000’den fazla insan katletmişlerdi. Citeaux piskoposu Arnald Amaralicus, sapıklığından kuşkulanılan Bézires kenti sakinleri için ne yapılması gerektiğini soranlara kısa bir cevap vermiştir: ‘Tümünü öldürün!, Tanrı kendinden yana olanları tanır.’ Bu fetva üzerine yaşına ve cinsiyetine bakılmaksızın 20.000’e yakın insan kılıçtan geçirildi ve kent yağmalandı.” (17) Hırıstiyan fanatizminin en büyük kurbanı olan Endülüs Müslümanlarını da unutmayalım. İnsanı, Allah’ın kulu, kainatın efendisi olarak gören İlahi vahiyler göz ardı edilerek vahşi Batı’nın cinnet geçirmiş ruhlarının, insanı insanın kurdu olarak yaptıkları tanımlamalara göre insanı, hayatı ve tabiatı yönlendirme ve yönetmeye kalkmanın bir yansıması olarak, Alman toplumunda ensest olayı % 30. Buna aile içi gönüllü zinayı da eklerseniz ortaya çıkan rakam % 60’a varıyor. Fransa’da bu rakamların daha yüksek olduğu sonucuna şaşmamalı Kapitalizmden önce “semanın çocuğu olan insan, artık “yeryüzünün kurdu” , “Alet kullanan hayvan” , “ Hayvan olmak istemeyen tek hayvan” olarak tanımlanarak ilahi bağlantıları tamamen koparılmış, hayvanla da arasında artık mahiyet ve kalite farkı değil, basit bir derece farkı kalmıştı. Hatta bu fark, daha ziyade hayvanların lehine olarak işlemeye başladı. Almanya’da köpeklere ayrılan toplam parayla Afrika’da açlıktan ölen 15 milyon insan doyurabiliyor oluşunu, Avrupa köpeklerinin yaşam standardını dünya nüfusunun üçte ikisinin yaşam standardından daha yüksek oluşunu , Avrupalı köpeklerin özel hastaneleri, özel kuaförleri, özel bakım evleri, ve hatta ‘huzur evlerinin’ (18) varlığını başka türlü nasıl izah edebiliriz. Öyle ki, İnsanın hayvan olarak tanımlanmasından bu yana hayvan psikolojisi ile insan psikolojisi de birlikte gelişmeye başlamıştı.Bu gün Batı’da hayvan psikologlarının ve hayvan psikolojik kliniklerin sayısı azımsanmayacak sayıya ulaşmıştır. Günümüz dünyasında, insancıl ve bir o kadar da masum gösterilen “hümanzim” akımının kökünün Roma’ya kadar uzandığını hatırlayalım. İnsanlığı esas kabul ederek insanı hayatın merkezine koymak ve insanı merkezde görme anlayışı hümanizmin temel düşüncesidir. Bu düşüncede Dine ve din ile ilgili hiçbir değere yer yoktu. (19) İnsanın özgürlüğü adına insanı dinden, kutsaldan, değerlerden soyutlayarak insanı özgürleştirdiğini sanan Hümanizmi de hatırlamakta fayda var. Hümanizm; Allah’ın insana irade vermesinin sebebini anlayamamıştı. İrade ne demektir? Elbette özgürlük demektir. İrade veren Allah, verdiği iradeyi insanın kullanmasını ister. Buradan şu sonuca ulaşıyoruz: Allah kulunun özgür olmasını istiyor. Gerçek özgürlük, hümanizm’de olduğu gibi insanı bütün aşkın değerlerden uzaklaştırmakla değil; gerçek özgürlük, insanı içkin alemden alıp aşkın ve lahuti aleme yükseltmesiyle olur. Kısaca insan, Yaratıcısıyla iletişim kurabildiği oranda özgürdür. Yüce değerlerle bağını koparmış bir bireyin özgürlüğünden değil, köleliğinden söz edilebilir ancak. Öyle de oldu. Hümanizm, insanı bir olan Allah’a kul olmaktan uzaklaştırıp bin sahte ilaha köle yaptı. Bu kültürden başkasını beklemek abesle iştiğal olurdu hattı zatında. Çünkü; insanları köleleştirerek sömürmek Batı kültürüne has bir özellikti. Sonuç itibariyle; İnsan tasavvurundaki sapmaların temelinde Aristoteles’in; İnsan, duyarlılığıyla, hafızasıyla hareketiyle hayvana aklıyla da Tanrı’ya benzemektedir.(20) Düşüncesini görmek mümkündür. Bu düşünce adeta bir sarkaç gibi bir hayvandan tarafa bir tanrı’dan tarafa gidip geldi. Nietsche’nin Tanrı’yı öldürmesinden sonra Bütün hümanistlerin atası sayılan İtalyan şair ve bilgin Francesco Petrarca (1304-1374)’ın (21) hümanist söylemlerine kadar hayvan olarak tanımlanan insan bu dönemden sonra tekrar İlahlığına kavuştu. Yunan-Batı aklında insan bu sefer de “sınırsız” ve “sorumsuz” bir konuma yerleştirilmiştir.” İnsan insanı kurdudur” (22) diyerek dünyayı köleleştirip sömürdükten sonra şimdi de “insan insanın tanrısıdır” diyerek Hümanizm kisvesi altında insanları modern köle haline getirmişlerdir. İnsanın bu kendine yeter oluşu düşüncesiyle, İnsan her şeyin merkezi ve ölçüsü kabul edildi. Allah’ı yok sayılarak İlahi boyut göz ardı edildi. Ve sosyal ilişkilerin düzenleyicisi olarak geriye fertlerin ve gurupların rekabet eden ve çarpışan çıkarlarından başka bir şey kalmadı, şiddet gerçek kanun haline geldi. Bunu gizlemeye çalıştıkları demokrasi, inan hakları, ilerleme vs. gibi kuzu postuyla üstünü kamufle etmeye çalıştıkları uydurmalar olsa da. (23) Bütün bu çalışmalar, insanın “ekremiyetini” ve “eşrefiyetini” iki paralık eden sonuçlar üretmiştir. Ve bütün kurum ve sonuçlarıyla modern Batı, insanı insan eden ve bir üst varlık sferine bağlayan “ruhani tarafını” zayıflatıp, insanın beşeri tarafını oluşturan ve onun bir alt aleme bağlayan “hayvani tarafını” güçlendirmiştir.(24) Batı Kültür tarihinde insana dair yaklaşımlardaki temel sapmalar nedeniyle günümüzün modern çağına ulaşıldığında; insan yok edilip, insanın yerini makinenin almış olduğunu, İnsan niyetine gezen dik sürüngenlerin var olduğuna şahit olduk. Bu süreç insanın yabancılaşmasıyla sonuçlandı. Başta kendisine olmak üzere varlığın tüm alanlarına yabancılaşan insan, sonunda kendisiyle, içinde yaşadığı çevresiyle ve nihayet kendini ve çevresini de saran aşkın varlık olan yaratıcısına da yabancılaşarak kendini tanıyamaz hale geldi, kendini kaybetti. İlahi dinlerin amacı tam da bu noktada devreye girmektedir. Dinin amacı; “insanı Allah’a her an muhtaç olduğunun bilincine erdirmektir. Kendi kendine yetmediğini, Allahsız yapamayacağını, bunun “ anlamsızlık” demeye geldiğini öğretmektir.” (25) Yazık ki, modernizm çeşitli isimler ve ideolojiler yoluyla insanın elinden bu değeri alıverdiler. Batı aklı Allah’tan kaçamayacağını, Onsuz bir hayat tasarlayamayacağını, Allah’sız bir gelecek tasarımında bulunamayacağını yaşadığı ve yaşattığı bunca acı tecrübelere rağmen hala anlamış görünmüyor. Bu durum başta modern bireyin doğduğu Batı olmak üzere tüm dünya insanını amaçtan ve anlamdan yoksun hale getirdi. Şu anda Batı toplumunda şu üç sınıf insanın çok mazlum olduğunu görüyoruz: Çocuklar, kadınlar ve yaşlılar. Almanya’da 20 milyon köpek var. Çocuk sayısı bu rakamla kıyas edilmeyecek kadar düşük.. Köpeği çocuğa tercih eden bir medeniyetin geleceğini sormaya hacet var mı? Elinde bebek taşıması gerekenlerin, köpek taşıdığı bir dönemden tarihin en kadim zamanlarına sesleniyorum: İnsanı böylesine aşağılayan bir medeniyete daha şahit oldunuz mu?

KAYNAKÇA 1- Mustafa İSLAMOĞLU; “Hayatın Yeniden İnşası için “ ,6. baskı, Denge Yay, İst.2002, s.87 2- Macit Gökberk, “Felsefe Tarihi” ,Remzi Kitapevi, İst. 1993, s.85-87 3- Ali BULAÇ; İnsanın Özgürlük Arayışı; Beyan yay. İst.1988, s.77 4- Mustafa İSLAMOĞLU; age s.88. 5- Mehmet S. AYDIN; “Din Felsefesi”, Selçuk yay. İst.1992, s.214-216 6- frıedrıch Nietzche, ”Böyle buyurdu Zedüşt”, (çev. Turan Oflazoğlu, Meb Yay.İst. 1964 , 4. bölüm. 7- Bedia AKARSU, “Çağdaş Felsefe” İnkılap yay. İst., 1987, s.134-135. 8- Mustafa İSLAMOĞLU; age s.16 9- Mustafa İSLAMOĞLU; age s 146 10- Mehmet Yaşar Soyalan; Kur’an ve İnsan, araştırma yay,Ankara,1999,s.127 11- Mehmet Yaşar Soyalan,age., s.127. 12- Mehmet Yaşar Soyalan,age., s.128. 13- Aytunç ALTINDAL,” Üç İsa” , (çev: Sibel ÖZBUDUN )Anahtar yay.İst, 1993, s..9 14- Ali BULAÇ; “İnsanın Özgürlük Arayışı”, Beyan yay. İst.1988, s.83) 15- BULAÇ , “Din ve Modernizm” , Beyan yay.İst.,1992, s.85. 16- Ali BULAÇ , age, s.86-87. 17- Mustafa İslamoğlu, “Yürek Fethi” , Denge yay.İst. 1988. s.87. 18- Mustafa İslamoğlu, ”Dağarcık”, Denge yay.İst. 1988. s.196-197. 19- Macit GÖKBERK; age, s. 189 20- Alfred Weber , “ Felsefe Tarihi” , ( çev: H. Vehbi ERALP) , Sosyal Yay. 4. basım, İst.1991,s.85 21- Macit GÖKBERK, “Felsefe Taihi”, s. 189. 22- Roger Garaudy, “ İslam ve İnsanlığın Geleceği” 3. baskı,Pınar Yay.(Çev.Cemal Aydın),İst.1986, s.156. 23- Mustafa İslamoğlu,”Yerliler ve Yersizler” , Denge yay. İst.,2003, s.51. 24- Mustafa İSLAMOĞLU; “Hayatın Yeniden İnşası için “ ,6. baskı, Denge Yay, İst.2002, s.15 25- Kitab-ı Mukaddes Eski ve Yeni Ahit, Matta, 10: 34-35 Kitab-ı Mukaddes yay,İst. 1988« : Eylül 10, 2007, 10:14:45 ÖS » nuricelepci@gmail.com

26 Ekim 2007 Cuma

Cemil Meriç'le Söyleşi





"Bir aydının namusunu muhafaza etmesi son derece güçtür."


Safa Mürsel: Bugün ihtiyacıma ve cehaletime binaen sizin huzurunuza milliyetçilik meselesini, kısa da olsa şerhetmeniz talebiyle getirdim,Milli­yetçilik mevzuuna Bediüzzaman Haz­retleri yer yer eserlerinde temas ediyor. Türkiye'ye Bediüzzaman bu meselele­rin alevlendiği, kompleks bir hüviyete karıştığı bir ortamda gelmiş. Sonra birçok alternatifler,aralarında nüans ayrı­lığı olan tarzlarıyla, ortaya atılmış; Osmanlıcılık,Türkçülük, Batıcılık, İslam­cılık gibi. İşte bunların herbirinin ken­dine has, bütün müesseseleri şekillen­dirmeye matuf görüşleri, nazariyeleri olmuş. Üstat II. Meşrutiyet döneminde veya Cumhuriyet'ten hemen sonra İslam düşüncesiyle bağdaştıramadığı milliyetçilik görüşlerini kendi anlayışı içinde sınıflandırmış.

Cemil Meriç: Millet mefhumu, doğrudan doğruya batıdan ithal edilen bir mefhumdur. İslamiyet bütün insaniyete şamildir ve biliyorsunuz ki kıta­ları ikiye bölmüştür: Darü'l-Harp, Darü'l-iman diye. Darü'l-iman hidayete eren,vahdaniyyete inanan, İslamiyet'i kabul etmiş insanlann ülkesidir. Bu insanlann arasında hiçbir fark yoktur. Misaka dahil olduğu andan itibaren her insan bütün teali imkanlanna aynı derecede sahiptir. Burada kan, renk,kafatası gibi mefhumlar hiçbir şey ifade etmezler. Gerçi zaman zaman Arap­lar, Kureyş kabilesi vb. gibi birtakım gruplar üstünlükler peşinde koşmuşlar, hattı zatında unsuriyet hissini kolay kolay kaybetmemişler. Fakat belli bir sü­reden sonra bütün insanlık Osmanlı idaresi altında tek kalp,tek vicdan halin­de birleşmiştir. Avrupa bu vahdeti hiçbir zaman gerçekleştirememiş. Barbar istilalarından sonra Avrupa'da dilleri aynı,menfaatleri aynı birtakım kavimler peydahlanmıştır. Gerçi Hıristiyandır bunlar. Bu Hıristiyanlık ciddi bir vahdet unsuru olamamış, kaynaşmamışlar,her an birbirleriyle kavga etmişler. Yal­nız birbirleriyle değil, aynı memleketin insanları, aynı kavmin insanları da birbirleriyle kavga etmiş.Avrupa'nın farikası daha önce de söylediğim gibi kavgadır, muharebedir,mücadeledir. Bu kavmiyet, yani lisan birliğine daya­nan, aşağı yukarı meşreb birliğine dayanan kavmiyet belli zamanlarda hafifle­miş, müşterek düşman olan Osmanlıya karşı, İslam'a karşı Haçlı seferlerinde hep beraber çarpışmışlar. Fakat kendi başlarına kalınca yine birbirlerini tah­rip etmekten vazgeçememişler. Yani hiçbir zaman bir İslam vahdeti gibi bir Hıristiyan vahdeti teşekkül etmemiş. Avrupa kuvvetlenmiş, iktisadi fetihler yapmış, sınıf hakimiyetini kurmuş ve bizi yok etmek için teşebbüslere giriş­miş. Bu teşebbüslerinde muvaffakiyete erişmemesi elbette Cenab-ıHakk'ın bir lütfudur. Fakat burada, aralarındaki tefrika, kendi aralarındaki rekabet de büyük rol oynamıştır. Yani tefrika olmasaydı Avrupa ile daha güç müca­dele edebilirdik. Şimdi Osmanlı'nın yani İslamiyet'in zaferlerinin bütün sırrı tek vücut, tek kalp oluştadır. Biz Misaka dahil olan bütün kavimlere kardeş muamelesi yapmışız, kucağımızı açmışız, kitap sahibi milletleri korumuşuz ve üç kıtada hükümran olmuşuz. Bu hükümranlığı parçalamak için Avrupa zaman zaman teşebbüslere girişmiş. Evvela himayemiz altındaki kavimleri kışkırtmış. Rusları, Bulgarları, Ortodoks kilisesine bağlı Rumları, Sırpları kışkırtmış ve parçalamaya başlamış Osmanlı'yı. Bu parçalama hareketi epey­ce muvaffak olmuş. Avrupa'ya teveccüh ettikten sonra Avrupa yeni bir Truva atı daha sokmuş içimize; Milliyet. Milliyetin hiçbir kökü yoktur. Osmanlı'da hiçbir şeye dayanmaz. Evet Oğuzlardan geliyoruz.Büyük tarihimiz var. Fakat bu tarih Osmanlı'nın çocukluk devridir.Hiçbirimiz gençken çocukluk devrinden bahsetmeyiz, bunayınca anlatmaya başlarız. Ama aklı başında iken insan anlatmaya hiç lüzum görmez. Osmanlı da lüzum görmemiş bun­lara. İmanına sadık kalmış, İslamiyetin mitolojisini benimsemiş. Kendi mito­lojik tarihine itibar etmemiş. Silinmiş imanın içinde. Çünkü şerefi, haysiyeti, büyüklüğü, zaferleri İslam'ın eseridir.Elbette birçok hasletler, faziletler getirmiş. Fakat bunlar erimiş İslami­yet'in içinde. Zaten Avrupa'da şuurlu olarak milliyet fikirleri,kendi içlerinde 1789'dan yani burjuvazi iktidara geçtikten sonra başlar.1789'dan sonra ihtilali yapan Fransa bütün Avrupa'ya karşı mücadele vermek zorundadır. İngilizler, Almanlar, bu dışa karşı kendini müdafaa mecburiyeti,kendi varlığının şuuruna vardırır Fransa'yı. Ayrı bir dili oldu­ğunu, ayrı bir tarihi olduğunu idrak eder, Hıristiyan kavimleri içinde belli bir yer işgal ettiğini o zaman ciddi olarak fark eder. Fakat bu coğrafyadan gelen milliyetçilik zamanla daha geniş bir menfaat birliğine inkılab eder.İktidara geçen burjuvazi kendi dışında kalan içtimai sınıfları yabancı gibi sömürmeye başlar. Zaten bu kanında vardır. Kendisi de toprak aristokrasisine karşı ayaklanmıştı vaktiyle. Bu defa da kendine karşı cephe alan işçi sınıfına karşı aynı kızgınlığı, aynı öfkeyi aynı yırtıcılığı izhar eder.Tabii dünyaya karşı da düşmandır. Hakikatte milletler sadece başka milletlere karşı mücadele verdikleri zaman milliyetçidirler. Bunun dışında milliyetçi değildirler. Mesela I. Cihan Savaşı'nda bu çok görüldü. Alman kapitaliz­miyle Fransız kapitalizmi ortaktılar. Endüstri kuruluşları olan birçok yer bombalandığında kapitalizm, kapitalizme yardım etti. Avrupalı için milli­yet sadece belli ölçüler içinde geçerlidir. Fakat zeval devrimizde en kuvvetli tarafımız, imanımız yok edilmek istendi. Bu imanı yoketmek için bilumum vesilelere müracaat edildi. Bu vesilelerden birisi de milliyetçilik hikayesi­dir. Bizde milliyetçilik doğrudan doğruya Avrupa'dan ithal edilmiş meh­fumdur. Katiyyen tarihimizde yoktur. İslamiyet'te olamaz milliyetçilik. Şimdi çeşitli telkinler, çeşitli propagandalar neticesinde dindaşlarımızla aramıız bozuldu, düşman olduk. Onlar ayrıldılar bizden. Bazısavaşlar geçti aramızda. Bazı arzu edilmez hadiseler geçti. Bu kopuştan sonra biz de ister istemez kendimize çeki düzen vermek zorunda kaldık.Menşeinde bu bir Avrupa oyunuydu, fakat sonunda bir mecburiyet oldu. Elbetteki belli hu­dutlar içinde yaşayan, belli dili konuşan insanlar kendi hüviyetlerini dış dünyaya karşı haykırmak, bir bayrak altında toplanmak zorundaydılar. Bir nefis müdafaası olarak milliyetçilik zarurettir. ElbetteTürk insanı kendini korumak zorundadır. Kendini korumak için de belli bayrak altında, pren­sipler etrafında birleşmek zorundadır. Batı'ya karşı, Rusya'ya karşı, İslam oldukları halde bize husumet besleyen asırlık telkinlerle,düşman telkinler­le husumet beslemekte olan kardeşimiz, fakat bizden ayrılmış ülkelere kar­şı kendi menfaatlerimizi korumak mecburiyetindeyiz. Bu birinci kısmı işin, ikinci kısmı da şu; Milliyetin birçok tarifi var.Almanların Alsace Lorraine'i işgalinden sonra hukuki ve felsefi bir mesele olarak ortaya çıkar. Alman ay­dınlarıyla Fransız aydınları arasında tartışma konusu olur. Varılan ve bi­zim de kabul edeceğimiz -ister istemez- tarif şu:Mazide ortak zaferleri olan, aynı şeylere inanan, aynı şeyleri isteyen menfaatleri müşterek, istik­balde aynı çatı altında, aynı bayrak altında yaşamak isteyen insan toplulu­ğu. Milleti millet, yapan birlikte yaşamak arzusudur. Bu arzu tarihten gelir. Bu arzu müşterek inanışlardan gelir. Bunu kuvvetlendiren kan, dil gibi baş­ka unsurlar da vardır. Bunlar biyolojik faktörlerdir ve hiçbir mana ifade etmezler. Fakat insanı insan yapan, insanı eşref-i mahlukat yapan hayvan-ı natık oluşudur yani insanın kafası vardır,aklı vardır, düşüncesi vardır, Vic­danı vardır. Madem ki, kafasına ışıkveren inançlarıdır, madem ki, bütün hayatını belli bir istikamete sürükleyen imanıdır, o halde hattı zatında mil­liyeti yapan en kuvvetli faktör imandır,inançtır. Sosyalizm İslamiyet'ten haberi olmayanların İslamiyetidir. Ona göre aynı şeylere inanan, aynı gaye uğrunda mücadele eden insanlar içtimai bir sınıf teşkil ederler. Bu içtimai sınıf ırk bağlarıyla bağlı değildir birbirlerine. Dünyanın bütün proleterleri kardeştirler. Burjuvazi zaten bu kardeşliği gerçekleştirmiştir. Kendi menfa­atleri uğrunda daima kendi insanını istismar eder. Sosyalizmin inancı bu­dur: Bütün dünyada burjuvazi bir tek millet vaziyetindedir. Onun gibi dün­ya proleteryası da tek millettir. Çalışanlar kardeştirler. Çalışanlar yani aynı gaye uğrunda emek,alınteri harcayanlar mazide de aynı gaye uğrunda ça­lışmış olanlar,istikbalde de aynı gaye uğrunda çalışacak olanlar kardeştir­ler. Yani Said-i Nursi Hazretleri "bugün unsuriyet çağı geçmiştir" derken iki manada haklıdır. Birisi ideoloji olarak bu asırda sosyalizm sahneye çık­mış ve bütün dünyada enternasyonaller kurulmuş. Enternasyonal, bütün milletlere açık sadece düşünce birliğine dayanan, kader birliğine dayanan bir topluluk demektir. İsmi üzerinde milletlerarası, beynelmilel. Sovyet Rusya da bunu gerçekleştirdiğini iddia ediyordu o zamanlar.O dönemde henüz ne gibi mecra takip edeceği, nasıl bir aldatmaca oldu­ğu belli olmamıştı. Sovyetlerin sosyalizmi, beynelmilelciliği samimi olarak tatbik ettikleri zannediliyordu. lll. Enternasyonal kurulmuştu ve bütünAvrupa proleteryası III. Enternasyonale bağlıydı. Demek ki milletlerin dışında milletlerarası bir milletten bahsetmek mümkündü. Şimdi de mümkün bir yerde. Hiç olmazsa nazari olarak. Yani bir İtalyan işçisiyle, bir Fransız işçi­si, bir İspanyol işçisi aynı insandır. Franco iktidara geçerken İspanya'da, iki dünya savaştı birbiriyle; Fransızlar, İngilizler,İtalyanlar, Amerikalılar, Al­manlar, Ruslar. Milletlerarası cepheler kuruldu. Ve bu cephelerde bütün Av­rupa insanı savaştı. Müşterek düşmana,faşizme karşı dövüştü. Şimdi nazari olarak sosyalizm milletler üstüdür. Acı çeken, ezilen bütün insanlık tek bir bütündür. Bunun dışında sömürenler vardır. Sömürenler de bir bütündür. Sosyalizm insanlığı ikiye böler:Sömürenler, sömürülenler. Sömürenler bir bütündür. Millet gibi birtakım suni tasniflere katiyen iltifat etmez.Sosyalizm Batı düşüncesi içinde en son sahneye çıkandır. En yenisidir.İddiası budur. Vaktiyle 1789'da milliyet hisleri bir taraftan kuvvetlenirken, bir taraftan da orta sınıf iktidara geçer. Bütün insanlara hukuki eşitlik sağ­lanır. Bunu yaparken insanların aynı haklara sahipolduğunu, aynı derecede aziz olduğunu, muhterem olduğunu, kimsenin kimseyi istismar etmeyeceği­ni ileri sürer.Fakat sonra hadiseler, menfaatler bu ideolojinin mümkün olmayan esas­lara istinad ettiğini çünkü dili başka, dini başka, hayatı başka, servet seviye­si başka insanların birbiriyle anlaşamayacağını ispat etti. Fransızihtilali de kendini bütün insanlığın ihtilali olarak takdim etti. Nitekim ozamanki ana­yasada gerekçesi de insan ve vatandaş hakları beyannamesidir.Sadece va­tandaş hakları değildir. İnsan ve vatandaş haklarıdır. Bu çok dikkate layık bir şeydir. Yani Fransız ihtilali insanlık namına yapılmış olduğunu iddia ediyordu. Ve doğrudan doğruya amentüsü de insan ve vatandaş hakları be­yannamesidir. Aynı milletlerarası mahiyeti sosyalizm de taşır. Bu ne kadar gerçekleşebilir, neresi yalandır ayrı mesele. Fakat Batı'da bir ideoloji hüviyetiyle tarih sahnesine çıkan üç ideoloji var; Hıristiyanlık,liberalizm ve sosya­lizm. Bunların üçü de bütün insanlık için harekete geçtiklerini iddia ederler. Milletler daha sonra çıkmıştır ortaya. Batı bir Hıristiyan vahdeti kurama­mıştır. İmparatorluklar kurmuştur: Roma-Cermen İmparatorluğu, Charle­magne İmparatorluğu. Bunlar İslamiyet'e benzeyen gerçek bir vahdet kura­mamıştır. Kuramamıştır ama daima milletin dışında daha yüksek bir cema­at olduğunu kabul etmiştir, hiç olmazsa nazari olarak.Hıristiyanlık bunu kabul etmiştir, liberal burjuvazi ve sosyalizm bunu kabul etmiştir. Bu itibar­la zannedildiği gibi milliyetçilik, Batı'nın bulduğu en son hakikat değildir, fert hodbinliği, aile hodbinliği, milli hodbinlik şekline de gelmiştir. Harice karşı bir müdafaa silahıdır, milliyetçilik.İnsanlığa çok büyük acılara, çok büyük facialara mal olmuştur, milliyetçilik tarihi kanla yazılıdır. Bu itibarla Said-i Nursi Hazretleri'nin söylediklerine ben de katılırım.Yalnız şimdi bu hudutlar içinde bazı noktalara işaret etmek gerekiyor. Bir kere İslamiyet'le, Hıristiyanlık içtimai, fikri ve tarihi yapısı bakımından tamamen birbirine zıt iki dünyadır. Bu iki dünyanın birbirleriyle anlaşması­na imkan ve ihtimal yoktur. Hıristiyanlar tarihin belli merhalesinde milli egoizmleri sahneye çıkarmışlar, kendilerini "millet"olarak anlatmışlar. Bunların karşısına biz sadece İslam olarak Çıkmışız. Ama bugün düşmanlar­la çevrilmiş, çeşitli ihanetIere uğramış, bütün efendiliğimize, bütün alice­naplığımıza rağmen hançerlenmiş, aldatılmış vaziyetteyiz. Bu itibarla bu­gün ister istemez bir devletimiz var ve bu devlet milli bir devlettir. İster iste­mez başkalarına karşı kendi varlığımızı müdafaa etmek için millet unsurun­dan da istifade etmek zorundayız. Yalnız bu istifade bağnaz bir şekilde, mu­taassıp bir şekilde,yobazlık şeklinde olmayacak. Elbette bizim de dilimiz var, bizim de edebiyatımız var, şarkılarımız var. Fakat hepsinden evvel dinimiz var. Yani din olmadan esasen milliyet olmasına imkan yoktur. Din olmayan yerde milletten bahsetme imkanı yoktur. Asırlarca Müslüman olarak yaşamış, zafer kazanmışız. Şuurumuzdan idrakımızdan ve şahsiyetimizden bu­nu çıkarmaya imkan yoktur. Bu itibarla tarihe dayanmayan, mukaddese da­yanmayan bir milliyetçilik kurulamaz. Cumhuriyet'in en büyük hatası bu ol­muştur. Yani bizi Osmanlı'dan tecrit ederek, dinden de tecrit ettiğini zan­netmiş ve dinden tecrit edilen bir kalabalığın da yaşayabileceğini zannetmiş. Mazideki kudretimiz hatıra olarak da yaşasa ayakta durmamızı mümkün kılmıştır. Fakat mazideki ihtişam nerede, bugünkü facia nerede? Cumhuri­yetin en büyükhatası -hatta bir parça İttihat ve Terakki'nin de- Türk mille­tini dinin dışında mütalaa etmektir. Din ki damarlarımızdaki her zerre kan­da,vücudumuzdaki her zerrede mevcut, hem hatıra olarak, hem dinamik bir kuvvet olarak, bundan tecrit edilen Türk insanı, millet gibi adeta kabile devrinin bakiyesi olan bir hisle ayakta tutulamaz. Çünkü bir yerde bizim dilimiz de dinimizin bir parçasıdır. Bütün sembollerimiz, bütün hayatımıza istikamet veren sevgiler, dinimize göredir. Bu itibarla dini tesanüd etrafında dinden gelen, tarihten, müşterek acıları çekmekten, müşterek facialara ma­ruz kalmaktan gelen Avrupalı manasıyla, bir milletten bahsedilebilir.Fakat unutmamak gerekir bunun en kuvvetli istinadgahı dindir, imandır,mukaddesattır. Bir mukaddesler manzumesi olmadıkça hiçbir topluluk ayakta duramaz. Dinsizlik bir hastalıktır. Fert dinsiz olabilir, fert ate olabilir.Fakat toplum olamaz. Toplum dinini kaybettiği andan itibaren vahşi bir hayvan sürüsüdür. Yırtıcı, riyakar, melun, en adi canavardan daha tehlikeli bir sü­rüdür. Nitekim tarihin hiçbir devrinde hiçbir topluluk dinsiz yaşayamamış­tır. Bu itibarla bir topluma yapılacak en büyük kötülük onun dini inançlarıyla oynamaktır. .Said-i Nursi 930'da haklıydı, bugün haklı değildir. Şundan haklı değildir:Toplum maziden çok farklı bir yapı taşıyor. Elimizde olmayan sebeplerden dolayı dostlarımızı kaybettik. Himaye ettiğimiz milletleri kaybettik. Bu fırtı­na ortasında dağılan sürüyü bir araya toplamak için ister istemez tarihi ha­tıralara dayanmak, onlardan faydalanmak zorundayız. Elbette bütün Müs­lüman kardeşlerimiz aynı değerdedir. Fakat kendi dilimizi konuşan,anlaşa­bildiğimiz insanlar elbette bize daha yakındır.İslamiyet büyük bir dairedir. Ebediyete kadar uzar. Bütün insanlığa şa­mildir. Fakat bu daire daha küçük dairelere müttehid-ül-merkez,merkezleri bir olan dairelere bölünebilir. İlk daire ailedir. Ondan sonra millettir. Ondan sonra İslamiyet'tir. Arzu ederiz ki İslamiyet en büyük daire olsun. Hepsini kucaklasın. Bütün insanlığı kucaklasın.



C.M.: Şimdi efendim. Bu milliyetçilik hareketi iki kaynaktan geldi bize.Birisi batı kaynağı. Batı' dan gelen bu tehlikeli fikir birkaç isim etrafında toplanabilir; Josephe De Guignes, Leon Cahun, Vambery. De Guignes18. asırda yaşamış, o devrin kifayetsiz bilgileriyle Çin uzmanıdır. Kendisi hari­ciyeye, Fransız polisine mensup bir adamdır. Ve mesela Çin Iilerin,Mısır'dan gelen bir koloninin devamı olduğunu söyleyecek kadar bilgisizdir bu konu­da. De Guignes bizi bizden fazla düşünmüştür, çok eski bir mazimiz oldu­ğunu, Hunların, Moğolların çocuğu olduğumuzu, sekiz cilt halinde yazmış. De Guignes İslamiyet'e, Osmanlı'ya düşmandır. Güya bizi Osmanlı'dan ve İslamiyet'ten kurtarmak için Hunlarla, Moğollarla akraba yapmış.Hakikatte bu tarihen hiçbir zaman sabit olmamıştır. Ve Avrupa, onun bizi kardeş yap­tığı bu kavimleri lanetle yad eder. En son tarihler Hunlardan"medeniyetin kendilerine yalnız harabeler borçlu olduğu Hunlar" diye bahseder. Medeni­yet tahripçileri, yırtıcı, hunhar bir sürü olarak bahseder.De Guignes'den Sü­leyman Paşa bahsetmiştir. Eserinde De Guignes'den parçalar nakletmiştir. Süleyman Paşa De Guignes'yi nereden tanıdı? Nasıl tanıdı? Hangi karanlık kaynaktan geliyor De Guignes'yi tanıması? Belli değil. Ondan sonra Ziya Gökalp'in tavsiyesi ile Hüseyin Cahit tercüme etmiş.Hunlarla, Tatarlarla, ismini bilmediğimiz birçok milletlerle, Vizigotlarla,Ostorogotlarla vs. tanıma­dığımız atalarımızIa münasebetlerimizi De Guignes' den öğrendik.Bir diğeri de Leon Cahun'dur. Leon Cahun Yahudidir. Asya Tarihine Gi­riş diye bir kitabı var. Türkiye'de milliyetçiliğin kaynağıdır bu kitap.Önsö­zünü tercüme ettim onun. Diyor ki "Türkler hiçbir medeniyet kurmamışlar­dır. Kuramazlar da. Bilakis yıkarlar. O kadar budaladırlar ki Çin medeniyeti ile uzun zaman temas etmişler. Fakat bu medeniyeti bir türlü nakledeme­mişlerdir. Düşünce kabiliyetleri yoktur bunların. Sadece yıkmışlardır". Bu kitap Türk milliyetçiliğinin Kuran-ı Kerim'i oluyor. BütünTürkçülerin üze­rinde birleştikleri isimlerin başlıcalarından biridir Leon Cahun. 19. asır so­nu, 20. asrın başında yaşamıştır. Vambery doğrudan doğruya casustu zaten.Şimdi bir de Rusya' dan gelen Türklerin telkinleriyle kuvvetleniyor bu ha­kikat. Rusya'dan gelen Türkler, Osmanlı'ya hem dostturlar, hem düşman.Dostturlar çünkü aynı medeniyet camiası, aynı ruh iklimi içindeler.Düşman­dırlar, çünkü Osmanlı kendi dışlarında. Kırım' dan ayrıldıktan sonra onlarla bir münasebetimiz kalmadı. Bu itibarla Türkler İslam medeniyetinde,İslam faktörü üzerinde değil, daha çok Türk motifi üzerinde durmuşlardır. Ve Mil­liyetçi hareket Türk Yurdunda, Türk Yurdu etrafında halkalanmış, TürkYur­du etrafında gelişmiştir. Yusuf Akçura, ayrıca Ağaoğlu Ahmet -garip bir mil­liyetçimiz-. Ağaoğlu Ahmet'i anlatmak bütün Rusya'dan gelen Türkleri anIat­mak için kafidir. Prototipidir onların. Hepsi aynı vaziyetteler. çünkü Rus ter­biyesi görmüşler, Rusya'da yetişmişler. Orada Türklük gururları kırılmış. Bu­rada yeni bir vatan bulmuşlar. Fakat bu vatanda söz sahibi olmak, büyük söz sahibi olmak arzusuna kapılmışlar. Yusuf Akçura biliyorsunuz Tarih Kuru­mu'nun başkanı oldu Mustafa Kemal devrinde.Milletvekiliydi. Mustafa Ke­mal'in çok sevdiği adamdı ve bütün emellerine sadakatle hizmet etti. Osman­lı'nın yıkılışında onun büyük rolü vardır,hissesi vardır. Ziya Gökalp budala bir adamdı tam manasıyla. Ağaoğlu budala değildi. Haris bir adamdı. Ziya Gökalp ayran budalasıydı. Cahil bir adamdı.Son derece ümmiydi. Evvela Se­lanik'te pohpohladılar; İttihad Terakki,emellerine alet etti. Politikanın bütün büyüklerine, Enver'e, Talat'a,Mustafa Kemal'e sen -haşa- Allahsın, sen Pey­gambersin diye kasideler yazdı.Büyük milliyetçi, milliyet nazariyecisi oldu.Said-i Nursi'nin büyük bir ihtimalle bid'at erbabı diye yad ettikleri ara­sına bunlar da girer. Tarih tasfiye etti Osmanlı'yı, parçalandı ülke.Binaena­leyh, Cumhuriyet devrinde milliyetçiliğe sarılmak mecburiyetti.Yalnız dedi­ğim gibi bu öyle bir milliyetçilik ki içi boşalmış, kansız,cansız, hareket kabiliyeti olmayan bir milliyet. Zaten "cihanda sulh,yurtta sulh" formülü ile ifadesini bulan bir sulhperverlik bahis mevzuu idi.İnancını kaybeden, kaybettirilen insanların mütearrız olmasına, dinamik olmasına zaten imkan yoktu. Ci­handa sulh, yurtta sulh olmasın da ne olsundu? O devrin fikir hareketleri karmakarışıktır, mutlak olarak teslim olduğumuz bir çağ.Bizim için bir dayanışma unsuru olduğu ölçüde kavmiyetimizi müdafaa edeceğiz. Ama kavim ikincidir. Birincisi dindir tabiatıyla. Kavmi yapan din­dir, inançtır. Bu itibarla ben şahsen bunların bu günkü cemiyette çok faydalı olacağına da inanmıyorum. Yani elbette İslamiyet'i tahkim etmek,tahsir etmek, rasin ve metin hale getirmek bilhassa aydınlar arasında vazifemizdir. Fakat ayırmaktan, ayırıcı olmaktan, yaralayıcı olmaktan hazer ederim. Ay­rılmaya değil, birleşmeye ihtiyacımız var. Ne olursa olsun birleşmeye ihtiya­cımız var. Yalnızız, bütün dünyada yalnızız. Herkes düşman. Herkesin düşman olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Dosta, sıcak bir tebessüme çok ihtiyacımız var. Bu insanların hepsi bizim. Yani insanları damgalayarak ayırmak değil, mümkün olduğu kadar müşterek unsurlar bulup birleşmek lazım.Said-i Nursi Hazretleri'nin bütün yazılarını belli başlıklar etrafında top­lamalı, mufassal bir lugatçesini yapmalı, indeksIemeli. Biri, bütün külliyatı­nı tarar, kelimelerin altını çizer, alfabetik olarak yazar.Diyelim ki ilk kelime Adem. Adem kelimesi hangi ciltlerde, hangi sayfalarda ve niçin geçer? Cilt 3. sayfa 500' de. Aşağı yukarı bütün büyük adamlar için aynı şeyi yapmışlardır. Herkesin kitabının indeksi vardır. Bu, okumayı çok kolaylaştırır. Etüd yapmak isteyince onu da kolaylaştırır. Faraza Said-i Nursi Hürriyet hakkında, nerelerde ne söylemiş? Ne kadar söylemiş? Bunun daha mufassalı da olur. O biraz güç. Çok faydalı bir iş olur, okumayı ve anlamayı kolaylaştırır.Ben Ziya Gökalp'in bazı yazdıklarını eleştirdim. Bazı şeyler var ki mü­nakaşa edilir. Bazı şeyler var ki münakaşa edilemez. Ben hiç kimsenin mü­nakaşa edemeyeceği şeyleri eleştirdim. Türkiyat, Türk perestlik diyor.Türk­köri kelimesi Türk perestliktir. Türkiyat da, Türkolojidir diyor.Türkköri bu manaya hiç gelmez. Madrabazlık yapmıştır. Bütün söyledikleri yanlıştır. Bunları dünyada mevcut bütün lügatlarla ve vesikalarla ispat ettim. Niçin bunu yaptığımı anlattım. Bitirdim hikayeyi. Hiçkimse ağzını açıp cevap vermedi. Herkes kızdı. Buyrun canım hata etmiş olabilirim.İnşallah hata etmi­şimdir.Abdulluh Cevdet'e gelince, tabii herkesin bir parça sübjektif tarafları vardır. Bir yerde çok faydalandım Abdullah Cevdet'ten. Dil Best-i Mevlana'sı çok güzeldir, Gazali'nin Gazeliyat'ını ondan okudum. Çok geniş tecessüslü olan mustarip ve yalnız bir adamdı. Mülhid değildir, zındık değildir.Devlet-i Aliyye'nin çöküş tarihi, yokoluş tarihi 1826'dır.Yeniçeri topa tutulduktan sonra yeni bir ordu kurmak lazım. Bu ordu nasıl kurulacak? Bu orduyu kurmak için Batı' dan hocalar getiriyoruz. Ta­savvur edin, insan deli olur. Asırlarca mücadele ettiğimiz, tarihte gazaları­mız olan ve onu hidayete getirtmek için sel gibi kanlar akıttığımız bir düş­mana el açıyoruz, "gel bizi yetiştir" diyoruz. Yani bu adamın hikmet-i vücu­du bizi yemektir, mahvetmektir. Hayatının yegane gayesi bizi yemek olan bir medeniyetten, ordumuzu yetiştirmek için hoca istemek ne demektir? Ya­ni bundan büyük felaket tasavvur edebilir misiniz? Ordunun techizatı var­dır,malzemesi vardır, vesairesi vardır. Bunları da getirtmeye başlıyorlar Av­rupa' dan. Orduyu ıslah etmek için, Batı mektepleri açılıyor. Müşavirler ge­tirtiliyor Batı'dan ve Mühendishane-i Bahri, Mühendishane-i Bem açılıyor.Mekteb-i harbiye açılıyor.Tabii adam gelince bize hizmet etmek için gelmiyor. Orduyla beraber müteahhitler de geliyor, iş adamları da geliyor. Politika esnafı da geliyor,misyonerler de geliyor. Yabancı mektepler açılıyor. Kesif bir taarruz başlı­yor. Avrupa'yla kaynaşıyoruz. Burada tabii biz mağlup olacağız. Çünkü kar­şıdaki tilkidir. Hiçbir zaman anlayamayız, hiçbir zaman anlayamadık Avru­pa'yı. Avrupa da bizi anlamadı. Anlamasına ihtiyaç yoktu çünkü. Avrupa bi­zi yemek istiyordu. Yiyeceğimiz hayvanı anlamaya mecbur değiliz.Balıkla­rın, koyunların hissiyatını merak etmeyiz. Değil mi ya? Keseriz,yeriz. Onlar da bizi öyle, nasıl kesilir bu, ona bakacak. Avcının hayvanı tetkik ettiği gibi, bizi tetkik ediyor Avrupa. Bizi anlamak niyetinde değil,anlamak mecburiye­tinde de değil.Halbuki biz düşmanı dost telakki ediyoruz. Kucağımızı açıyoruz, malı­ remdünyamıza sokuyoruz. Medeniyet bir bütündür, temelleri ortadan kal­kınca,bina çökecektir, çöküyor: Fakat çöküş orduda başlamıştır. İlk batılıla­şan müessese ordudur. İlk çürüyen ve ilk yok edilen bu ordu, Viyana'ya gi­den ordu değildir elbette. Avrupa bizi nereden yıkacağını, nasıl yıkacağını biliyor. Tek düşmanı hilafet müessesidir. Hilafeti yıktıktan sonra dava kazanılmıştır. Çok iyi biliyor ki, hilafeti dışardan yıkmak mümkün değildir.İçeriden kendi adamla­rına yıktırıyor. Osmanlı'ya ihanet etmek için dışardan kuvvet kullanmak mümkün değildir. Kendi içinden adamlar bulmak, emellerimizi onlara ta­hakkuk ettirmek, yol bu.

Haluk İmamoğlu: Bu beyanlarını ifade eden kaynaklar var mı?



C.M.: Bu düşünceleri beyan eden kayıtlar var. Mesela misyonerlerin yaz­dığı kitaplar var. Orada "En büyük düşmanımız İslamiyettir. İslamiyeti kal­dırırsak Osmanlı toz yığını haline gelir" diyorlar, açıkça söylüyorlar.



H.İ.: Bediüzzaman Hazretleri'nin ifade ettiği birşey var; İngiliz müstem­lekat nazırı Gladston Kur'an'ı kaldırmalıyız diyormuş.



C.M.: Okuyanlar kendi adamlarıdır. Fakat bu okuyanlar kendi dillerini biliyorlar. Batı'da, Batı dilini bilen adamın dürüst ve namuslu olmasına im­kan yoktur. Batı dilini yalnız kendi adamları bilir. Robert Kolej'den çıkmış adamlar bilir. Bunun dışında Türkiye'de Batı dilini bilen adam yoktur. İma­lat hatasıdır, tesadüfen bilir. Yani Batı dilini bilip Batı'dan kopmak akla hayret verecek bir iştir. Çünkü Batı dilini bilince bütün mevkiler size açıktır. Bu Tanzimattan beri böyle. Yani rastgele adam,sokaktaki adam Fransızca öğrenince sadrazam oluyor, hikaye bu. Sadrazamlığa kadar çıkacak adam, ne diye Batı'yla muharebe etsin, mücadele etsin? Sebep yok. Menfaatlarına aykırıdır. Niçin, ne yapsın? Deli midir adam?Pek az deli çıkmıştır binaenaleyh. İmkan yok çünkü. Bir kavme benze­mek dilini bilmek demektir. Bilince de o kavimden olur. O kavim de sana yardım ediyor. Arka oluyor, yükseliyorsun. Düşman olmak için sebep yok.



H.İ.: Tilki medeniyetini (bizi yutmak isteyen medeniyet) komünizm de kendi bünyesinde kurmuş mudur acaba?



C.M.: Efendim, şimdi, hakikatte ideolojiler insana göre şekillenir.İdeoloji kitapta durduğu gibi durmaz. Tatbikatla toplumun bütün ruh dünyası­na kök salar.Rusya' da nüfusun yüzde 80'i köylü idi ve köylünün içinde okuma yazma bilen yoktu. Şimdi, okuma yazma bilmeyen bir toplumda, geri bir toplumda gerçekleşti komünizm. Binaenaleyh, ister istemez bu toplumun iç dünyası komünizmin şekillenmesinde müessir olacaktı. Bu itibarla kapitalizmde olan kepazelikler, komünizmde de vardır. Tecrit edemeyiz. Komünizm, is­terseniz sosyalizm diyelim. Çünkü komünizm yoktur henüz. Bilmiyoruz ne olduğunu.Komünizm diye bir şey yoktur dünyada. Teorik olarak ve pratik olarak yoktur.Komünist değildir Rusya. Sosyalist olmak iddiasındadır. Devlet yok­tur komünizmde. Devlet ortadan kalkar, ondan sonra komünizm merhalesi gelir.Komünizm merhalesi hiçbir yerde tatbik edilmemiştir. Nasıl bir cemi­yet olacağını bilemeyiz komünist cemiyetin. Biz komünist diyoruz. Bu pa­lavradan ibaret. Yani gayr-i ilmi ve gayr-i ciddidir. Rusya sosyalizmi tatbik etmek suretiyle günün birinde komünizme geçmek iddia ve arzusundadır. Komünizme geçmesi için devletin ortadan kalkması lazım. Devlet oldukça komünizm olamaz. Elbette, bugün tatbik edilen şekliyle Rusya'da, sosya­lizm,kapitalizmin bütün kepazeliklerine vâristir Yani bunları ayırmak mümkün değildir. İkisi de Avrupa menbalıdır. Buna Rusya bir Rus mistiği getirmiştir. Rus insanı cahil olduğundan, yontulmamış olduğundan, tabiata veAllah'a daha yakındır. Yani kâfi derecede medeni değildir. Fakat doktrin olarak, bir doktrindir sosyalizm. Sair kendinde bütün doktrinlerin hatalarını taşır sosyalizm.



H.İ.: Rüyadaki hitabede geçen beş menfi esas Makyavelist prensipler mi­ dir?



C.M.: Rüyadaki hitabe son derece mühim bir hitabedir. O sıralarda sos­yalizm emekleme çağındadır, yeni kurulmuştur. Ve bir rüya olarak caziptir. Bu rüya karşısında Bediüzzaman Hazretleri'nin düşünceleri var.Açıktan açığa sempati ile bakıyor memlekete. Yani kapitalizm asırlardan beri imti­handan geçmiş, ne kadar namussuz, ne kadar hain, ne kadar insanlık dışı bir düşünce olduğunu ispat etmiştir.Kapitalizm Asya'yı yemektedir ve Asya'yı yok etmektedir. Asya için bir felakettir. Bu arada yeni bir dünya uyanıyor. Yeni bir inkılap olmuştur,ha­reket olmuştur. Bu hareket insanı, insana düşman yapan bir hareket değil­dir, dost yapan bir harekettir. Bu hazret milletlerarası bir mücadeleyi değil sınıflararası, ezenle ezilenin mücadelesini remizleştirir.İslamiyet'in bu ha­rekete baş olması, günahlarından sıyırması ve Asya'yı,esir Asya'yı, mazlum Asya'yı yine İslamiyet'in rehberliğinde fakat sosyalist bir temayülle idare et­mesi arzuya şayandır, neticesine varıyor. Kapitalizme yüzde yüz hasımdır. Sosyalizme nazar-ı müsamaha ve şefkatle bakmaktadır. Bu hitabe son dere­ce dikkate layıktır, son derece. Değerlendirilmedi o hitabe.Hakikatte Marx'ın kominizm dediği şey de Bediüzzamanın 5. devriyle uyuşmaktadır. Malikiyet demek, bütün insanların mülk sahibi olması demektir.Ve hürriyet demek her türlü zulümden, her türlü baskıdan, her tür lü istibdattan kurtulmak demektir. Marksizm de, komünizm de budur. Herkesinmülk sahibi olması, istediği gibi yaşaması. Hiçbir baskı olmama­sıdır.



Safa Mürsel: Fakat Marksizmde, tasvir ettiğiniz gibi bir dünya düşünül­müyor.



C.M.: Şimdi efendim, bir kitaplarda, kafadaki istikbal var, bir de yaşa­nan realitenin getireceği tahmin edilen, istikbal var. Bugünkü şekliyle sosya­lizmin insanları hürriyete, saadete, kavgasız bir cemiyete, ahenkli bir cemi­yete götüreceği söylenemez. Fakat Marx'ın söylediği bu 5. merhale şu şekil­de tarif edilir: Esaret tünelinden hürriyet dünyasına çıkış. çünkü devlet bir esaret müessesesidir, devlet sınıflı bir cemiyette hakim sınıfın emellerini destekleyen ve ezilen sınıflara nefes aldırmayan bir makinedir.Bu makine ortadan kalkacaktır. Bu makine ortadan kalkınca hürriyetsizlik kalmayacak­tır. Devlet, sahip olanların devletidir. Daima hakim sınıfın yani, Malı mülkü olan sınıfın iktidarıdır.Bu iktidar, altındakileri ezer. Hiçbir zaman hiçbir hakka ve hürriyete sa­hip olamazlar. Halbuki istihsal o şekilde düzenlenecek, o şekilde artacak ki devlete ihtiyaç kalmayacak herkes fail-i muhtar olacak. Şimdi fail-i muhtar değildir, daima bir baskı altındadır. Fail-i muhtar olduğu devirde yeniden hürriyet dünyasına geçilecektir. Program, emel bu. Tatbikat nereye götürür? Belli. çatışmaya, esarete, hürriyetsizliğe götürüyor. Ama rüya bu değil, emel bu değil. Kâğıt üzerindeki emel bu değil. Has bir düşünce adamının da böy­le bir netice tasavvur etmesi düşünülemez.Bir rüyadır sosyalizm ve böyle düşünülüyor. Komünist merhalede her­şey,herkesindir. "Herşey herkesindir" ne demek? Şimdi şu formül düşünü­lüyor.Sosyalizmin ilk merhalesinde ölçü herkese ehliyetine göredir. Herkes ehliyetine göre yiyecek. Peki ehliyetin ölçüsü nedir? Ehliyetin ölçüsü elsa­natıdır. Ne yapıyorsanız, ne kadar çalışıyorsanız, ne kadar üretiyorsanız, o kadar yiyeceksiniz. Fakat daha ilerdeki merhalede herkes ehliyetine göre üretecek, kudretine göre üretecek ve her insan ihtiyacına göre yiyecek. Şimdi üretimin gayet bollaştığını düşünün. Mesela Kadıköy100.000 kişilik bir memleket. Bu 100.000 kişinin yaşaması için ne lazım? Şu kadar buğ­day, şu kadar arpa, şu kadar demir, şu kadar çinko, şu kadar bakır, şu ka­dar şeker. Üretim planlanınca, düzene sokulunca, aklın emrine girince kim­se kimseyi istismar etmeyecek. Hiçbir alın teri boşa harcanmadıkça, yapı­lan istihsal tabii olarak Kadıköy ahalisinin istediği gibi yaşamasına kâfi gelir. Her insan 5 saat çalışacak, ideal sitede. Her insan istediği kadar yiye­cek. Mesela burada 3 kişiyiz. Diyelim ki istihsal yiyeceğimizden fazlaysa kimsenin tutup daha fazla zahire iddihar etmesine ihtiyaç yoktur. İstihsal bir ırmak gibi, ırmak kadar boIdur. Irmaktan herkes tenekesini doldurur, içeceği suyu alır. Bunun için suyu kurutmasına ve küplere doldurmasına lüzum yoktur. Bu şekilde istihsal vasıtaları zaten bütün cemiyetin olduğuna göre herkes herşeye sahiptir ve herkes ihtiyacına göre müşterek hasıladan faydalanacaktır.Esasen bütün doktrinlerin gayesi de bu bir yerde. Liberalizm bunu ger­çekleştiremedi ve gerçekleştiremez de.Fakat sosyalizmin ümidi, arzusu bu. Anarşizmin de bu. Anarşizm de ay­nı şeyi söylüyor. Bunlar tabiatıyla evladım birer rüya. Ne zaman gerçekleşe­ceğini,nasıl gerçekleşeceğini kimse bilmiyor.



S.M.: Bediüzzaman'la, Marx'ı aynı şeyleri isteyen kimseler olarak mütalaa etmek mümkün mü?



C.M.: Proleterya diktatörlüğü zaruri bir merhaledir. Başka çaresi olma­dığı için bunu söylemiştir. Marx'ın bütün eserlerinde bir defa geçer proletar­ya diktatörlüğü. Proleter diktatörlüğünün asıl sebebi şu:Burjuvazi, iktidarı ele geçirmiştir. Burjuvazi bütün imkanlara sahiptir,istediğini yapmaya ve istediğinden başka birşey yapılmamasına kadirdir.Binaenaleyh geniş halk tabakalarının, çalışanların haklarının istirdadı için mutlaka bir şiddete ihti­yaç vardır. Proletarya diktatoryası, burjuvazinin getirdiği anarşizme son vermek ve müstakbel cemiyeti kurmak için zaruri bir ameliyat-ı cerrahiye­dir. Hastalığı tedavi etmek için kullanılan bir bıçaktır. Proletarya diktatorya­sı bir gaye değildir Marx'ta. Nasıl bütün insanlık istihsal vasıtalarına sahip olur? Bir insanın bir insanı, bir insanın birçok insanı, bir insanın belki bü­tün insanların, dünyayı sömürmesi nasıl önlenebilir? Önlenmesi için şiddete ihtiyaç vardır. Bu şiddet, geçilecek bir köprüdür mecburi olarak. Ve bu köp­rü de proletarya diktatoryasıdır. Diyor ki, bugün bunun yanlış olduğu bütün sosyalistler tarafından kabul edilmiştir. Marx'ın yaşadığı dünyada buıjuvazi yırtıcı bir kuvvetti. Geniş nüfuzu ve kudreti olan bir sınıftı. Ama bugün o sı­nıf yavaş yavaş tasfiye edilmekte, yavaş yavaş şiddetini kaybetmekte ve ge­rek İtalya'da, gerek Fransa'da, gerek İspanya'da, Avrupa'nın sosyalist ülkele­rinde proletarya diktatoryası kalkmıştır. Proletarya diktatoryasına ihtiyaç yoktur prensibi yerleşmiştir. Marx'ın sadece zamanın icabı olarak kullandığı proleterya diktatoryası luzümsuz bir gevezelikten ibarettir bugün. Kimse kabul etmiyor, proleterya diktatoryasını. Marksistler bile kabul etmiyorlar. Diyorlar ki Marx bunu bir kere söylemiştir ve belli bir zamana münhasır söylemiştir. O devirde öyleydi, bu devirde böyledir.Değişmiş bir hükümdür diyorlar.



S.M.: Serbestlik anlayışında, Bediüzzamanla tel'ifte, nasıl davranacağız?



C.M.: Serbestlik anlayışı şu: Hattızatında, insanın bütün melekelerini geliştirmesi, bütün imkanlarıyla yaşaması, kendini insan olarak idrak etme­si ve bunu yaparken de hiçbir baskıya maruz kalmamasıdır hürriyet.Hürriyet yalnız nazari değildir. Yapmak değil yapabilmektir. Yapabil­mek de iktisadi kalkınmadan sonra olur. Ben size bağlıysam, siz ekmeğimi veriyorsanız, ben nasıl hür olabilirim? Liberal kapitalist cemiyette insanla­rın hür olmasının imkanı yoktur. Halbuki istihsal vasıtalarının cemiyete mal olduğu bir ülkede istihsalin son derece genişlediği, kimsenin kimseye tahakküm etme imkanı kalmayan bir ülkede elbetteki herkes hür olacaktır. Hürriyet şifahi bir kelimeden ibaret değildir. Hürriyet, aynı zamanda iktisa­di bir kendi kendini gerçekleştirmedir. Başkasına bağlı olmamaktır. Kendi emeğine, kendi kafasına bağlı olmaktır. Her istediğini yapabilmektir. Tabii, toplumun menfaatları çerçevesi içinde. Elbette kullanılan kelimeler ayrı, elbette dayandıkları temeller de ayrı. Fakat netice itibariyle ikisinin de istediği, farklı değil. "Cümlenin maksadı bir amma rivayet muhtelif" gibi. Bediüzzaman Hazretleri bunları İslamiyet'e dayanarak,Marx ise doğru­dan doğruya insaniyete dayanarak söylüyor. İnsan aklına güvendiği için bunları söylüyor. İnsan aklı bunları gerçekleştirecek, gerçekleştirmezse insa­nın kendisi yok olacak.Bediüzzaman semavî naslara dayanıyor. Çok daha sağlam, çok daha de­rin kökleri var. Ama gerçekleştirilmesini istediği ve düşündüğü hürriyetlerle,Marx'ın gerçekleştirilmesini istediği ve düşündüğü hürriyetler arasında bir fark yoktur.



S.M.: Bu neticeye giderken, kullanılan vasıtaların farklı olacağını kabul edebilir miyiz?



C.M.: Bunların ikisinin aynı olmasına imkan ve ihtimal yok. Çünkü ha­reket noktalan çok farklı. Vasıtalar elbette birbirinden çok farklıdır. Fakat netice itibariyle gaye çok yakındır, çok yakındır.



S.M.: Arada farklılığı kabul bakımından, vasıtaları, neticeler kadar önemli tutmak icabetmez mi?



C.M.: Burada birşeyi düzeltmek için araya gireceğim. Bir söz vardır: "Vasıtalar gayeyi meşru kılar". Bunu yanlış biliyorsunuz hepiniz.Machi­avelli'nin zannediyorsunuz. Machiavelli ile alakası yoktur bu sözün.Bu sö­zü Cizvit mezhebini kuran İgnacio De Loyola söylemiştir. Dikkatinizi çeki­yorum. Çok mühim benim için bu. Vasıtalar gayeyi meşru kılar. Kılar mı?Kılmaz mı? İgnacio De Loyola'nın gaye dediği i'la-yı Kelimetullahdır.Hıris­tiyan dininin birliği ve Hıristiyan kilisesinin yaşaması bahis mevzuudur. Hıristiyan dininin, yani ona göre bütün insanlığa saadet getirecek olan bir inanç sisteminin yaşaması için vasıtalar meşrudur diyor.Halbuki bunu matbuatta falanın iktidara geçmesi için vasıtalar meşrudur diye yazıyorlar. Böyle birşey yok. Gaye cihan şumuldür, dinidir, imana dayanır,kilisenin yaşaması, ilahi nizamın kurulması için vasıtalar meşrudur diyor.Haklıdır. Ben de öyle düşünüyorum. Binaenaleyh bunu da biz soysuzlaştırmış,bo­zuk hale getirmişiz. Elbette vasıtalar da düşünülecek. Bilhassa insanlık ba­his mevzuu olunca. Elbette düşünülecek vasıtalar. Fakat, şimdi bir yerde şu var. Vasıtalar her zaman arzumuza uygun olmayabilir. O zaman neyapa­cağız?



S.M.: Yani gerçekleştirilmesi istenen neticeleri tahsil etmeye müsait ol­mayabilir.



C.M.: Evet, bu neticeye uygun olarak aynı derecede nezih olmayabilir vasıtalar. Mesela yine Hazret-i Muhammed'e atfedilen "el harbu hud'atün"sözü, Hud'a ayıp birşey değil mi? Ama "el harbu hud'amn" diyor. İ'lâ-yıKe­limetullah için hud'a bile caizdir diyor. Burada İgnacio De Loyola'nın"gaye vasıtaları meşru kılar" hikayesine gelip dayanıyoruz.Elbette büyük bir davaya, temiz bir davaya, temiz yollardan gidilir. Bir sual daha var. Ne kadar kullanılır bu vasıtalar? İstisnai olarak bir defaya mahsus. Gaye insanlığın saadetidir. O halde, harpte, kan dökmek de, zulümde, şiddet de kullanılabilir. Kullandın, bunu kaç defa kullanacaksın? Bu kul­lanılmaya başladıktan sonra insan iradesini kaybediyor, vasıtalar ön plana geçiyor. Yani en büyük tehlike şudur. Bazen vasıtalar, gaye haline geliyor. Vasıta bir köprü iken, gidilmesi gereken bir yer olarak telakki edilmeye baş­lanıyor ve bütün felaket başlıyor o zaman. Belki Rusya'nın enbüyük felaketi budur.Kemal Tahir için hapishane iyi bir laboratuardır. Çeşitli ülkelerden gelen,çeşitli meseleleri olan, çeşitli istidatları olan insanlarla daha yakından tanıştı. Tahlil sahası çok geniştir Kemal Tahir'in.Kemal Tahir'de Anadolu vardır. Peyami Safa'da yalnız İstanbulvardır,İstanbul'un belli bir muhiti vardır. Bu itibarla romanları psikolojiktir.Daha doğrusu ferdin içine, iç dünyasına, iç istidatlarına, iç bunalımlarına çevrilmiştir.Kemal Tahir'de sosyal hayat vardır. Türk insanının istidatları vardır. Tarih vardır. Osmanlı vardır. Peyami'de yoktur. Peyami'de yalnız bir kesiti vardır. Kendi yaşamını anlatır.



H.İ.: Peyami'nin üstünlüğü nerden geliyor?



C.M.: Peyami'nin üstünlüğü sadece üslubudur. Peyami teknik olarak us­ta bir yazardır, teknik olarak. O da Opperman'ın taklitçisidir hattızatında.Osmanlı'nın kuruluşundan itibaren meseleleri kovalamış, doğrudan doğ­ruya tarihimizin son derece mühim hadiselerine eğilmiş. Mesela bir Serbest Fırka rezaletine. Mesela bir inkılabın başlarına, kurtuluş savaşına, Kurt Kanunu'nda girmiştir.Yani romanın sınırlarını, Türk romanının sınırlarını genişletmiştir.Pe­yami'nin romanları bir odada geçer, bir mahallede geçer. Kemal Tahir'in ro­manları bütün Türkiye'de geçer. Mukayese edilirse Peyami belli bir yerin adamıdır, alanı çok dardır, Kemal Tahir'e göre.Peyami, II. Meşrutiyet aydınıdır. Belli bir kurulu düzenin müdafiidir. Düşünce ufkunu Ziya Gökalp çizmiştir. Ziya Gökalp'in dışına bir adım at­mamıştır.Kemal Tahir, bütün kepazelikleri, bütün rezilIikleri görmüştür.Hapisha­neyi, yapılan rezilIiği, Batılılaşmayı çıplaklığıyla, acılarıyla,etinde yaşamış ve aşağı yukarı ilk defa olarak Türkiye'de nasıl bir oyuna geldiğimizi, nasıl bir açmaza girdiğimizi söylemiştir.Peyami, hasta bir adamdır. Bir ıstıraptır, bir çiledir, bir çırpınıştır.Peya­mi esasen, menşe olarak İsmail Safa'nın oğludur. İsmail Safa, devrinde,ikinci, üçüncü derecede bir şairdir, ve bu bir tarafa bırakılırsa o da hastaydı. Peyami'nin hayatında bir facia vardır, babasının Sivas'ta ölmesi.Bunun için Abdülhamid Han'ı daima tel'in eder. Abdülhamid Han ile beraber,Osman­lı'ya da düşmandır. Hayatını zehirlemiş bu hadise, Abdülhamid Han sürgün etmezse ölmeyecekmiş gibi. Gerçek bir budalaydı İsmail Safa. Hadiseyi an­lattım mı bilmiyorum? İngilizler, Boerleri tahrip ediyorlar, istila ediyorlar. Boerler masum ve mazlum bir kavimdir. Boer savaşları son derece mühim insanlık tarihinde. Mukayese olsun diye söylüyorum; Herbert Spencer -İngiliz filozofu- Londra'da müreffeh, hayatından memnun yaşamaktadır ve Kraliçenin nişanına mazhardır. İngilterelilerin çok sevdiği ve saydığı bir adamdır. O sırada Boer muharebesi oluyor, müthiş canısıkılıyor Spen­cer'ın. Kulüpte otururken subaylar geliyorlar, memnun değil,müteessirler. "Ne oldu" diyor Spencer. "Boerler bir İngiliz subay grubunu pusuya düşü­rup öldürdüler" diye cevaplıyor birisi. "Çok iyi olmuş" diyorSpencer. "İngi­lizlerin, Boerler arasında ne işi vardı. Kendi mukaddeslerini, kendi ülkeleri­ni müdafaaya mı gittiler? İ'la-yı Kelimetullah için mi çarpışıyorlar. Bir alay korsan, gittiler, geberdiler,gayet iyi olmuş." Boer savaşına girdikten sonra, Spencer, kraliçenin nişanını böyle zalim, böyle namussuz bir hükümetin ni­şanını ben istemem diye reddetmiştir.Bu arada İsmail Safa o zamanki arkadaşlarıyla İngiliz Sefaretine gidi­yor."Boerleri yendiniz, tahrip ettiniz mel'unları" diyor, "Allah zaferinizi müzdad eylesin", İngiliz sefaretinde, İngiliz sömürgeciliğinin müdafaasını yapıyor. İngiliz gazetelerinde yayımlanıyor bu ve tabiatıyla Abdülhamid Han bundan müthiş rahatsız oluyor. Bunların içinde İsmail Safa en ahmak­larıdır ve en cahilleridir. Tutup, kazanan bir adam da değildi. Basit bir adamdır İsmail Safa.Peyami'nin ruhunda bu, silinmeyen akisler bırakmıştır. Sanki bütün tarih,İsmail Safa'nın akıbetiyle meşgul, Peyami'nin aile faciasıyla meşgul.Os­manlı hakkındaki hükmü daima İsmail Safa'nın nefy hikayesiyle beraber gitmektedir.Peyami büyük bir zeka idi. Hırçın bir adamdı. Hastaydı evvela. Kendi­sinden çok değersiz, mukayese edilemeyecek kadar değersiz, adamların hep­si milletvekili oldu, hepsi vali oldu, hepsi elçi oldu. Peyami kalemiyle hayatı­nı yaşamak mecburiyetinde kaldı. Büyük acılar çekti. Büyük iştihâlârıvardı, her entelektüel gibi. Dünya nimetlerine düşkündü. Lükse düşkündü.Fakat bunların hiçbirini tatmin edecek imkana sahip değildi. Mütemadiyen çalış­mak, beynini satarak yaşamak mecburiyetinde idi. İnansın, inanmasın; o sı­rada belli bir zümre tarafından desteklenen fikirlerin destekleyicisi oldu. Adeta bir kalem eşkıyası idi. Parayı veren Peyami'yi kullanabilirdi.İmzalı, imzasız, namütenai yazı yazdı. Kendini boşa harcadı ve harcamak mecburi­yetinde idi. Ben, Peyami'yi çok severim ve acırım. O devirde yaşayanlar ara­sında en zekisi idi. Birçok şeyleri görebilirdi, birçok şeyleri yapmayabilirdi. Yaptı, hepsini de.



H.İ.: Aynı şeyleri Kemal Tahir için de söylemiştiniz. Birçok şeyleri yap­mayabilirdi diye.



C.M.: Kemal Tahir 1910 doğumludur. Kemal Tahir o neslin bütün ve­himlerini taşıyordu kendinde. 1936'da genç bir adamdı. Dergi çıkardılar, mahkum oldu. Onüç sene yattı içerde. Gençliğinin en güzel yıllarını hapis­hanede geçirdi. Çorum Hapishanesi'nde, Malatya Hapishanesi'nde. Hapis­haneden hapishaneye dolaştı. Fakat kuvvetli bir iradesi vardı. Yenilmedi ve yıkılmadı, çalıştı.1953'te hapisten çıktığında çok güç durumdaydı. Onüç sene hapishane­de yatmış bir adamın, hapishaneden çıktıktan sonra polis nezareti altında kalması mukadderdi. Eski arkadaşları terk ettiler. İş bulma imkanı yoktu.Zaten hapishaneye girmeden önce de avukat katipliği yapıyordu.Galatasa­ray'ı bitirememişti, tahsili yoktu. Bir ara ye' se düştü ve Mayk Hammer tercü­meleriyle yaşadı. Bu tarafı üzerinde durulmadı Kemal Tahir'in.Halbuki du­rulmaya layık bir taraftır. Senelerce Mayk Hammer tercümeleri yaptı. Haya­ta küskündü, kafayı çekiyordu boyuna. Fakat teslim olmadı ve yolunu bul­du. Tabii birçok tavizler vermek zorunda kaldı cemiyete. Mecburdu verme­ye. Uydurma dilin çok aleyhinde olduğu halde. T.D.K.'den ödül aldı.Yunus Nadi'den ödül aldı. Bunlar bir adam için çok kirleticidir. Çirkin şeylerdir. Kemal Tahir'e katiyyen yakışmaz. Fakat mecburdu. Eğer ödül almasaydı, öteki romanlarını bastırmak imkanı da bulamazdı. Yani Kemal Tahir bu al­çalışı, merdiven yaptı ister istemez. Başka hiç çaresi yoktu.Hakikatte Kemalistler tarafından kabul edildi. Kabul ettirmek için de kendi bazı şeyler yapmak istedi. Başka çaresi yoktu. Ne memur olabilirdi ne malı mülkü var­dı; nasıl yaşayacaktı? Ve bunları en az yaptı hattızatında. Asgarisini yaptı.Bir aydının namusunu muhafaza etmesi son derece güçtür. Bir yerde en güç şey aydının namuslu olarak yaşaması ve ölmesidir. Adeta mümkün de­ğildir.

H.İ.: İçtimaî sınıf ne demektir? İçtimaî sınıfın adamı olmayan şahsiyet­ler yok mudur? İslam toplumu bünyesinde de içtimaî sınıf olabilir mi?



C.M.: İslamî toplumun sinesinde içtimaî sınıf olmaz. İçtimaî sınıfların kurulmasına engeldir İslamiyet. Zekat müessesi, istirdat müessesesi,müsa­dere müessesesi büyük sevretlerin doğmasını, büyümesini önlemiştir.Fakat artık İslamiyet'in hakim olduğu bir durumda yaşamıyoruz. Bu itibarla bu­günkü cemiyette de, Avrupa'da olduğu gibi içtimaî sınıflar teşekkül etmiştir. Avrupa'da olduğu kadar şuurlu ve kesin çizgileriyle birbirinden ayrışmış sı­nıflar olmasalar da, vardır.İçtimaî sınıf kelimesi tabiatıyla çok müphem ve Batı' dan getirilmiş bir mefhum. Bizde içtimaı sınıflar yoktu ama içtimaı zümreler ve tabakalar mevcuttu. Bilhassa 23'ten sonra.



H.İ.: İçtimaı tabakayla, içtimaı sınıf ne demektir?



C.M.: İçtimai tabaka zarurettir. İş bölümünden doğar, bir bürokrasi vardır.Mesela, bir memurlar zümresi vardır, bir iş hayatı ile uğraşan bir zümre vardır. Serbest meslek sahipleri vardır. Geniş halk tabakaları, köylüler var­dır. Bunların hepsi birer tabakadır.

H.İ.: Lonca teşkilatları içtimai tabakalara misal olabilir mi?

C.M.: Olabilir tabii. Evet, tabalar seyyaldir, katı hududları yoktur. Belli işleri görmek için belli insanların biraraya gelmesi, servet durumları birbiri­ne yakın insanların bir araya gelmesi, yaşayış durumları birbirine yakın in­sanların bir araya gelmesi, içtimaî tabakaları teşkil eder.Tabakalar vardı bizde de. Bir kere şehir burjuvazisi vardı. Bunların hepsi yakıştırma kelime­lerdir. Evvela bunu kabul ediyorum da, ifade kolaylığı için kullanıyorum. Mesela, Peyamii; hayatı boyunca, zengin tabakanın ve iktidarın emrinde ol­du. Hiçbir zaman halkla meşgul olmadı ve hiçbir zaman halk kendini alaka­dar etmedi. Daima Halk Partisi'nin içinde yaşadı ve daima Halk Partisi'nin menfaatlarına uygun bir platformda kaldı.Bir de geniş halk tabakalarını, yani çalışanları, ezilenleri, ıstırap çeken­leri, çilesi olanları düşünmek vardı. Kemal Tahir böyleydi. Geniş manada halkın yanındaydı. İdare edenlerden çok idare edilenlerin yanındaydı.Bü­rokrasiden çok, çalışanların yanındaydı.Kemal Tahir hiç bir içtimai kavgada yer almadı. Yani ne mümindir, ne sosyalisttir, ne faşisttir. Rengi hürriyette olmadı. Kendi içine gömülü,kendi mahpesinde, kendine şarkılar söyleyen insan olarak kaldı.

H.İ.: Siz kendinizi nereye yerleştiriyorsunuz?

C.M.: Evvela bu suale kaçamak bir cevap vereceğim, sonra meseleyi ır­galayacağım. 1848'de, Fransa'da içtimaî sınıflar çoktan teşekkül etmiştir. Ve ihtilal olmuştur. 1848 ihtilali, demokrasi hayatında mühim bir merhaledir. Bizimkilerin sosyal devlet dedikleri bir devlet teşekkül eder.1789'a nazaran çok daha ileri bir merhaledir 1848. 1848' de şimdiki ifadeyle sosyal demok­ratlar iktidardır, aşağı yukarı. Birçok hizipler var. O sırada Lamartine de ha­riciye vekilidir. La Martine'e sorarlar "siz sağda mısınız,solda mısınız?""Ben tavandayım" der. Ben de tavandayım şimdilik. Fakat tavanda olunmaz evladım. Bu yanlış birşey tabiatıyla.

H.İ.: Bu kaçamak olan cevabınızdı.

C.M.: Evet. Ben gençliğimi içtimaî sınıfların kalıplaşmadığı bir devirde yaşadım. Bugün benim için Türk insanı bir bütündür. Hangi siyasi mezhebe mensup olursa olsun, hepsini çocuğum, kardeşim telakki ederim. Aldanan­lar,gaflet içinde olanlar, hakikatı arayanlar kim olursa olsun benim dostlu­ğuma güvenebilirler. Ben hakikatı arayan adamım. Hakikat mücerret midir? Yani sınıfların dışında bir hakikat var mıdır? Sınıfların dışında hakikat var­dır. Bütün sınıflar için hakikat olan şeyler vardır. Türkiye'deki bütün taba­kaların üzerinde birleşmeleri gereken hakikatlar vardır. Ben buhakikatları arayan, bu hakikatları yaymaya çalışan bir adamım.Eğer bu hakikatlar, bütün Türk ve İslam dünyasını ilgilendiren hakikat­larsa, herkes için faydalıdırlar. Gafili uyandırır. Doğru yolda olanı teşvik eder, destek olur. Bu itibarla doğruların sınıfında ve doğruluk için çalışıyo­rum. Yaşayış tarzı eğer sınıfların tayininde bir mikyas olabilirse, belli bir emekli maaşım var, kitaplarımdan başka hiçbir şeyim yok, dünya üzerinde. Kanaatkar bir adamım. Hiçbir şeye ihtiyacım yok, hiçbir ihtirasım yok. Tek kelimeyle Müslüman olmak istiyorum. Şu ya da bu sınıftan değil de bir İs­lam hangi sınıftansa o sınıftan olmak istiyorum.

H.İ.: Bediüzzaman Hazretleri'nin şöyle bir sözü var; "Fikren ve meşre­ben havas tabakasından, yaşayış olarak avam." Böyle bir şey.

C.M.: Elbette halkın yanında olunulmalı. Elbette Firavunların, Nemrud­ların yanında olunmaz. Hiçbir namuslu adam Nemrud'un ve Firavun'un ya­nında olamaz.

H.İ.: Şahsiyetli adam olabilmek için; sömürenler, sömürülenler diye gruplanıp bu gruplarda yer almamız gerekir mi?

C.M.: Uzun kavgalardan, uzun fırtınalardan sonra 60 yaşına gelen bir adam,tavanda yer alabilir, bir parça. Ben herkese hitab ederim. Yani en sağdan,en sola kadar herkese hitab ederim ve herkesle dostluğum vardır. Beğenirler,beğenmezler; iştirak ederler, etmezler. Fakat benim vazifem, ha­yatını düşünceye, kitaba, ilme vakfetmiş bir adam olarak hepsinin dışında kalmak.Adeta ben mezarlardan seslenirim. Hiçbir menfaatim, hiçbir düşüncem yok.Sadece doğru bildiğim şeyleri söylerim ve söylemekle mükellef telakki ederim kendimi.Böyle olunca da, kim haklıysa, kim zulüm çekiyorsa, kim gadre uğramış­sa,kim mahrum edilmişse haklarından, onun yanındayım. Doğrudan tara­fayım,ezilenlerden tarafayım. Hakkından mahrum edilenlerden tarafayım. Tarafsız olmak bu demektir aslında. Yoksa, hiçbir şey tarafsız değildir. Ya­landır tarafsızlık ve bir yerde namussuzluktur. Nasıl tarafsız olunabilir?Bir­birinin boğazına sarılmış bir dünyada, insanın insanı öldürdüğü dünyada tarafsızlık ne demek? Mazlumların yanındayım elbette. Zalimlerin yanında değilim hiçbir zaman.

H. İ: Batı ve İslam medeniyetleri hayata ne vermişlerdir? Neticesi neol­muştur? İnsana nasıl bakmışlardır?

C.M.: İslam'da insan mukaddestir. İnsan, hayvan-ı natıktır ve eşref-i mahlukattır. Cenab-ı Hakk'ın halifesidir. Adeta haklarının bir kısmını ona devretmiş. Bizatihi insan ve insan hayatı mukaddestir. Batı'da böyle birşey yok. Batı' da insan kendi ferdiyetine mahpustur. Batı' da bir ümmet yoktur.Batı'da insan, insan için kurttur. Batı'da yaşamanın kanunu kavgadır. Bunu çeşitli doktrinler, çeşitli isimlerle yadederler. Ama hep aynıdır. Darwin"ha­yat kavgası" der. Ve bu kavgayı bütün hayvanlara, amipten file kadar,bali­naya kadar bütün canlılara teşmil eder. Hayat kavgadan ibarettir. En iyi in­tibak edenler yaşarlar, ötekiler ölüp gider. Ölüp gitmesi mesele değildir. İn­san da bunların içindedir ve insan da hayvandır. İnsan tabiatın bir parçası­dır. Diğer hayvanlar için cari olan kanunlar, insan için de caridir. Halbuki, İslamiyet'te insanın imtiyazlı bir yeri vardır, insan herhangi bir hayvan de­ğildir. Bu itibarla insan hayatı mukaddestir. İnsana ait olan herşey mukad­destir.Batı' da tarih, sınıf kavgasıdır, Doğu' da tarih, sınıfların taammümüdür,tabakaların taammümüdür. İnsanların birbirine yardımıdır. Batı'da, fert ferdi sömürür. Fert, toplumu sömürür, fert kendi milletini sömürür, fert başka milletleri sömürür. Batı tarihi bir sömürü tarihinden ibarettir.Evvela ferdin fertle sonra ferdin toplumla, sonra toplum halindeki ferdin,diğer toplumlarla savaşı söz konusudur. İşte bu iklimde doğmuştur kapitalizm. Ve kapitalizm, cihan çapında bir sömürü medeniyetidir.Fert hayvandır: insiyaklarıyla, iştiyaklarıyla. Bir hayvan olarak incelen­mesi gerektir. Halesinden tecrit edilmelidir. Ayrıca bir izzeti, bir haysiyeti yoktur. Sadece İslamiyet gibi, bazı dinler, bir haleyle süslemiştir insanı. Ya­ni Batı' da ilim dediğimiz şey de desakralizasyon,insanı kudsiyetinden tecrit etmekten ibarettir. Hiçbir şey mukaddes değildir Batı insanı için.Bütün tarih bu prensiplerden hareket edilerek inşa edilebilir. Bizim için muharebe bir i'la-yı Kelimetullah'dır. Batı için muharebe bir kazanç vasıta­sıdır. Bizim için insan, insan için koruyucudur, melektir. Batı'da,insan insan için kurttur. Bütün felsefeleri bu mihver üzerinde kurulmuştur.Bütün iç ve dış mücadeleleri bu mihvere dayanır.Bunda bütün mesele şurada; Acıyan, seven, insana inanan, insanı eşref-i mahlukat telakki eden, imtiyazlı bir mahluk olarak gören cemiyetle, bir kurt iştihasına sahip, bir kurt kadar yırtıcı, dünyayı idare vasıtası haline getiren, ikiyüzlülüğü şeref telakki eden, bir toplulukla birdenbire temas ediyorlar ve yeniliyorlar. Yenilmeleri mukadder. Silahları ayrı çünkü.Birisi için hile, hu­da, adilik, rezillik tabiidir. Ötekisi insana hürmet eder, insana ait herşeyi tebcil eder. Vakurdur, feragatkârdır.Bu iki medeniyetten birisi madde dünyasında tabiatıyla büyük fetihler yapıyor, ötekisi yapamıyor. Ve birdenbire tarih karşı karşıya getiriyor bu iki medeniyeti. Yani tilki medeniyetinin, arslan medeniyetine galebesidir,Batı­nın bize karşı galebesi.

* Bu söyleşi 11 Şubat 1977'de Rüşdü Onduk tarafından kasete alınmıştır. Eski bir kayıt oldu­ğundan soruların birçoğu duyulamamıştır. Bu konuşma sırasında Safa Mürsel, Haluk İma­moğlu, Cemal Uşşak, Halil Açıkgöz'ün bulunduğunu biliyoruz.


[Cogito, sayı: 32, 2002]

24 Ekim 2007 Çarşamba

Oktay Taftalı ile Söyleşi



Bu söyleşinin temeli Viyana’da atıldı ve Türkiye’de tamamlandı. Sevgili Oktay Taftalı’yla derin tartışmalarımızın bir özeti de sayılabilir bu söyleşi. O güzel ve hararetli konuşmalardan sizleri mahrum etmek bizleri üzerdi elbet. Bu maksatla demir alan söyleşi gemimiz İstıklal Savaşı’mızdan yani varoluş sınırımızdan Dünya Düzeni adına verdiğimiz kişisel savaşımlara varıncaya değin tüm kıyılara uğradı. Gözümüzden kaçan uğradığımız bu kıyılarda uçusan martıların çığlığı idi sadece. Buysa en önemlisiydi bence. Bu çığlıkları; her bir harfin altında, her bir virgülün kuyruğunda ve her bir noktanın karanlığında farkedebilirsiniz ancak. Sancı olmadan iyileşme olmuyor ne yazık ki. Şu vakitte birey o kadar sıkışmış durumda ki; kendisinin ruhî ve fizikî sağlığını korumakta aciz kalıyor. Ve gün geçtikçe insan daha mutlu ve sağlıklı yaşamanın sırlarını araştırıp duruyor. İnsan kendi çığlığını martıların çığlığından duyuramıyor. Kıyılarda uçurtmalara taktıkları israfillere ümit bağlıyor çocuklar, lâkin martılar bu ümitlerin asılı olduğu uçurtmaları parçalıyor. Aklımı karıştıran martıların bizlere ne demek istedikleri…O çığlıklar bizlere Nuh’un Gemisi’nden kopup gelen bir çağrı mı, yoksa Kaf dağında salınan tehlikelerden birer uyarı mı? Bence bütün o çığlıklar İsrafil’in üfleyeceği sûr için alıştırmalar. Yavaşça alıştırılıyoruz bir gün çalacak olan bitiş düdüğüne..Şimdilik seyircilerle hasbihal ederek kendimizi avutuyoruz. Tüm sağlık reçeteleriyle, uzun yaşamanın sırlarıyla olanları ya da olacakları bir kenara itiyoruz. Ne diyelim, sonumuz olmasın ama ille de olacaksa hayırlı olsun...

Mehmet Sabri Genç M.S.G. : Sevgili Oktay Taftalı, söyleşimize, konuşmamızın merkezinde önemli bir yer tutacak olan bir soruyla başlamak istiyorum. Bu konuyu açıklığa kavuşturup diğer sorulara geçersek söyleşimizin daha faydalı olacağı inancındayım. Dünyayı bir resim olarak düşünecek olursak bu resmin batısıyla doğusu arasında nasıl bir ilşki kurulmalıdır ya da kurulmuştur. Ve bizler bu konuda neye inandırılmaktayız?

O.TAFTALI: Mehmet Sabri kardeşim, bir kere, Avrupa Aydınlanması öncesinde, yani kapitalist burjuva devrimlerinden, yani sanayi devriminden, yani modernizmden önce, dünya tek parça bütünlüklü bir resim olarak karşımıza çıkıyordu. Aydınlanmayla birlikte, kendisini aydınlanmış sayanlar, dünyanın geri kalanını karanlık olarak nitelediler ve dünyayı “orient-okzident” adı altında böldüler. Aydınlananlar açısından ‘karanlık’ ta kalmanın anlamı, kapitalistleşmemiş olmak, burjuva devrimlerini gerçekleştirememiş olmak, dolayısıyla özel mülkiyet ilişkileri ve sermaye birikim süreçlerinde Avrupa’ya paralel bir oluşum sergilememiş olmaktır. Aydınlanma’yı “aklın özgürleşmesi” şeklinde tanıtan propaganda, kapitalistleşmemiş toplumları zihni ve fikri olarak aşağılamanın, küçümsemenin propagandasıdır. Aydınlanma’nın özgürleştirdiği sözüm ona akıl, sonuçta insanlığın en akıl dışı (irrationel) ekonomik yaşantı birlikteliği olan kapitalizmi kutsayarak, kendi kendisini inkar etmiştir. Çünkü kapitalizm, özgürleşme ve aklın egemenliği değil, atom bombasının icadı, tabiatın ve insan ruhunun tüketimi sonucunu veriyor. Bu durum akıl dışıdır. Ama biz tam da bunun tersine inandırılmışız. Aydınlanmış akıl 21. yüzyılda Batı’dan Doğu’ya Haçlı seferleri yapıyor. Hadi buyur bakalım.

M.S.G. : Mehmet Âkif'in 'tek dişi kalmış canavar olarak' nitelediği Batı Medeniyeti'nin üstünlük iddiasına dayanak oluşturan olgu ya da olgular nelerdir? Bizim buna karşı kullanabileceğimiz bir dayanağımız neden yok? Var da biz mi göremiyoruz?

O.TAFTALI: Akif’in öngörüsü tartışmasız bir hakikattır. Sayısı belirsiz paylaşım savaşlarının zorladığı sanayi devriminin oyuncakları, bizim gibi saf toplumları kandırmak ve Batı aklına inandırmak için birer ispat olarak kullanılıyor. Batı kendi vitrinini bu parlak tüketim unsurlarıyla bezeyerek, yıllarca gözlerimizi boyadı. Otomobiller, bilgisayarlar, cep telefonları, uzaya araç göndermeler, vs. ipte oynayan cambaz gibi bizi şaşkınlığa uğratırken, birileri maddi ve manevi olarak bizi soyup soğana çevirdi, haberimiz yok. Beri yandan, demokrasi, insan hakları, özgürlük vs. yalanlarıyla kandırılmaya devam ediyoruz. Batı demokrasisi bombalamadan, katliam yapmadan özgürlük(!) götürmeyi beceremiyor. Hitler Doğu Avrupa ülkelerine saldırdığı zaman “özgürleştirme” deyimini kullanıyordu. Polonyalıları, Çekleri vs. özgürleştirmişti Hitler. Aradan yetmiş sene geçti Batı hâlâ dünyayı “özgürleştirmekten” bıkmadı. Fakat garip olan şu ki, bombalı, katliamlı bir özgürleştirme, dünyada ve işgal edilen ülkelerde bile taraftar bulabilmektedir. Evrensel yalan ve ‘fitne’nin gücünü küçümsememek gerekiyor. ‘Fitne’ye karşı bizim aynı şekilde karşılık vermemiz mümkün değil. Medeniyet farkı burada ortaya çıkıyor. “Tüfek icat oldu mertlik bozuldu” deyişi, istilâcı atalarımızın veya Köroğlu gibi efsane isyancılarımızın bile, fitne karşısında çaresiz kaldığını ifade eder. Fitne kendi kendisini bitirecektir, kapitalizm kendi kendisini yok edecektir. Burada sadece kendimizi ve sevdiklerimizi ruh ve fizik olarak muhafaza etmeye çalışacağız. Sabır en büyük erdemimiz ve silahımızdır.

M.S.G. : İstiklâl Savaşı sizce yurdumuz insanına neyi hatırlatmalıdır? İstiklal Savaşı'nda kalkan başlar şimdi neredeler?

O.TAFTALI : İstiklâl Savaşı, tarihte bir kaç kez bozulan ‘Anadolu Birliği’nin 20. yüzyılda yeniden kurulmasıdır. Şimdi bu birlik, yeniden bozulmak tehdidiyle karşı karşıya. Eğer biz bu topraklarda yaşayacaksak birliği muhafaza etmek zorundayız. Bu bir varoluş meselesidir. Birlik yoksa biz de yokuz. Yani emperyalizm Türkler’i burada yaşatmazsa, Kürtler’i, vd. niye yaşatsın? ABD’ye AB’ ye güvenmenin sonu herkes için hüsrandır. Türkler burada bir ayrıcalık oluşturmuyor. İstiklâl Savaşı varoluş sınırında verilmiştir. Dolayısıyla, İstiklâl Savaşı’nda kalkan başlar, varoluş sınırında yine kalkar, bundan kuşku duymuyorum. O başlar, şu an Anadolu’nun her yerinde. Fakat henüz sınır durumda değiliz. Genel gidişat iç açıcı olmasa dahi, fırınlardan ekmek çıktıkça, kendi muhtarlarımız ilmühaber tanzim ettikçe varoluş sınırında olduğumuz söylenemez.

M.S.G. : Sürekli bahsetttiğiniz hatta yeni kitaplarınızda daha da yoğunlaştığınız "Yerli Düşünce" hangi kaynaktan beslenmelidir bu düşünceyi gerçek anlamda karşılayacak potansiyeli nerede görmektesiniz? Eğer bu kaynak tarihimizde saklı ise, bizlerin tarihin sonunu geldiğini vurgulayan batıya vereceği cevap nasıl olmalıdır?

O.TAFTALI: „Yerli düşünce“nin kaynağı tarihimizdir. Mübarek dedelerimizin, ninelerimizin dünya malını küçümseyen ahlakıdır. Ancak yerli düşüncenin oluşumu, Batı aklının öngördüğü didaktik „bilimsel“ bir süreç olmamalıdır. „Yeri düşünce“ den Batı’ya paralel bir Doğu düşüncesi beklememek gerekir. Batılı akıl bunu, sezgisel ve metafizik bir süreç olarak tanımlayabilir. Yazı ve metin önemlidir. Ancak bizde söz ve efsane de önemlidir. Batı aklı bunu anlamaz. Batı aklı, Erzurumda bir çobanın, koynunda sakladığı ‚bir topak kaya tuzu’nun kıymet ve anlamını bilmez. Şimdilerde biz de anlamakta güçlük çekiyoruz. Batı bizi kendisine benzetmiş ve insani yeteneklerimizi daraltmıştır. Kıymet ve kadir duygumuz körelmiştir. Küçülmüşüzdür. Öncelikle batılı şartlandırmaları teşhis ve teşhir ederek işe başlamak gerekiyor. Sezgimizi, eğer önemliyse aklımızı Batı standart ve kategorilerinden bağımsız, hür kılmak zorundayız. Düşünce özgürlüğümüz Batı’yı bilmekten ve fakat onun etkisini kırmaktan geçiyor. Dünyayı kendi mülkü olarak gören Batı’ya vereceğimiz cevap: işte o çobanın binbir özen ve kıymet göstererek koynunda sakladığı ve büyük bir kanaat hazzıyla, idareli biçimde azığına katık ettiği ‚bir topak tuz’da gizlidir. Batı aklı; bilimi, tarihin bittiğine hükmedebilir. Ama bu cevap bilimin değil, ahlakın ve tabiatın cevabıdır. Aslolan budur.

M.S.G. : Sizce Dünya neyini yitirdi? Doğu’dan yükselen ışığını mı, Batı’da batması gereken güneşini mi?

O.TAFTALI : Bence dünya kapitalizmle birlikte ısısını yitirdi, hızla soğuma başladı. Soğuma aynı zamanda yalnızlaşma demektir. Isınmak için birbirine sokulmak birlik olmak gerekiyor. Dünyanın kapitalist Batı medeniyeti tarafından soğutulması, Doğu ve Güney’in ısısını, ışığını etkisiz kılma çabasını içeriyor. Kapitalizmin kitle ruhu; toplum ruhu yoktur. Kitle salt tüketici hedeflerine yönlendirilmiş bir güruhtur. O kadar. Kapitalizmde, yalıtılmış birey ruhu esasdır ve bu yalıtım dolayısıyla birey soğumuş, donmuştur adeta. Batı’nın söyleminde „kişi hak ve özgürlükleri“, „insan hakları“ vs. bu donma sürecinin sigorta edilmesi çabasıdır. Hayat sigortası gibi saçma ve tabiata yabancı bir durumdur bu.

M.S.G. : İmmanuel Kant'ın 'Kendi aklına hizmet etmek için cesur ol' sözünü ele alacak olursak bu aklın son hali ve dünyaya etkileri nelerdir sizce?

O.TAFTALI: Evet öyledir. Kant’ın aklı; dolayısıyla Aydınlanma’nın aklı „kendi kendisine hizmet eden“ bir akıldır. Kapitalizmin aklıdır bu. Kendisinden başka kimseye hizmet etmez. Oysa akıl, eğer akıllıysa başkasının (başkası, ille de efendi, kral veya kilise olmak zorunda değildir) hizmetinde olmalıdır. Akıl, mazlumun hizmetindeyse akıldır. Öbür türlüsü iblis aklıdır ve bugün dünyada egemen olan, bu bencil ve kıyıcı akıldır. Güçlü ve yaratıcı olması, onun ahlaksızlığını mazur göstermemelidir. Kant bunu sezmiş ve aklı, yine akılcı bir ahlakla terbiye etmeye çalışmıştır. Ama bu, kasanın anahtarını hırsıza teslim etmeye benzer. Akıl kendi ahlakını kendisi koyamaz, koymamalıdır. Çünkü aklın, „akla uydurmak“ (rasyonalize etmek) gibi, kendi kendisini çelmeleyen bir yetisi vardır. Aklın ahlakını, inanç ve vicdan oluşturmalıdır. Vicdanı akılla tarif etmek, akılla bir vicdan kurgulamak mümkün değildir. İnanç, dini olmasın isterse, farketmez. Bugün Batı’dan bakıldığında ideolojik inanç dahi, onlar için iyidir, yeterlidir. Bugün Batı’da bir Che Guevara inancı olsa, o inancın ahlakı yaygın olsa, başta Batı olmak üzere dünya nefes alır.

M.S.G. : Batı da sizin de gözlemlediğiniz üzre felsefi bir kültürün etkilerini toplumun her kesimine dağılmış olarak görürüz hatta o kadar keskindir ki bu, oluşturduğu sistem sokaklardaki kaldırımlardan şatoların bahçelerine değin kendisini gösterir. Kendi sınırları içerisinde çok güçlü olan bu kültür, taşarak doğuyu etkilemiş midir ya da kendini aşarak doğuyu sefil bir hale mi sokmuştur?

O.TAFTALI : Batı kültür ve felsefesi, özellikle Aydınlanma sonrası bütün dünyayı kendisine benzetmeye çalışmıştır. Bu, sermayenin bütün dünyayı fethetme eğilimiyle ilişkilidir. Doğu’yu da bir yere kadar etkilemiş ve bozulmaya, belli ölçüde kozmopolit kişiliksizleşmeye yol açmıştır. Ancak Batı aklı, Doğu’ya tam tamına egemen olamadığı için, bunu yüzyıllardır silah zoruyla pekiştirmeye çalışıyor. Batı açısından burada derin bir muamma vardır.

M.S.G. : Hegel'de rastladığımız 'Geist der Zeit' yani 'Çağın Ruhu' kavramını nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizce gerçekten çağın bireye telkin ettikleri bir ölümlülüğü yani gelip geçiciliği mi barındırıyor yoksa ölümsüzlüğü mü? Çağın ruhu mu ? Çağın bedeni mi?


O.TAFTALI : Toplumların hayatını, zaman dilimlerine bölerek anlamlandırmaya çalışmak, kategorik, tasnifçi ve tefrikçi Batı aklının buluşudur. Buradan ilerleme fikri doğmuştur. Tarih hep iyiye, güzele, daha gelişmiş olana doğru ilerlemektedir kanaati, tarihi dilimlere ayırmanın bir sonucudur. İlerleme fikri uyarınca, her yeni tarih dilimi, bir önceki dilimin ölümü sonucu oluşmakta. Peki tarihin devamlı iyiye ve mükemmele yol alması hükmünü ve dilimlerin doğum ve ölüm hükmünü hangi irade veriyor? Hegel’ göre ‚özgürlük ide’si tarihin nihayi amacı olarak bunu zorunlu kılar. Hegel burada noktayı koyuyor. Marks’a göre özgürlük, tarihte üretici güçlerin gelişimi sonucu sınıf savaşları yoluyla ulaşılacak bir hedeftir. Bu Batı aklı açısından „bilimsel“ ve dolayısıyla güvenilir bir tariftir. Hegel çağın ruhunu esas alırken, Marks bedenini esas almıştır. Batı’nın akıl sistematiği içinde bunlar çok tutarlı görüşlerdir. Ancak biz buradaki zorunluluğu ve aklın her şeyi bu denli kolay tarif edebilmesini anlamıyoruz. Tarifte bu kadar kolay olan, tarih, özgürlük, adalet, ilerleme, vb. kavramlar, uygulamada imkansızlık duvarlarına çarpıyorlar. Öyleyse tariflerde ve veya bu tarifi yapan akılda bir kusur var. Belki adaleti, özgürlüğü tarif etmek bile başlı başına bir kusur. Bunların sezilmesi ve yaşanması gerekiyor belki. Ama bunun için başka bir akla ihtiyaç var. Batı aklı burada güdük kaldı maalesef.


M.S.G. : Yeri gelmişken bir kaç kavram var üzerinde durmak istiyorum. Bunlar bugüne kadar bu toprakların insanlarına hep bir karmaşa içinde sunuldu. Kastettiğim kavramlar; Globalizm, Emperyalizm, Küreselleşme, Demokrasi ve bunlara benzer kavramlar. İnsanlarımıza gerçekten bu kavramlar yeteri kadar açıklanabildiler mi? Ya da bir kavram çerçevemiz var mı? 'Yerli Düşünce' bunun üstesinden nasıl gelecek?

O.TAFTALI : Batı aklının kategori ve sistematiği içinde kaldığımız sürece, bu kavramları olumlayan veya yeren biçimlerde açıklamak mümkündür. Batı’da da bu kavramları ve uygulamalarını eleştiren geniş çevreler var. Bu alternatif ve eleştirel çevreler ortalama 18-35 yaş arası bir nüfusu oluşturuyor. Ancak Batı aklı buna hazırlıklı ve tedbirlidir. Anılan yaş dilimini geçince, Batı kendi muhaliflerini büyük ölçüde kendisine katar, onları içselleştirir. Sayısız örneğini gördük. Dolayısıyla bu kavramları eleştirmek değil, onların dışına çıkmak, onlardan bağımsız düşünmek gerekiyor. Batı aklının içinden o aklı eleştiremezsiniz. Bu kavramların içinden sezgi, ilim, irfan, hikmet, ahlak ve bilgelikle sıyrılıp çıkmak gerekir. Yerli düşünce’de bu imkanlar sezgi olarak mevcuttur. Ona dönmemiz, onu yeniden keşfetmemiz gerekiyor. Batılı kavramların birebir alternatiflerini aramak, Batı’ya karşı, paralel ikinci bir Batı oluşturma çabası da yanlıştır. Başka bir akıl biçiminden söz ediyorum. Tek bir kişinin işi değil bu, bunu hep birlikte keşfedeceğiz. İmece bizimdir.

M.S.G. : "Uluslar kapitalizmin şafağında doğarlar" diyen Karl Marks'ı, Amerika haksız çıkarmıyor mu sizce? Biliyorsunuz Amerika artık Afganistan, Irak gibi ulusları 11 Eylül'ün şafağında yeniden dünyaya sunuyor. 11 Eylül bir simge mi ? Yeni bir strateji mi?


O.TAFTALI: Marks’ın tanımıyla ne Afganistan, ne Irak ne de diğerleri asla ulus olmamışlardır. Olmaları da gerekmiyordu. Beyaz adam ayak basana kadar bu insanlar kendi düğün ve bayramlarını, kendi kan davalarını, kendi hastalıklarını yaşıyorlardı. Kendi sevinçlerini kendileri yaşar, kendi dertlerine kendileri çare olabilir veya olmayabilirlerdi. Kendi despotlarını, şeyhlerini, ağalarını alaşağı eder veya edemez acısını çekerlerdi. Ama burada „kendi“ sözü anahtardır. Kimsenin bir başkasına „özgürlük“ adına dahi olsa, dayatmada bulunmasını kabul edemeyiz. Kendisini ileri, gelişmiş, demokrat, özgür, vs. olarak tanımlayanlar, kendi kendilerine yaptıkları tanımlardan aldıkları sözde meşruiyetle, başkasına çeki düzen veremezler. Kaldı ki, kendilerine atfettikleri olumlu tanımların hepsi, bomba, kurşun ve katliam olarak tecelli etmiştir. Buna nasıl inanalım. 11 Eylül, bu kendin pişir, kendin ye, kendi meşruiyetini, kendin oluştur zihniyetinin bir uygulamasıdır. Batı tarihinde örnekleri çoktur. Hitler, Alman parlamentosunu kendisi yaktırarak, bu uygulamayı modern zamanlara taşımıştır.

M.S.G. : Peki, öyleyse küreselleştirerek -güya- özgürleştiren, her ülkenin demokrasi bekçisi Amerika'nın daha doğrusu 'Çağdaş Küresel Medeniyet'in; bu canavarın, 'Küre' deki yeri gerçekte neresidir, neresi olmalıdır?

O.TAFTALI : ABD kendi içine kapanmalıdır. Eli mecbur kapanacaktır da. Bugünden yarına olacak bir iş değildir bu. Henüz kan barometresi dolmamıştır. Henüz sınır durumda değildir ABD. Ama kapitalist büyüme ve Pazar için kitlesel üretim, sonlu bir süreçtir. ABD’nin ömrü senden benden uzun olsa da, bir zeytin ağacından daha uzun olamaz. Sonra, Amerikalılar da çok acı çekecekler, çekiyorlar da, bunun başka yolu yok. Sonuçta onlar da bulundukları yerde buldukları kadarıyla yaşamasını öğrenecekler. Alçak gönüllülük sadece bir erdem değil, bir mecburiyettir aynı zamanda. O zaman şimdi sıkıntısını çektikleri obezite sorunu da ortadan kalkacak. Daha mutlu olacaklar. Ancak o güne kadar, kendi oligarşileri, bizilere sınır durumlarda çektirdiği acıları, onlara da çektirecektir. Kendi akılları kapsamında: ödedikleri vergilerin sağlık, eğitim harcamaları yerine, niçin Irak’a ve öteki mazlumlara bomba olarak yağdığını inat ve kararlılıkla sormadıkları sürece, acıları devam edecektir. Vergisini vermek ve hesabını sormakla her fırsatta övünen Batı aklı için, güzel bir sınavdır bu. Özgürlük, güvence, adalet, insan hakları, demokrasi, Hıristiyanlık erdemleri, vb. gibi, kendi akıllarının türettiği ilkele ve kavramları sorgulamaları için de bir fırsattır.

M.S.G. : Son olarak soracağım soru şu: İstiklâl Savaşı ile emperyalizme meydan okumuş bu milletin tekrardan meydan okuyacak bir gücü var mı? İsmet Özel'in; 'Türk Milleti'nin ;'Küre'nin sala bindirilip sele yuvarlanmasına karşı durabilecek tek millet olma iddiasını nasıl değerlendiriyorsunuz ? Türklerin bu küredeki yeri , tavrı sizce nasıl olmalıdır?

O.TAFTALI : İsmet Özel’in söylediği doğrular, kendisinin bilinen tavrı sayesinde etkisizleşiyor, yaptırım gücünü yitiriyor. Türkler tarih boyunca varoluş sınavlarını başarıyla geçmiş bir kavimdir. Mazlumdan yana olma ahlakı, yurt sevgisi, birlik tutkusu çok güçlüdür Türklerde. Bilimsel sosyolojik vs. nedenini bilmiyorum. Bu bir övünç meselesi midir, değil midir, onu da bilmem ama, bu böyle, seziyorum. Batı ülkelerinde yaşayan gurbetçilerimize bakın. Ne Yugoslavlar’da, ne Araplar’da, ne de öteki göçmen gruplarda görülmedik bir teşkilatlılık, bağlılık ve „kendi olma“ tutkusu göze çarpıyor. Kırk yıldır böyle. Bugün neredeyse dördüncü kuşak ortaya çıktı, hâlâ değişmediler, asimile olmadılar. Olacakları da yok. İşte Batı bunu analayamıyor. Bugün Batı’da „yabancılar sorunu“ yoktur. Türk sorunu vardır. Bu adamların, nasıl olup da hâlâ benliklerini teslim etmediğine „bilim“ cevap bulamıyor. Çekler daha ilk kuşakta, Yugoslavlar ikinci kuşakta, Araplar ve Hintliler en geç üçüncü kuşakta asimile oluken, Türkler ve Çinliler asla asimile olmuyorlar. Ancak Çinliler ortada gözükmeyen göze batmayan bir tavır sergilerken, Türkler her taşın altından, her sokağın köşesinden pervasızca çıkıveriyorlar. Türkler tuhaftır, eğlenceli insanlardır, çocuksu ve saftırlar, iyilik severdirler, kolay kandırılırlar, amma kıyıcıdırlar. Herkes kadar korkaktırlar, lakin „gözü dönme“ sınırları herkesten daha hassasdır. Otoriteye boyun eğerler, kanundan korkarlar, ama Türkler kadar mahpus yatan, boynu vurulan da yoktur. Onlar, dünya kavimler ailesinin parlak bir rengidir. Türkler modern zamanların ilk anti emperyalist kurtuluş savaşını vermiş olmaları itibarıyla, İsmet Özel’in dediği gibi, dünya ve insanlık ailesi için bir şans olsalar da, kendileri şansızdırlar. Kürt gibi, Boşnak, Çerkez, Tatar gibi, biz gibidir Türkler.

M.S.G. : Bu güzel söyleşi için çok teşekkür ederim. Umarım verimli olur.

O.TAFTALI : Mehmet Sabri kardeşim, ben de çok teşekkür ediyorum, sağolasın.

Kaynak
TR Kültür