26 Ağustos 2012 Pazar

Amasya Gezisi 16.08.2012




24 Ağustos 2012 Cuma






Müslüman zihninin sekülerleşmesi
İhsan Çolak*  

İslamcılık tartışmalarında yer yer gündeme getirilen sekülerleşme kavramı ve Müslüman zihninde ve pratiğinde sekülerleşmenin doğası, temelde İslamcılığın konumunu belirleyici önemli bir noktadır.

İslamcılığın modern dönemde ortaya çıktığı mevzuunda hemen herkes aynı fikirdedir ancak bu ideolojinin sekülerleşme ile olan ilişkisi sıklıkla göz ardı edilmektedir. İslamcılık Modern dönemle gelen totaliter/bütüncül ideolojilere, yine onlardan aldığı ilhamlarla meydan okuyan bir modern ideoloji ise bu ideolojilerin doğasında bulunan sekülerliğin İslamcılıkla olan ilişkisi de tartışmayı hak etmektedir.
Modern ideolojilerin en belirleyici özelliği onların klasik dönemden ayrı bir rasyonalite kurgusu geliştirmeleri idi. Modernite rasyonalitenin dinselden sekülere, otoritenin tanrıdan insana, meşruiyetin kutsaldan profan olana, ilişkilerin dikeyden yataya doğru dönüştüğü bir dünyayı tanımlar. İslamcılık ise modern dünyanın totaliter/bütüncül yargıları karşısında benzer değerler üretmek arzusundadır. Bu hali ile seküler pratiğe karşı idealist bir retorik kurma peşindedir. İslamcılık, Feuerbach'ın Hıristiyanlığın Özü'nde teorik tutumu, gerçek insan tutumu olarak görmesine benzer bir ideal tutum kurgusu oluşturup toplumsal pratiği bu kurgu ile tanımlama eğilimindedir. Karl Marks Feuerbach eleştirisinde materyalist pratiğin esas olduğu yargısından yola çıkar.
Gerek geleneği yeni bir formda yeniden dizayn etme çabaları gerekse İslam'ın "Altın Çağı"na dönüşü öngören İslamcı hareket İslam'ın temel kaynaklarına dönmeyi esas almakla birlikte, ideallerini ve söylemlerini modern dünyanın gereklerine göre şekillendirdiklerinden modernleşmeci birer hareket olarak boy gösterirler. Modernleşmeci oluşu belirleyen anahtar sözcük "zamanın gerekleri"dir.
İslam toplumlarının sorununun klasik ilimleri öğrenmenin ötesinde bir yorumlama sorunu olduğunu düşünen modernist hareket klasik öğrenme şekline ve onun temsilcilerine meydan okumaya başlamıştı. Bilginin klasik eğitim metotları yerine entelektüel bir çabanın ürünü olarak elde edileceği fikri bu hareket ve temsilcilerini geleneksel okul temsilcilerinden ayırır. İslam dünyasının bazı yerlerinde ulemanın doğrudan dönüşüm geçirerek modernleşmeci harekete ivme kazandırmasıyla birlikte bazı yerlerde de bu hareket tamamıyla ulemanın dışında modern eğitimli bürokratlar eliyle geliştirilmiştir.
HEM ETKEN HEM EDİLGEN: MODERN İNSAN
Bütün bu dönüşümler bir zihniyet devriminin sonucudur. Batı dünyasında çok daha uzun yıllar süren, İslam toplumlarında ise 18. yüzyıldan sonra başlayan bu zihniyet devrimi, ilişkileri tanrı merkezli olmaktan çıkarıp insan merkezli bir dünya algısı geliştirmiştir. 'Bilincin sekülerleşmesi' ile başlayan modernleşme süreci, aynı zamanda rasyonaliteyi, otoriteyi, meşruiyeti ve ilişkilerin doğasını da dönüştürerek toplumların 'ulus' merkezli siyasal yapılanmalarına da neden olmuştur. Bu bağlamda sekülerlik kavramı, 'Bilincin Sekülerleşmesi'nin tarihsel gelişimi ve İslam düşüncesinde sekülerleşme üzerinde durmayı gerektiren bir öneme sahiptir. 'Toplumların milletleşmesi' ise insan bilincindeki evrimin sonucu olarak ortaya çıkmış toplumsal ilişkilerdeki dönüşümün ulaştığı noktayı tanımlar.
Seküler düşünce yatay ilişkiler dünyasıdır. İnsana, metafizik evren ile olan ilişkisinde merkezi bir konum belirleyen, aşkın bir gücün varlığını inkar etmese dahi onun etkinliğini ve gücünü sınırlayan düşüncedir. Buna karşılık fizik dünya ile olan ilişkilerinde ise insanı sosyal ve ekonomik ilişkilerin nesnesi sayar. Bu yaklaşımı ile aslında insana biçilmiş güç alanlarını tersyüz etmektedir. Aşkın gücün etkinlik alanından uzaklaşan insan "kurgusal" ilişkilerin egemenliği altına girer. Böylece modern insan bir taraftan etkinliği ve kapasitesi ile ilahi olan karşısında alabildiğine güçlü, ama idealler ve normların yaptırımcı gücü karşısında da edilgen bir konumdadır.
Modern dönemde ortaya atılan fikirler yeni değil sadece topyekün geldiği için etkisi zirvededir. Montgomery Watt bunu Hellenizm'in İslam'a tasallutu olarak açıklar. Hellenizm İslam dünyasına üç defa saldırıda bulunmuştu. Birincisi Mutezile'nin savunduğu fikirler ile, ikincisi Neo-platon ve neo-Aristoculuğun İslam dünyasına gelmesi, üçüncüsü ise modern dönemdeki Batı düşüncesinin saldırılarıdır. Son dönemde bu kadar yıkıcı ve güçlü olmasının nedeni ise Batı'nın aynı zamanda askeri ve ekonomik üstünlük avantajlarını da beraberinde bulundurmasından kaynaklanmaktaydı.
Watt'ın açıkladığı gibi Yunan felsefesinin İslam dünyasına girmesi ile İslam'ın dünya görüşü ile Yunan felsefesi temsilcileri arasında büyük bir çatışma başladı. Yunan felsefesinin İslam dünyasındaki temsilciliğini yapan Farabi, İbn-i Sina ve İbn-i Rüşd'e göre kainat doğa kanunları ile yönetiliyor ve bu sistemde yaratıcı tanrının rolü sadece "ilk hareket verici" olmaya indirgeniyordu. Bu filozoflara göre yaratıcı "yarattığı kullarını duymaktan, onların yaptıklarından haberdar olmaktan, hatta yeni bir dünya için yeniden diriltmekten aciz bir tanrı idi. İbn-i Rüşd'ün determinizmi "neredeyse Tanrı'ya bir takdir alanı bırakmıyordu. Tanrı sadece kurucu ve koruyucu olarak tanımlanıyor, yatay ilişkiler dünyası olan kainata müdahalesi öngörülmüyordu."
Bu yorumlar İslam dünyasında büyük tartışmalara neden olmuş ve karşı fikirlerin ve dolayısı ile bir İslam felsefesinin gelişmesine de katkı sağlamıştır. Kelam okulu olarak da bilinen Eş'ari okulu ve bu okulun önde gelen düşünürlerinden Gazali, Yunan felsefesinin İslam düşüncesi içine girmesi karşısında şiddetli tepki göstermişti. Gazali önderliğindeki Kelamcılar varlığı yatay ilişkiler bütünü olarak tanımlamayı, Tanrı'nın sınırsız güce sahip olması düşüncesine ve Kur'an'daki "Allah her şeyin yaratıcısıdır. O tektir, her şeyin üstünde mutlak hâkimdir" [13, 16] ayetine karşı olması nedeniyle reddetmişlerdi. Sebeplerin varlık üzerinde etkili bir şekilde güç sahibi olmalarına karşı çıkmakla beraber kainattaki nedensellik ilişkisini ve bir düzen içinde olmasını da kabul ederler. Gazali'nin açıklamasında varlık ve yaratıcı arasında dikey nedensellik vardır. Nedensellik ilişkisi nedeni de sonucu da yaratan tanrıyla doğrudan bağlantılıdır ve onun kurduğu bir düzen içinde işler. Gazali'nin bu görüşleri Batı'da Occasionalism adıyla tanınmış ve Nicolas Malebranche tarafından temsil edilmiştir. Bu görüşler David Hume'un nedensellik problemi ile açıkladığı fikirleri ile de örtüşür.
Batı modernleşmesi karşısında yenik düşen Müslüman toplumların yeniden toparlanması için gerekli olanın İslam dünyasında bir zihniyet dönüşümü olduğu fikrini paylaşan modernist aydınlar, kendi aralarında farklı görüşlere sahip olsalar dahi temelde benzer özellikler taşımaktadırlar. Bu yaklaşımlarda görülen temel sorun vahiy akıl ilişkisinde insanın ve insan aklının pozisyonu ile ilgilidir. Modernist düşünce, Montgomery Watt'ın da belirttiği gibi Hellenistik düşüncenin modern dönemde İslam düşüncesine yeniden -ve bu sefer farklı olarak topyekün- bir saldırıda bulunmasından başka bir şey değildir. Ayrıca bundan önce İslam toplumlarının düşünsel ve siyasal anlamda güçlü olduğu dönemlerde Hellenistik akınlar savuşturulmuş ancak yeni dönemde siyasal ve felsefi zayıflamanın da etkisiyle karşı konulamaz hale gelmiştir. Batı'da seküler düşüncenin kilise karşısında kurumsal ve işlevsel alanda kazandığı savaş İslam toplumlarında düşünsel alanda yaşanmaktaydı. Ayrıca modern seküler düşüncenin esas aldığı akılcılık Yunan metafiziğinin anlamaya ve yorumlamaya çalışan akılcılığından da farklı idi. Marks'ın "Filozoflar dünyayı yeterince uzun bir zamandır yorumladılar, artık onu değiştirmenin zamanı geldi." sözüyle anlamını bulan, anlayış modern düşüncenin temellerini oluşturmaktaydı.
Modernist ideologlara göre, bu çatışma ortamında paradigmasını değiştirmesi gereken geleneksel din olmuştur. Bu nedenle modern dünya karşısında kurallarının ve sisteminin değiştirilmesi gerekmektedir. Modernist dinî düşüncede vahiy, yaratıcının insan zihninde şekillenen buyruğu, varlığın hakikatine dair sorulara cevap vermekte ise de bunun yeni rasyonalitelere göre yeniden kurgulanması gerekmektedir.
SEKÜLER ZİHNİN HAKİKAT ARAYIŞI
İnsanın metafizikten kaçışından sonra, işlevselliği ve sınırları yeniden belirlenmiş kutsal da yeni hayata uydurulmaya çalışılmıştır. Bu dönüşüm toplumların içinde büyük tartışma ve çatışmalara neden oldu. Bu çatışmacı ortamda çok çeşitli gruplar ortaya çıktı. Bazıları kutsalı ve geleneği tamamen reddederek seküler ideolojiler ve hümanizm gibi yeni değerler arama yolunu seçtiler. Diğer bazıları ise parçalanmış bir bilinç ile, "çifte gerçeklik"li bir dünya görüşü tanımı kurguladılar. Bu kurgu ile modern ve dinsel değerleri bir araya getirmeye çalıştılar. Bunu yaparken din eski pozisyonunu kaybederek normlardan oluşan yepyeni bir olgu halini aldı, modern araçlarla ve zihin altyapısı ile kurgulan din bir başka modern ideoloji haline geldi. Bu süreç –özellikle– İslam toplumlarında büyük dönüşümlere neden oldu ve modern dünyaya karşı tepkisel ama kendi içinde modernleşmeci bir ideoloji haline geldi. Bu da modernleşme sürecindeki dinî düşüncenin en önemli çelişkisi olarak ortada durmaktadır.
Bediüzzaman Said Nursi'nin eski, yeni Said dönemleri diye adlandırdığı ve birincisinden tevbe etmesi tam da bu bakış açısının insan eylem ve davranışlarına, olması gerektiğinden fazla önem atfetmesindendir. Çoklukla onun eski döneminde siyasi işlere karışması gibi pratik nedenlerle açıklanmaya çalışılan bu dönüşüm aslında sekülerleşmiş veya daha hafif ifadesi ile parçalı bir bilince sahip modern Müslüman'ın İslam'ın özüne temel öğretiye dönme çabası olarak okunmalıdır. Said Nursi özetle; "[dünyevi] sebeplere dalmış eski Said, kamere [aya-normative bilgi ve pratiğe] âşık olmuş; kamer [ki], güneşten [mutlak hakikat-Allah] aldığı ışığın gölgesini yansıtır. Fakat, o [insan], o nur ile yalnız kameri görür, güneşi göremez." ifadeleri ile modern dünyada sekülerleşmiş zihnin, normatif ve dolaylı hakikat arayışlarını eleştirmektedir.
İslamcılığın temel kaygısı olan hakikati ve onu temsil eden normların modern dünyada uygulanabilirliği, bu dünyaya ait olup olmaması konusu ise pratikte kanıtlanması gereken bir olgudur. Bu tanımlama Mehmet Akif'in "Doğrudan doğruya Kur'ân'dan alıp ilhamı/Asrın idrakine anlatmalıyız İslam'ı" ifadelerinde kendini gösterdiği gibi normative olguların pratikte kanıtlanması gereği ile örtüşmektedir.

24.08.2012

*Columbia ve Süleymanşah üniversiteleri öğretim üyesi