30 Eylül 2007 Pazar

"Dünyayı Bilmeyen Maskara Olur"Alev Alatlı ile Söyleşi(3)



Nuriye Akman
Sabah Gazetesi - 14 Ekim 2001


Alev Alatlı'nın 1999'da çıkan Schrödinger'in Kedisi'nin birinci kitabı Kabus adını taşıyordu. Adının "Rüya" olacağı söylenen ikinci kitabı ben de bütün Alatlı hayranları gibi heyecanla bekledim. Ve geçtiğimiz hafta sonu, dostluğun bahşettiği ayrıcalığı yaşadım; kitabı piyasaya çıkmadan önce, bilgisayar çıktılarından okudum. 11 Eylül felaketinin zihnime getirdiği "aydınlık", Rüya'dan daha fazla yararlanmama yolaçtı. 435 sayfalık kitabı bitirince dedim ki, "Çok şükür. Nihayet Türk edebiyatının da özgün bir Ütopya'sı oldu". İnsan Rüya'dan uyanınca, bu dünyada neyin gerçek neyin hayal olduğunu bir kez daha düşünüyor. Evrensel dolandırıcılıklara dair bize muhbirlik yapan Alatlı, Türk milliyetçiliğini, Ezeli ve Ebedi Gerçeklik'in kodlarında yeniden yoğuruyor. Rüya'da dünyanın yeniden yapılanması için ihtişam saçan bir umut doğuruyor. Hepimize murat etmenin dönüştürücü gücünü hatırlatıyor. Bilimin ve inancın potasında kaynamaya çağırıyor herkesi. Üstümüze çöreklenen kabusun yükünü hafifletmek istercesine diyor ki; "Dünyaya dair olup da yüzde yüz doğru, ya da yüzde yüz yanlış olduğu kanıtlanmış tek bir olgu yoktur; felaket dahil.

"Siz bu kitapta karşımıza, salt bir romancı değil, filozof, tarihçi, antropolog, sosyolog, astrofizikçi, biyolog, genetikbilimci, matematikçi, teolog, sufi, psikiyatr, müzisyen, şair, kurgubilimci, fütürist, stratejist ve filolog olarak da çıkıyorsunuz. Çözmek için büyük emek isteyen çok yoğun bir metin koyuyorsunuz önümüze. Gerçi emeğimizin karşılığını kat kat veriyorsunuz ama zihnimizi de metaforlarınızla çatlatıyor ve o çatlakların aralarına tohumlar ekiyorsunuz. Ben şimdi hangi birini konuşayım sizinle? Gazetedeki yerimin boyutları ile kitabınızdaki temaların çokluğu arasında bir uçurum var. O nedenle sadece ABD'ye dair çözümlemelerinizi konuşma yolunu seçiyorum.Kitapta, neredeyse ABD imparatorluğunun yıkılma sürecine girdiğini söylüyorsunuz. İnsan neyi aramaktaysa onu buluyor. Siz ABD resminde insanlara öncelikle neyi aramalarını öğütlüyorsunuz?

Amerika'yı kendi "hayal güçlerine" mahkûm etmeden, "tanımalarını" öneriyorum. Tanımaya çalışmalarını, tarihini, sosyolojisini, anayasasını, devletini, inançlarını, pratiğini incelemelerini, Amerika'yı olduğu gibi görmelerini öneriyorum. Dünya'nın tartışmasız lideri, anayasa ile kurulan ilk federe devleti, uzay sanayiinden bilişime kadar muhteşem yaratıcılık sergileyen, dünyanın gelmiş geçmiş en önemli ulusu, Amerika'nın, çalışkanlığı, etiği, hukuk sistemini çok iyi tanımalarını ve "Amerika'ya ne oldu?" sorusunu sormalarını öneriyorum. Amerika, eski Amerika değil çünkü. Güçlü iksirini kaybediyor ve deyiş yerindeyse kendi ateşinde yanıyor.

Yani, başarısı başını mı döndürdü?

Aynen öyle oldu. Her şeyden önce halkı apolitikleşti. Oy verenlerin oranları yüzde otuzlara düştü. Clinton meselâ sadece geçerli oyların yüzde 12'sini alarak başkan oldu. Bugünkü başkanlarının Bush olup olmadığı bile belli değil. Dahası Amerika'nın 37 eyaletinde üçüncü bir parti kurmak nicedir yasaktır. Yasak olmayan eyaletlerde de mümkün olmayacak kadar güçtür. Bütün bunlar, Amerika'nın küçük bir azınlık tarafından yönetilmesi anlamına geliyor. Küçük bir azınlık yani zenginler yani ulus-ötesi oligarşi. Bu oligarşi ki, Birleşmiş Milletleri, Birleşmiş Tröstler haline getirmeye çalışan oligarşidir. Ulus-devletin, bu arada, tabii, "Amerika"nın sonu.

Siz şimdi Amerikan derin devletinden mi bahsediyorsunuz?

"Uluslar-ötesi bir derin dünya devletinden" bahsediyorum. Bu devletin yöneticileri arasında Amerikalılar da var, elbette. Ve bu Amerikalılar kendi ülkelerini anti-demokratik bir devlet haline getiriyor. Örneğin, Amerikan anayasası son altmış yıldır ihlâl ediliyor. FEMA meselâ, Federal Emergency Management Agency, bir sıkıyönetim idaresidir ve Amerikan anayasasının dördüncü maddesini açıkça ihlâl eder. Buna karşın, Zbigniew Brzezinski, Amerika Birleşik Devletleri Milli Güvenlik Kurulu başkanı, David Rockefeller'in Üçlü Komisyonu'nun kurucu başkanı ve Başkan Jimmy Carter'in Ulusal Güvenlik Direktörü, son beş Amerikan başkanının danışmanı tarafından kurulmuş bu teşkilat son olayda yönetimi fiilen devralmış gibi görünmektedir.

Nitekim romanınızda Amerikan Hava Kuvvetleri'nin ulusal hava taşımacılığı yaptığını, inşaat işleri başta olmak üzere ordunun her sivil faaliyetin içine girdiğini yani sistemin adım adım askeri, totaliter bir rejime doğru kaydığını söylüyorsunuz. Çok büyük iddialar bunlar...

Yanılıyorsunuz. Bunlar benim iddialarım değil. Amerika'nın düşünen insanları, muhalifler senelerdir bağırıyorlar. Meselâ, 1992 başkan adaylarından Bo Gritz. Ne ki, kontrollü medya sayesinde adamın ismini bile duymadık, nerede kaldı muhalefetini.

Yine romanda ABD'deki yüzlerce new-age kültün, terör örgütlerinden farksız olduğunu ve belki de Amerikan sisteminin çöküş nedenlerinden biri olacağını söylüyorsunuz...

Amerika'nın "ayrışmasından" bahsediyorum. Bu kültler ille de "terörist" değiller ama "terörist" muamelesi görebilirler, çünkü sisteme iltihakı reddediyorlar. Nitekim, Branch Davidians'a ne olduğunu gördük. Bildiğiniz gibi, seksen kişi kolluk kuvvetleri tarafından yakılarak öldürüldü. İntikamını alan Timothy, Oklahoma katliamı ile intikam almaya kalktı ve sonunda idam edildi. Her ne kadar bu kültlerin sisteme muhalefet için ortaya çıktığı düşünülebilirse de, kendi içlerinde terör odakları oldukları da doğru. Yani, Amerika, Türkiye'den göründüğü gibi süt liman bir ülke değil ve kaynıyor.

11 Eylül'de bunların payı olabileceğini düşünüyor musunuz?

Onların ya da "uluslar-ötesi derin dünya devleti"nin payının olabileceğini düşünüyorum tabii. Unutmayın ki, Bush'un, Ladin'in şirketleriyle ortak olduğuna dair duyumlar da geldi. Bush'ların petrol zengini oldukları malum. Suudi Arabistan'ın en büyük yatırımı Amerika'ya yaptığı da.

Romanda dünyayı terörize eden "bilinen" örgütlerin arkasındaki oluşumları anlatırken bazı demokratik görünüşlü oluşumlarla ilgili dehşetengiz iddialarınız var ve bunlardan en fazla Bilderberg'e atıfta bulunuyorsunuz. 11 Eylül'de yaşanan trajedide onların payı var mı?

Bakın, bu "iddiaları" ortaya atan ben değilim! Sistemin muhalifleri, yurtsever Amerikan vatandaşları. İnternet'e girin, bunlardan onlarcasını bulacaksınız. Benim yaptığım o muhalefeti Türkiye'de gündeme getirmek hepsi bu.

Dünyayı bilmeyen maskara olur
Kitapta yeni dünya düzeninin tüm mağdurlarını, onarımcı olmaya çağırıyorsunuz. Bunun da ön koşulu talep etmek, yani taliban olmak. Afgan'ın yıkıcı Taliban'ına karşılık Türkler nasıl barışçı, yaratıcı bir taliban olabilir?

Uluslar-ötesi oligarşinin "bilgi tekeli"ni kırarak. Bence bu düşünüldüğü kadar zor da değil. Örneğin, simulasyon yapabilir, her bir matematikçiyi, fizikçiyi, Bilderberg üyesini teke tek markaj yapabilirsiniz. On yıl içinde harikalar yaratabilirsiniz. "Bilgi"ye hakim değilseniz, neyi talep edeceğinizi bilemezsiniz. Ve "dünyayı bilmeyen dünyanın maskarası olur."

Tamam Rüya muheşem bir ütopya ve bütün roman bu simulasyonu anlatıyor. Ama bunun pratikteki karşılığı nedir?

Buyurduğunuz gibi "Rüya" bir ütopya. Öte yandan, sizce 65 milyon Türk'ten kırk tane matematikçi çıkaramaz mıyız?

Niye kırk?

Çünkü Ondokuz ve Yirminci yüzyılda matematiğe yön veren büyük matematikçiler topu topu kırk tanedir. Ya da her bir Bilderberg üyesini sıkı markaja alamaz mıyız?

Romanda özetle Türklerin insanlığa şunu öğretebileceğini söylüyorsunuz: Hep beraber büyümezsek, hep beraber küçüleceğiz. Hep beraber gülmezsek, hep beraber ağlayacağız. Hep beraber yaşamazsak, hep beraber öleceğiz.

Elbette. Meseleye "holistik" bakmadığımız sürece, bir tek kuşun, tek bir milletin gezegenimizdeki yaşamın olmazsa olmazı olduğunu anlamayı reddettiğimiz sürece, dünyayı felâkete sürükleyeceğimiz kesin! Nafile olmayan bir dünya ancak ve ancak, herkesin, her yaratığın hakkının teslim edildiği bir dünyadır. Bunu fizik de böyle söyler, tasavvuf da.

İşte ben buna milliyetçiliğin evrenselliği derim.

Eline sağlık Alev Alatlı.

"Yeryüzünün Emniyet Sübabı Olabiliriz"Alev Alatlı ile Söyleşi(2)

Nihal Bengisu Karaca
"Kaybolan koordinatlarımızı yeniden bulmak zorundayız. Bu, herşeyden önce başımızı kaldırıp gökyüzüne yeniden bakmamızı gerektiriyor. Gökyüzü ile yeniden tanışmamız, yeniden barışmamız. Astronomi yani. Astronomi, geometri, matematik, fizik ve diğerleri. Fen bilimlerinde havlu attık, fen bilimlerini Kutsal Koalisyon'a ihale ettik, lâf u güzafla uğraşıyoruz. Yepyeni bir anlayışla ençok 20 yıl içinde bilgi tekelini kırabiliriz"İnsanlık tarihi çetin bir sınavdan geçer, barış ve özgürlük 'Yeni Dünya Düzeni'nin beşiğinde tıngır mıngır sallanırken, bir uyku halinin çöktüğü gözlerimizi ovuştura ovuştura seyreyliyoruz gümbürtüyü. Dünya bir ulusun, bir milletin kendi özelliklerini taşıyarak ayakta kalamayacağı, mutlak ödünler isteyen büyük bir güç karşısında ya tümden susup "intisap edeceği" ya da silkinip kendini yeniden inşa edeceği bir yere doğru evriliyor. Alev Alatlı bu kavşakta kulak kesilmemiz gereken şeyler söylüyor. Yazar dünya üzerinde mühendistik hesaplar yapan tarikat benzeri bir yapılanmanın Türkiye üzerindeki etkilerini kurguladığı Schrödinger'in Kedisi/Kâbus'un devamı niteliğinde olan ikinci kitap Rüya'da, "Kutsal Koalisyon"u daha da açımlamaktan öte, "ne yapılabilir" üzerinde odaklanıyor. Çoklukla sosyolojinin ya da "Köklerimize dönelim" şeklindeki edebi temennilerin konusu olan kimlik probleminin fen bilimleri ile; astronomi, matematik ve fizik ile olan ontolojik ilişkisini deşifre eden 'sarsıcı' bir kitap bu. Rüya, şu anda ve gelecekte olabileceklerden yola çıkarak felaketlerin hayra tebdil edilebileceği bir disiplin kuruyor. Gökyüzü ile açılıyor, altında Çin'den Tibet'e, Altay illerine kadar uzanan bir coğrafyanın serili olduğu bir gökyüzü ile. Kavimler rahmi Asya'nın tecrübesiyle, kuantum fiziğinin sufilikle el ele verdiği bir konsepti buluşturan, bir derdi ve kaygısı olan herkesin gerçekleşmesini yürekten isteyeceği bir rüya bu.Ancak böylesi bir Rüya'ya uzanabilmek için Kâbus'la halleşmek, kara kara düşünmek, olanları anlamlandırabilmek gerekiyor. Çünkü -kitaptan bir cümle ile- "Dünyayı bilmeyen dünyanın maskarası oluyor."
İlk kitabınız Schrödinger'in Kedisi/Kâbus meş'um bir olaydan -dergahına yapılan bir saldırıdan- sonra dünyayı tekeline alan, benliğini kendisine teslim edenleri lütfederek kabul etmiş, itaat etmeyenleri ise kırıp geçiren, 'Haliçi'i kana bulayan', küresel ve mutlak bir gücü tasvir ediyordu...
Denebilir. Şu şerhle ki, eğer varsa bir "kâbus" onu yaratan biziz, onlar değil. Bu saptamayı önemsiyorum, çünkü aksi takdirde her zamanki kolaycılığımız ile kabahatı başkalarına yükleme yoluna gideriz. Schrödinger'in Kedisi/Kâbus, 2020'li yıllarda geçen fütüristik bir romandı. Yeni Dünya Düzeni'ni oturtmaya çalışan tarikat benzeri bir düzenlemenin gölgesinde ama gölgesinde olduğunun farkında olmayan Türkiye insanının içine düştüğü ölümcül durumun hikâyesiydi. Bir yandan afazik, öte yandan anne/doğadan ayrışmamış ön-insan özellikleri sergileyen, çocuksu ve hoyrat bir halk. Bu ve diğer özellikleri Türkiye'nin ayrışması ile son bulmuştu. Birtakım Anadolu devletçikleri kurulmuştu ve bu devletçiklerin birbirleriyle iletişim kurmaları olanaksız görünüyordu. Öte yandan Yeni Dünya Düzeni'ni oturtmaya çalışan "Kutsal Koalisyon"un gezegenimizi post-modern faşizm diye adlandırdığım, feodal bir oligarşiye dönüştürme çabaları vargücüyle devam ediyordu.
Arkaplânda ise kuantum fiziği ve saçaklı mantık oluşumları gözlemleniyordu...
Evet. Bütün bunlar olup biterken bilimdeki görülmemiş ilerleme insanlığı klasik fiziğin şekillendirdiği birinci Aydınlanma Çağı'ndan çıkarıp, İkinci Aydınlanma Çağı'na sokuyordu. İkinci Aydınlanma Çağı, 1920'lerde filizlenen Kuantum Fiziği. 1970'li yılların en büyük buluşu "fuzzy" ya da Saçaklı Mantık, kâinatın bambaşka bir yorumunu getiriyordu ve bu yorum dünya tarihinde ilk kez hayatı siyah/beyaz yorumlamanın eksikliğini/kusurunu ortaya koyuyordu hem de matematiksel bir biçimde. Şimdi burada ironik olan şu: Bilimin siyah beyazdan vazgeçtiği bir zamanda Kutsal Koalisyon dediğim Yeni Dünya Düzeni Tarikatı'nın siyah/beyazda ısrar eden tutumunu sürdürmesi. Başarılı olmaları mümkün değil ama can yakacakları da bir gerçek.
Bu tarikatın yapılanmasını açabilir miyiz biraz?
Başta bir "Yüce Pir, " yani ABD, onun etrafında Vâsıllar, yani G-7; onların altında Sâlikler, yani G-20; onların altında Müridler, onların altında Talipler... Bunlar, YDD'ye dahil olabilmek için çırpınan uluslar. Bunların dışında kalanlar da var: Sömürülmezler. Sömürülmezler, ne petrol, ne maden, ne de deniz manzarası, gerçekten sömürülecek hiçbir şeyleri olmayan uluslar. Bir de Sömürülmezlerin kapılarında dilenen Lânetliler. YDD'nin öncelikle bu son iki gruptan kurtulmak, gezegenimizin kısıtlı imkânlarını bunlarla paylaşmak istemeyeceği açıktı.
CNN televizyonundaki bir programda, İkiz Kuleler'e yapılan saldırının arkasında "Uluslar-ötesi derin dünya devleti"nin olabileceğini söylediniz.
Söyledim, evet. İkiz Kuleler olayına bir de "derin dünya devletinin Susurluk'u" olarak bakalım; bakalım, neler bulacağız. Ama hemen ilâve edeyim, ben bir stratejist değilim, siyaset bilimcisi de değilim. Sadece, dünyayı okumaya çalışan birisiyim ve Üsame bin Ladin'in CIA yetiştirmesi olduğunu biliyorum. Kim kime neden küsmüş de neye kalkışmış acaba diye düşünmeden edemiyorum.
Schrödinger'in Kedisi / Rüya'dan anladığım kadarıyla bu iş süper güç Amerika'nın kendi halkını anayasalarını delme pahasına mağdur etmesine kadar varıyor/varacak. "Yüce Pir'in bir numaralı hedefi kendi ülkesiydi!" Kaybedenin tüm yeryüzü olduğu, oysa kazanan bir ulusun ol-ma-dığı garip bir savaş bu, ya da oyun, intihar, akıl hastalığı?
Şunu anlamamız lâzım: YDD'yi oluşturan, dünyanın etrafını bir çelik kapan gibi ören Kutsal Koalisyon'un milliyeti yoktur. Bunlar sayıları birkaç onbini geçmeyen fertlerdir. Çeşitli pasaportlar, çoğu zaman birden fazla pasaport taşırlar. Kendi ülkeleri, kendi halkları dahil olmak üzere kimselere sadakatları yoktur. Bu bağlamda, Yüce Pir'in ABD'li olması, Amerikan halkını kollayacağı anlamına gelmez. Tam tersine, Yüce Pir'in birinci hedefi kendi halkıdır. Neden çünkü gelişimi, etiği ve gücü itibariyle Yüce Pir'in en güçlü muhalifi kendi halkıdır.
Amerikalıları önemsiyorsunuz. Amerika'nın "iksir"i olduğundan bahsediyorsunuz.
Elbette, Amerika'yı önemsiyorum. Amerika'nın dünyaya şekil veren, gelmiş geçmiş en önemli ulus olduğunu bir kere kabul etmek lâzım. Dünyanın bir anayasa ile, toplumsal mutabakatla kurulan ilk federe cumhuriyeti. Muhteşem bir yaratıcılık, çalışkanlık, etik. Kendi başına ayakta durabilme yeteneği. Hukuk sistemi, demokrasi vs. vs. Ancak, Amerika rahat bırakılmadı. Bırakmayan kim? Bırakmayanlar, 1870'lerde ilk milyon dolarlık şirketi kuranlar. Daha sonra milyar dolarlık şirketler. Daha sonra karteller. Çok uluslular ve nihayet bu yüzyılın başında tek başlarına trilyonluk servetleri yöneten hanedanlar. Bugün sadece Ford Motor Company'nin cirosu Türkiye'nin GSMH'sını katlar. Bu hanedanların servetlerini arttırmalarının karşısında duran ulusal devletleri ortadan kaldırma istekleri de yeni değildir. Ulusal devletleri ayakbağı olarak görürler ve ortadan kaldırmak isterler.
Hiç şansımız yok mu?
Bence var. Çok zor, çok meşakkatli ama var. Böyle şekillenen bir dünyada bizim gibi mağdur ile talip arasında bir yerde olan bir toplum nasıl yaşayakalabilir? "Rüya"da anlatılan bu.
"Eski Türkiye'nin küllerinden yoğrulan bir ütopya" diyorsunuz.
Evet, eski Türkiye'nin küllerinden yoğrulan bir ütopyadan bahsediyorum. Kızıl Elma'sının "bilgi" olduğu, "Yeni Ergenekon"dan. Mağdurların yeni Ergenekon'undan. Ancak, bu Ergenekon, milliyet ve milliyetçilik kavramlarını yeniden tanımlayan bir Ergenekon. İrlandalı olsun, Amerikalı olsun tüm mağdurların birlikte oluşturdukları bir Ergenekon.
Evrensel milliyetçilik gibi bir kavram çıkıyor ortaya!
Neden olmasın? "Kelaynak milliyetçiliği" gibisinden, kendisinden ödün vermeyen, yaşayan ve fakat yaşatan bir milliyetçilik düşüncesi neden olmasın? Turnalar kadar ödünsüz ve vakur neden olunmasın? Bakın, bir milletin yaşayakalması için diğerinin ortadan kaybolması gerekmez. Sadece güçlünün yaşayakalmayı hak ettiği fikri, Darwinsel Evrim fikridir. Ancak, Darwinsel Evrim, kısmi bir gerçektir. Bir de Birlikte Evrilme diye birşey var; co-existential evolution. En az birincisi kadar gerçektir. Darwinsel Evrim'i tek ve mutlak gerçek gibi görmek politik bir tavırdır, bilimsel değil.
Bilderberg grubu ve toplantılarının üzerinde önemle duruyorsunuz. Onu entelijansiya destekli bankerler ve sanayicilerden oluşan oligarşik bir federasyon olarak tanımlıyorsunuz...
Bilderberg'in kökenleri 1877 Yuvarlak Masa toplantılarına kadar uzar. Andrew Carnegie, Peabody, Cecil Rhodes, Rockefeller, Rothschild hanedanları. Daha sonraları 1904'te yarı-gizli bir cemiyet haline geldiler. O zaman açıkladıkları amaçları dünyayı anglo-sever, İngilizce konuşan bir oligarşik yapı altında birleştirmekti. Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarında bu ülkülerine uygun oluşumları desteklediler. 1954'te ilk Bilderberg toplantısı yapıldı. Bilderberg otelinde, otelin sahibi Hollanda Kralı, eski bir Nazi. Servetini Endonezya petrollerinden yapmış bir hanedan. Eski sömürgeci. Bu toplantılar o gün bugün basına kapalı devam eder. Yüzlerce de uzantısı vardır. Vakıflardan, Trilateral komisyona kadar yüzlerce aynı amaç doğrultusunda çalışan kurum.
Dünya böyle bir federasyonun eline geçiyor. Ulus kalmakta direnecek olanların şansı yok. "Hasmın" tarifi çoktan yapılmış: Maceracılar bile bu kapsama dahil! Zihni kontrol edebilen, öldürmeyen silah adını verdikleri yöntemleri var ve bunları kullanıyorlar, Koresh tarikatı üyelerinin kendilerini yakmaları "sağlanabiliyor" sözgelimi. Dünya buralara geliyor, kimsenin ruhu duymuyor mu?
Kimsenin ruhu duymuyor değil. İnternette yüzlerce muhalif, meseleleri anlatıyor, tartışıyor, çözüm üretmeye çalışıyor. Ancak, uluslararası medya kontrollü ve yansıtmıyor. Nitekim, sıkı bir muhalif "Bo" Gritz, 1992 Amerikan başkan seçimlerinde adaydı. Adamın adını bile duymadık, öyle değil mi?
İçeriği kesinlikle gizli tutulan Bilderberg toplantılarına Türkiye'den katılımlar oluyor. Neyi talep ettiğini bilmeyen, küreselleşme, özgürlük ve barış gibi kavramların yavaşça boşaltıldığını "fark edemeyenler" de olabilir mi bu ihanetin içinde? Toplantılara katılanlar arasında (kitapta ismi geçmeyen) bir Şerif Mardin de var mesela. Vatanlarını sevdiğini varsaydığımız siyasiler var: Bülent Ecevit, Mesut Yılmaz, Süleyman Demirel...
Hemen bütün siyasiler Bilderberg'e davet alırlar. Bu onların vatanlarını sevmediğini göstermez. Tersine, gitmiş görmüş olmaları iyi. Biliyor olmaları iyi. Yoksa, bir Afganistan'dan, bir Sudan'dan beter olurduk. Dünyayı bilmeyenin dünyanın maskarası olması kaçınılmaz. Olanı görmezden gelmeyi sürdüremezsiniz.
Bilderberg'in aslında masonik bir yapılanma olduğu ve bu yapıya İlluminati ya da Tapınak Şövalyeleri adı verilen tarikatlerin yön verdiği gibi bir teori var. Size göre böyle bir tarikat, ya da bu yapının üzerinde olan bir "şey" var mı? İlk kitapta Yeni Dünya Düzeni için öngördüğünüz tarikat benzeri örgütlenme metaforu (Yüce pir-Vasıllar- Salikler-Müridler... silsilesi) böyle bir bilgiye mi gönderme yapıyordu?
Masonik yapılanmadan kastınız nedir bilmiyorum. Kitaptaki Tapınak Şövalyelerine yapılan atıf bambaşka bir bağlamda. İnsanoğlunun inanmayacağı hiçbir yalan olmadığı bağlamında bir alıntı. Kâbus'taki düzenlemeye gelince, o düpedüz bir tarikat düzenlemesi. Cihaz'ından zikrine, kurallara uymayanların "düşkün" ilân edilmelerine kadar.
"Yeryüzünden silinmemiz gerekiyorsa silinelim ama haysiyetimizi koruyarak, zerafetle ve yitirmeksizin mizah duygumuzu külliyen." Kitabın girişinden bir cümle. Mizah duygusunun gerekirlilik cihetini anlayamadım. Olup bitenler büyük bir şaka belki ama gülebilmek ne kadar mümkün?"
Ağlamak neyi çözer?! Göğsümüzü, bağrımızı mı yumruklayalım? Kanlı gözyaşları mı dökelim? Oturup, sakin sakin duruma bakalım. Sakin sakin ve evet mizahla. Sizce, garibim Afganistan'ın taş tarlasına milyarlık silâhları gömen Amerikan yönetimi komik değil mi?
11 Eylül vakasının da teyid ettiği öngörüleriniz arasında ülkemizi/ulusumuzu bekleyen daha nice felaketlerin olduğunu görmek korkutucu. Dünyayı "bir dünya, bir devlet, bir bayrak "sloganıyla dönüştüren ve bir süre sonra adına "Yeni Dünya Düzeni" diyen bu güç odaklarının isteği dışında pek bir şey olmuyor gibi, yanılıyor muyum?
"Rüya"da bütün bu olumsuzluğa rağmen ne yapılabiliri hayal ettim. Bence durum çok zor ama ümitsiz değildir. Çünkü, yaşam fiziktir ve yasaları vardır. Ve fiziğin yasaları sanıldığı gibi siyah-beyaz değildir. Yeni Ergenekon'un asal yasası kuantum gerçekliğini, yani Ezeli ve Ebedi Gerçekleri esas alan yasalardır. Bu yapılabilir, mağdurların gerçekliklerinin en az Kutsal Koalisyonun gerçekleri kadar gerçek olduğu anlatılabilirse yaşayakalmak mümkün olacaktır. İstemediğimiz bir oluşumu ancak "bilgi" ile önleyebiliriz. Hep "onlar"ın istedikleri olmaz, hayır, çünkü dediğim gibi yaşam fiziktir, yasaları var. Ve bugün burada kanat çırpan bir kelebek yarın Pir'in dergâhında fırtınalar yaratabilir. Ancak, mağdurların durumu arabeskleştirmeden, ağlamadan değerlendirmeleri gerekir. Nafile olmayan bir dünya kurmak, yaşayakalmak istiyorsak, herşeyden önce Koalisyon'un bilgi tekelini kırmamız gerekir. Matematiksiz, fiziksiz bu iş olmaz.
Çok zor görünüyor...
Ben öyle düşünmüyorum. Yepyeni bir anlayışla en çok yirmi yıl içinde bilgi tekelini kırabiliriz. Ancak yepyeni dediğim bu anlayış, herşeyden önce içdünyamızın değişmesine bağlıdır. Ra'd suresini hatırlayın: "Gerçek şu ki, Allah, bir toplumun maruz kaldığı şeyleri, onlar iç dünyalarını değiştirmedikçe değiştirmez. " İç dünyasını değiştirmenin de yolları yöntemleri var. Herşeyden önce şu güvensiz, pısırık, kaypak tutumlarımızdan vazgeçmek zorundayız. Devletten değil, bireylerden bahsediyorum.
Kitapta "Beyaz Turna" yasaları dediğiniz yasalardan mı bahsediyorsunuz?
Evet, onlardan bahsediyorum. Bir kere, erkeksi ilkeyi, eril ruhları yeniden ayağa kaldırmamız lâzım. Yiğitlik, mertlik, dürüstlük, denge gibi kavramları yeniden yaşatmamız lâzım. Çünkü bunlar olmadan hiç bir sahada, hele de fen bilimlerinde ilerlemek mümkün değil. Dünya tarihi şahittir ki, özgüveni olamayanlar bilim yapamıyor. Kaldı ki, içdünyayı değiştirmenin kadim yöntemleri var. Kaybolan koordinatlarımızı yeniden bulmak zorundayız. Bu, herşeyden önce başımızı kaldırıp gökyüzüne yeniden bakmamızı gerektiriyor. Gökyüzü ile yeniden tanışmamız, yeniden barışmamız. Astronomi yani. Astronomi, geometri, matematik, fizik ve diğerleri. Fen bilimlerinde havlu attık, fen bilimlerini Kutsal Koalisyon'a ihale ettik, lâfı güzafla uğraşıyoruz.
Yeni Dünya Düzeni'nin din için de somut çözümleri var! Roma Klübü 68'den beri Hristiyanlık -Budizm karması yeni bir din üzerinde çalışıyor. Çok üreten ve çok yorulan Batılıların yine aynı yıllarda ortaya çıkan Budizm'le arınma merakı bir tesadüf değildi diyebilir miyiz?
Elbette ki tesadüf değil. Kilise, meselelerine cevap veremez oldu insanların. Söyledikleri ile yaptıkları birbirini tutmadı. Onlar da Budizm'den yeni-putperestliğe kadar, türlü arayışlara girdiler. Kozmik kimlik arayışı devam ediyor.
Yeni Dünya Düzeni'nin idealize ettiği tiplemeye bakınca (İngilizce konuşan, anglosakson sever), ülkemizdeki İngilizce öğrenme histerisi geliyor akla. Bu yüzden mi Nobel adayı bir Türk atom fizikçisi Profesör Oktay Sinanoğlu gibi bir bilimadamının Türkçe'deki ısrarı küçümsenebilen, burun bükülebilen bir eylem gibi algılanabiliyor çoğu çevrede?
Bence öyle. Yeni Dünya Düzeni mutlak doğru olarak o kadar ustaca dayatıldı ki, meselelere ülkemiz açısından bakamaz olduk. Bırakın bakmayı, düşünmeyi bile reddediyoruz.
Giderek ayrışan, bir unsuru diğer bir unsurunu reddeden bir Türkiye bekliyor bizi...
Aman ha! Bu sadece bir roman! En kötü senaryolara dikkat çekmeye çalışan bir roman! Sakın daha fazla birşey yüklemeyin!
Öyle olsun. Ama Anadolu devletçikleri mecazı ile anlattığınız toplumsal ayrışma oldukça gerçekçi görünüyor. Bir birleşme ihtimalinin bile yeni çatışmalar doğuracağı, gruplardan birinin Bilderberg'çilerle ittifak kurup "kutsal koalisyonun" jetlerini çağırabilecekleri gibi güncel bir tehlike bile okunabiliyor bu kurgudan.
Bakın, tekrar ediyorum, bu nihayet bir roman. Olası tehlikelere dikkat çeken bir roman. Ben Türkiye'nin ortak paydasının olduğuna, sadece bir "cümle"ye ihtiyacı olduğuna inanıyorum. Afazi, ciddi bir sorun. Bilgi'ye uzaklık ciddi bir sorun. Hâlâ interneti tuzluk gibi kullanıyoruz, bu çok ciddi bir sorun. Ama aşılamayacak sorunlar değil bunlar. Bir insana kırk kere deli derseniz deli olur ama bunun tersi de var. Bir de akıllı demeyi deneyelim bakalım.
Evet, söylüyorsunuz, marifet felaketlerin yörüngesinde sıkışıp kalmak değil kaos halindeki ulustan istikrarlı bir yapı çıkarabilmek. Ancak bu yapıyı kurmak için belli uyaranlara ihtiyaç var. Turnalar, Dağlar ve Seher Yıldızı gibi.
Evet, Kutsal Üçlü. Bu üçlünün Türklerin ortak formatlarını yansıttığını düşünüyorum. Bir Türk tanımadım ki, turna dediğimde yüzünde bir gülümseme belirmesin. Bir turna türküsü bilmesin.
Türkiye'de kendisinden önceki kuşakların hayatta kalma ve direnme içgüdüsünü tevarüs edememiş ama çokça yoksulluk hikayesi dinleyerek sinmiş bir kuşak var. Çoğu okumuş yazmış ve dillerine "Türkiye berbat bir ülke, çekip gitmeli buralardan" şayı'asını dolamış bir kuşak. "Giderlerse gitsinler" mi diyeceğiz onlar için, hele 'turnalar' ve 'dağlar' çoğu kentsoylu olan dimağlarında bir tesir yaratmıyorsa?
Bir kere, kentsoylu diye birşey yok. Istanbul'da oturanların sadece yüzde 3'ü İstanbul doğumludur. Bu bakımdan Kutsal Üçlü'nün yani Turnalar-Dağlar-Seher Yıldızı üçlüsünün ortak formatlarımızdan olduğunu düşünüyorum. Zaten bunlar değilse başka üçlüler bulunur. Öteki sorunuza gelince, evet, aynen öyle düşünüyorum, siz çağrınızı yaparsınız, giden gider, kalanlar bizimdir.
Başımızı kaldırıp gökyüzüne bakmamız gerektiğini söylüyorsunuz. Gökyüzü, aklımızla köklerimizin buluştuğu gizli koordinatları mı veriyor?
Kutsal Koordinatları veriyor evet. Koordinatlar kaybolmadığı sürece her şeyin bir çaresi vardır. Ama koordinatlarınızı kaybederseniz, neyin nereden geldiğini bile fark edemezsiniz ki, karşı durabilesiniz.
Canlı cansız her maddenin yıldız tozlarından oluştuğu ancak "başlangıçta" asal maddemiz olan Karbonun bu bileşimde olmadığı bilgisi var kitapta. Bu doğru mu? Karbon'un gizemli durumu bilimsel bilgi ile inanç arasında bir yapıştırıcı görevi mi görüyor?
Karbon, Güneş Sistemi'nin bir elementi değil, hayır. Çünkü Güneş karbon üretecek aşamaya gelmeyecek kadar küçük. Söylemeye çalıştığım, Güneş Sistemi'nden değil, karbon üreten başka yıldızların elementlerinden oluştuğumuz. Gizemli bir durum da değil, bir vakıa. Zaten kitapta inanç ile bilim arasındaki farkın bir metodoloji sorunundan ibaret olup olmadığı sorgulanıyor. Yani, son ikibin yıldır yaşadığımızın bir yanlış anlamadan kaynaklanıp kaynaklanmadığı.
Rüya'da simülasyonu, mağdurların yaşayabilmeleri, bir süreci gözlemleyebilmeleri, ilim öğrenmeleri için gereken bir zemin olarak kullanıyorsunuz. Bugün, mucizeler diyarından çok uzakta ve belki bir felaketin arefesinde içselleşmiş aşağılık komplekslerinden kurtulabilmek adına kendimiz için kurabileceğimiz bir simülasyon var mı?
Benim yaptığım bilgisayar simülasyonuna, yapay zekâya yeni bir boyut getirerek sadece olanı değil, olabileceği de gösterebilecek sinerjiyi yaratabilecek bir düzenleme önermek, yeni bir eğitim sistemi ortaya koymaktı. Bunu yapabilirsek, örneğin önümüzdeki yirmi yılda 70 milyon insanımızdan kırk tane matematikçi, matematik öğretmeni değil, hocası değil, "matematik yapıcısı" yetiştirebilirsek, dünyayı düzenleyenleri birebir markaja alırsak pekalâ da yapabiliriz. Ama yine hatırlatayım: Ra'd suresi.
"Bilgi, meselesi olanların elinde kaldı... Astronomiyi ilerleten denizcilikti, aritmetiği ilerleten ticaret, fizik-kimyayı ilerleten endüstri... Osmanlının ise meselesi yoktu" deniyor. Bu da ne yazık ki kültürel kodlarımıza işlemiş bir başka gerçeğimiz değil mi? Dünyevi ilimleri farz-ı kifayeden saymak, harcı alem görmek ve "birileri yapsın" deyip herhangi bir sorumluluk hissetmemek. Bu yüzden mi yalnızca tellakların değil hamamın da değişmesi gerekiyor?
Evet, öyle. Ne zaman ki, Osmanlı başını kaldırıp gökyüzüne bakmaz oldu, Tophane'deki gözlemevini yıktı attı, bilim arenasında havluyu attı. Bakmayın siz bizim çöküşümüzün izleri 1587'ye kadar gider.
Onarımcılar adını taşıyan bir grup akil insan bir yandan koalisyonun bilgi tekelini kırmaya çalışıyor, bir yandan Rusya İsveç ve Amerika'nın mağdur halklarına yardıma gidiyorlar. "Gezegenin emniyet sübabı" olduklarının bilinciyle ve fakat kimse için strateji üretmeyen, kimse adına konuşup yargıda bulunmayan bir model oluşturuyorlar. Bu şimdiye dek yapılagelen kurtuluş mücadelelerinden ve devrimlerden farklı bir tutum değil mi?
Konuşmamızın başında da söylediğim gibi, başkaları için karar veren, siyah/beyaz, sosyal Darwinci düşünce tarzı, Birinci Aydınlanma Çağı'nın kalıntısıdır. İkinci Aydınlanma Çağı "holistik" yani bütüncü düşünmeyi getirmiştir. Bundan böyle hiç bir devrim, sadece bir ülkeyi, yöreyi düşünerek, onların koşullarını ön plâna alarak yapılamaz. Çözümleri tüm dünya için gerçekleştirmek lâzım. Onu söylüyorum.
"... Kültürel kodlarımın gezegenin teminatı olduğunu nerden bilebilirdim" diyor İmre Kadızade. Türk ulusunun kendini kurtarmaktan öte yeryüzüne ezeli ve ebedi gerçekliği getirme gibi bir misyon yüklendiğini görüyoruz. Yoksa nev-i şahsına münhasır özelliklerimiz mi var?
Nev'i şahsına münhasır özelliklerimiz elbette var. Örneğin, önyargılı olmamamız bunlardan birisi. "Hem-hem de" mantığına yabancı olmamamız bunlardan bir diğeri.
İlk kitap Kâbus'un kadınsı toplumundan Yiğitler, Eril ruhlar neşet ediyor. Eski Türkiye'nin içinde bulundugu kaos hali, ön-insan durumundaki erkeklerin "yiğit" e evrilmelerinde olumlu bir rol bile oynuyor, bu nasıl oluyor?
Az önce de belirttiğim gibi, yepyeni bir eğitim sistemiyle mümkün oluyor. Bu eğitim sistemi sadece zihni değil, bedeni de terbiye ediyor. Zihni kemal gibi vücudu kemal diye bir kavram da var. Fenafillâh olan sadece akıl değil, beden de olabiliyor.
" Malazgirt'ten bu yana top ilk kez ayağımıza geldi. Akıl almaz sandığımız kuantum fizikçileri ile bizim sufi tayfası el ele". Kitaba da adını veren Schrödinger'in, kuantum teorisyenlerinin Hz. Muhammed'i tanımadıkları gerçeği başedilmesi zor bir gerçek. Bu kitabın önemli olmasının nedenlerinden biri Hz. Muhammed'i tanımayan bir bilimle Muhamed'e gönül vermiş bir ümmeti buluşturuyor olması diyebilir miyiz?
Bilemiyorum, tek bir kitapla böyle bir buluşma sağlanabilir mi?! Ama tabii ki, Rüya, en azından benim rüyam, Hz. Muhammed'i tanımayan bir bilimle, Muhamed'e gönül vermiş ama bilimi tanımayan bir ümmetin buluşması. Biz bunu yapabiliriz. Bu potansiyelimiz, dünyanın emniyet sübabı olacaktır.
Arka kapak'tan
2020'li yıllar. Postnişinde YÜCE PİR'in oturduğu Yeni Dünya Düzeni Tarikatı iktidarını tüm hışmıyla güçlendirmeye devam etmektedir. Dünya halkları ya KUTSAL KOALİSYON'a biat edecekler ya da Sömürülmezler ve Lanetliler'in kaderlerini paylaşacak, yeryüzünden silinip gideceklerdir.RÜYA gezegenimizde hayatın KUTSAL KOALİSYON'un dışında kalarak da sürdürülebileceğine inanan bir avuç insanın, ONARIMCILARIN öyküsüdür.ONARIMCILAR kendilerine "gururlu oldukları kadar da utangaç olan" Turnaları örnek alırlar. Dünya görüşünden ödün vermeyen, dünya görüşünü bizim dünya görüşümüze uyarlamayı reddeden; sınırsız çayırlıklardan başka özgürlük tanımayan, kendi yaşam biçiminden gayrisine boyun eğmeyen, yalakalığa tenezzül etmeyen, laubali olmayan, vakur Turnaları. Seher Yıldızını rehber edinip dağlara çıkarlar. Dünya halklarına çelik bir kapan kuran Feodal oligarşinin mutlakmış gibi duran gücüne rağmen Mucizeler Diyarı'nı kurmayı başarırlar. Mucizeler Diyarı 'nın "Asal Yasa"sı, Yeni Fizik'i temel almıştır ve o topraklarda "bir şey ne imkansızdır ne de kesin".RÜYA bir ütopyadır.KARA KALPAKLI ADAM'ın "eski" Türkiye'nin yangınının küllerinden yoğurduğu bir ütopya.
RÜYA'DAN UYANMANIN ZAMANI
Aksiyon Dergisi - 13 Ekim 2001

"Aydınlanma değil merhamet"Alev Alatlı

Basın Bülteni
Mayıs, 2004 Beykoz

Tarihin en büyük bir dramına tanıklık eden Kuzey komşumuz, Rusya Federasyonu, dünyanın en büyük kara parçasında on bir boylamın en karanlık karanlığının, en soğuk soğuğunun, en geniş genişliğinin, en yüksek yüksekliğinin yaşandığı ülke. Avrasya'nın korunmasız iç steplerinden, Kuzey 60. paralele doğru balta girmemiş karanlık ormanlara, "tayga" dedikleri bodur çamların, köknarların serpiştirildiği ıssıza açılan, eksi elli derecenin şaşırtmadığı, güneşin bir battı mı, bir daha doğmadığı toprakların ülkesi. Cengiz Han'dan, Lenin'e, Şeyh Şamil'den, Çariçe Katerina'ya kadar tarihe şekil veren sayısız ismi az ya da çok ama mutlaka paylaştığımız, masallarımızdaki Kaf dağından, sofralarımızdaki "mantı"ya kadar yaşamın pek çok lezzetine ortak olduğumuz ama pek az tanıdığımız sıcakkanlı, konuksever, çok iyi eğitimli insanların ülkesi.1980li yılların başlarında dünya toplamının yüzde yirmisini oluşturduğu hesaplanan üç milyon dört yüz bin uluslararası nitelikte bilim adamıyla mağrur bir "yüksekteknoloji imparatorluğu." Ve sonra,Gorbaçev'le başlayan, Boris Yeltsin rejimi ile süren, sonuçları Rusların ezici çoğunluğu için facia niteliğinde olan "reformlar." IMF'ye teslim edilen, sanayisinin yüzde altmışını kaybeden Rusya. Yüzde bin üç yüz elliye fırlayan enflasyon, açlıktan ölenlerin günlük ortalamalarının üç rakamlı sayılara yükseldiği Rusya.Meşruiyetini ve güvenilir tabanını kaybetmiş, aşırı derecede yıpranmış, sadece halkının desteğinden değil, bürokrasisini dolduracak güvenilir insan kaynağından da yoksun bir devlet gücü... Entelektüel bir boşluk içinde, temsil ettiklerinin ihtiyaçlarını dillendirmekten aciz, bir o kadar zayıf ve dezorganize muhalefet... IMF'nin "şok tedavisi" ve "özelleştirme" ile yaratılan, ülke çıkarlarını hiçe sayan "Yeni Ruslar" diye birileri... Medya'yı kontrol eden finansman çevreleriyle Kremlin arasındaki "enformasyon savaşları" arasında şaşkın, bölünmüş bir halk... Kendi hükümetleri ile yabancı bir güçmüşcesine pazarlık eden ekonomi seçkinleri... Rusya'nın bir "haydut devlet" haline geldiğini söyleyen bir Duma sözcüsü, Gennadi Seleznev. "Hamasi belâgat, ekonomik maceracılık ve geniş çaplı hırsızlık Rus gerçekliğinin uzun vadeli değişmezleri olacaktır" diyen bir "reformcu," Yegor Gaidar.
Bilim adamlarının üçte ikisi kaybeden, dünya yakın tarihinde, yıllarca sürdürdüğü kalkınmanın meyvelerini çürümeye terkeden, 'Üçüncü Dünya' olarak adlandırılan ülkelerin saflarına kaymak tehlikesiyle karşı karşıya kalan, muhteşem bir ülke. "Üçüncü Dünya ülkesi" yani insan hayatının gündelik gereksinimlerin ötesinde daha üstün bir anlamı yokmuş gibi yaşanması, yani tarihin kaderci bir bakış açısıyla değerlendirilmesi, ahlâki ve dolayısıyla ekonomik düzelmenin mümkün olmadığı duygusunun yerleşikliği, yoksulluğun "kader"in, anlaşılmaz ve denetlenemez tarihi güçlerin bir oyunu olduğunun sürgit vurgulanması yani kendilerine bir tas çorba edinebilecekleri parayı verecek Alman, Türk ya da Amerikalı'nın altında ter döken Moskova Fizik Enstitüsü mezunu fahişeler.
Kulak verirsek, çığlıklarını ta Türkiye'den duyabileceğimiz ayaklar altında ezilen muhteşem bir arşiv, hükümsüzleştirilmesinin acısını oturduğumuz yerden hissedebileceğimiz muhteşem bir birikim.Rusya'nın trajedisinin hemen her tezahürünün karşılığını kendi ruhumda bulduğumu, çığlıklarımızın karıştığını ifade etmeliyim. Çocukluğumun Stalinli '50lerde, Rus sınırında, Sarıkamış'ta geçmişliğine ve '70li yıllarda yaşanılanlara karşın ya da belki de onlardan dolayı Rusya, benim için hep bir muammaydı. Hiç Rus tanımamıştım ama tank seslerini, "Stalin saldırıya geçmiş" haberlerinin SarıkamışErzurum biletlerini beş yüz liraya çıkarttığını hatırlarım ki, bu miktar, babamın maaşının bir kaç katıydı. Bir de şekerlerini, hatırlarım. Kirli beyaz renkte, taş gibi sert yumrulardı. Rusların o sert yumruları çekiçle kırdıkları, çayı kıtlama içtikleri anlatılırdı. Sarıkamışlılar da çayı kıtlama içmeyi severler, sınırın öte yanından kaçak gelen sert Rus şekerini tercih ederlerdi. Rus şekeri daha ucuz olurdu ama açıkta, çuvallarda satılır, annem pistir diye eve sokmazdı. Sonra Heybeliada'da balığa çıkan Trostkî'nin görüntüleri, Nazım Hikmet'in Moskova radyosundan seslenişi, Rus tanklarının sardığı Budapeşte radyosunun kadın spikerinin yardım için haykırışı, TKP'nin gizemi, aşkla ama acemice okuduğum Gogol, Pasternak, Tolstoy, Dosteyevskî, içselleştiremediğim Ortodoksluk, daha da az bildiğim Slav şamanizmi, Rus ruhanîliği, tarikatleri, tekkeleri zaviyeleri, Şevket Süreyya Aydemir'in, Atilâ İlhan'ın, Kemal Tahir'in naklettikleri, Sputnik'in ihtişamına karşın daha fabrikadan çıkarken köhne Jiguli otomobiller, "Rusya, Rusya! Çıkarıp atmak istediğim ağır bir miğfer gibisin başımda!" diye dolanışım."Rusya, anlaşılamaz, hesaba kitaba da gelmez. Kendisine has bir kimliği vardır. Rusya'ya sadece iman edilir," diyor, Ondokuzuncu yüzyılda yazan bir Rus düşünürü, Fyodor Tyutçev. Bugün geldiğim noktada, ben kendi miğferimi başımdan atabildim mi? Hayır, ama bundan beş yıl öncesindeki kadar ağır olmadığı da muhakkak. Ancak, şimdi yeni bir yüküm var: Meğer, Rusya, benim Türkiye kitabımmış da haberim yokmuş. Görüyorum ki, yaklaşık yüz yıllık sıcak ve soğuk savaş, sadece Rusya'nın değil, dünyanın yüzünü değiştirmek içinmiş. Üçüncü milenyum içinmiş. Rusya, tarihteki rolünü oynamış, şimdi artık Rus aydınlarının rüyalarıyla gebe kalmak sırası Amerika'daymış. Bedel ödeme sırası, olgunlaşma, pişme sırası yeni Rusya'nın tarihini yazan Amerikan aydınlarındaymış. Ey ukniyem, eh ukkniyem! Türkiye tarihinin bir sonraki sahnesini Rusya'da izliyor olmaktan ürker oldum."Gogol'un İzinde" dörtlüsünün Rus kahramanı, Prens Aleksî Kristofoviç Zelenskî'nin dediği gibi, "Biz aydınlar, ne zekânın doğasını anlıyoruz, ne de zeki bir zihnin çıkışlarını. Madde ve maddeciliğin güdümünde olduğumuzdan, dünyanın biz olalım diye varolduğunu, evrenin başlıca mobilyası olduğumuzu unutuyoruz. Diriliş, ancak isteniyorsa gerçekleşebilir, ancak o zaman mümkündür. Meğer ki, ahmaklığın sukûnetinden olsun, bilimin, tasavvuf karşısındaki alçakgönüllü duruşunu seviyorum."

"Merhamete Çağrı"Alev Alatlı ile Söyleşi(1),

Merhamet'e Çağrı
Alev Alatlı, "Gogol'ün İzinde" üst başlıklı yeni nehir romanına "Aydınlanma Değil Merhamet''le başladı. Aydınlanma adına üçyüz yıldır acı çekildiğini belirten yazar, bugün dünyanın tek ihtiyacının merhamet olduğunu söylüyor.
Alev Alatlı'nın kaleme aldığı "Gogol'ün İzinde" dörtlüsünün ilk kitabı "Aydınlanma Değil, Merhamet!" Everest Yayınları arasından çıktı. Dizinin diğer üç kitabı olan "İsa Mesih için Son Çağrı", "Suya Yazılı" ve "Akma Volga'm!" kitaplarını üçer ay arayla yayınlayacak olan Alev Alatlı toplamı 2200 sayfadan oluşan nehir romanında Rusya'yı ele alıyor. Yeni dünya düzeni ve küreselleşme merkezinde Doğu ve Batı karşılaştırması yapan Alatlı, bu temel sorunsalları Rusya üzerinden değerlendiriyor. Rusya bağlamında bahsettiği aydınlanmayla, "Batılılaşmak" uğruna üçyüz yıldan beri beri çekilen acıları kastettiğini belirten ve bugün dünyanın tek ihtiyacının merhamet olduğuna dikkat çeken Alatlı, tarihin en büyük dramına tanıklık eden kuzey komşumuz Rusya'nın serüveninin Türkiye'nin sadece geçmişine değil geleceğine de ışık tuttuğunu ve bu kitabın Rusya'nın Türkiye kitabı olmasından ürktüğünü söylüyor.
· HALE KAPLAN ÖZ Nasıl biriktirdiniz bunca Rusya'yı, onu yazmak nasıl bir heyecandı?
Bir gün, bir yerde, "Moğollar Kiev'i talan ettikten sonra Rus köylüleri, kuzeye, ormanlara çekilirler. Ve orada medeniyet yorgun düşer, uykuya yatar. İnsanoğlu en başa döner, toprağa iltisaklı bitkiye dönüşür, dilsiz ve dayanıklı. Savaşçı imparatorların estirdikleri fırtınaların rasgele savurduğu ezeli ve ebedi köy, çocuklar peyda eden, toprak anaya tohum gömen o 'sonsuz' köylü, yeniden ortaya çıkar: Kendi yağında kavrulan kıvrım kıvrım bir canlı kümesi. Ölmeyecek kadar gıda, ehemmiyetsiz tasarruflar, ehemmiyetsiz servetler ve tahammül... Yığınlar ayaklar altında ezilirler ve fakat yaşayakalanlar ölenlerden boşalan yeri ilkel doğurganlıkla doldurur ve acı çekmeyi sürdürürler," diye bir cümle okudum. İçim çekildi. Ölmek, öldürülmek, öldürmek üzere inatla döllenen, ezelden ebede döllenen insanları tanımak, ölenlerden boşalan yeri doldurmaya ve acı çekmeyi sürdürmeye niçin ve nasıl bu kadar hevesli olunabilineceğini öğrenmek istedim. Gerisi, binlerce sayfa okuma. Birkaç seyahat. Nefes kesici bir serüvendi ve devam ediyor.
Aydınlanma ve merhamet karşıtlığını nasıl anlamlandırıyorsunuz, bu iki kavram karşıtlık kurar mı gerçekten?
"Aydınlanma" elbette "merhamet"in karşıtlığı değil! Benim Rusya bağlamında bahsettiğim, "Aydınlanmak", "Batılılaşmak" uğruna üç yüz yıldan yani Deli Petro'dan itibaren çektikleri acılardır. Petro'ya "İlk Bolşevik" denmesinin nedeni de budur. Aydınlanmacıların entelektüel kibirleri nedeniyle çok ağır bedel ödendi ve ödeniyor. "Tek yol" devrimdi, şimdi de "tek yol" serbest piyasa ekonomisi, liberalizm. Kibir aynı kibir, zulüm aynı zulüm. Bana sorarsanız, bugün dünyanın ihtiyacı olan, herşeyden çok "merhamet"tir.
Rusya'da bizim ülkemiz ile ortak gördüğünüz unsurlar neler? Rusya'nın yaşadıklarını Türkiye yaşasaydı nasıl bir ülkede yaşıyor olurduk şu an?
Günümüz Rusya'sında gözlemlediğim manzara şu: Aşırı derecede yıpranmış, sadece halkının desteğinden değil, bürokrasisini dolduracak güvenilir insan kaynağından da yoksun bir devlet gücü... Entelektüel bir boşluk içinde, temsil ettiklerinin ihtiyaçlarını dillendirmekten aciz, bir o kadar zayıf ve dezorganize muhalefet. Denetimsiz serbest piyasa ve özelleştirme ile yaratılan, ülke çıkarlarını hiçe sayan "Yeni Ruslar" diye birilerinin varlığı... Medyayı kontrol eden finansman çevreleriyle Kremlin arasındaki "enformasyon savaşları" arasında bölünmüş bir halk... Kendi hükümetleri ile yabancı bir güçmüşcesine pazarlık eden ekonomi seçkinleri... Tahrip olan manevi değerler... İnsan hayatının gündelik gereksinimlerin ötesinde daha üstün bir anlamı yokmuş gibi yaşanması... Tarihin kaderci bir bakış açısıyla değerlendirilmesi, ahlâki ve dolayısıyla ekonomik düzelmenin mümkün olmadığı duygusunun yerleşikliği... Bu sahnenin tanıdık gelmesi ürkütücü.
Ülkemiz yazarları arasında farklı ülke ve kültürleri ele alan yazar pek yok. Siz bunu yaptınız. Yazmak için de bir Doğu ülkesini seçtiniz ve bir muamma olarak tanımladığınız bu coğrafyayı yazdınız. Tüm bunlardan sonra onu, Rusya'yı tanıyabildiğinizi rahatlıkla söyleyebiliyor musunuz?
Kendi insanımızı bile doğru dürüst tanıyamazken, bir başka kültürü eksiksiz öğrendiğimi söylemem elbette haddimi aşan bir tavır olur. Ancak, başladığım noktadan çok daha ilerdeyim diyebilirim.
Rusya'nın anlatımında gerçeklikten hemen hemen hiç kopmuyorsunuz, bu roman kurgusu içinde bir çelişki değil mi?
Bu sorunuza iki cevabım olacak. Birincisi, Mark Twain'in ünlü saptaması: "Gerçek, kurgu'dan daha acayiptir, çünkü kurgu, olabilirlikleri gözetmek durumundadır; 'gerçek'in öyle bir zorunluluğu yoktur." Bu nedenle, kurgudan daha heyecan vericidir gerçek. Öyle ki, roman gerçeği budayarak anlatmak durumundadır, tümüyle aksettirdiğinizde kimse inanmaz. İkincisi, edebiyat, hayatın yani gerçeğin ta kendisidir. Bilimkurgu bile gerçeğin üzerine kurulur. Onun için çelişki diye bir şey söz konusu değildir. Kaldı ki, NabokovSoljenitsinGogol'un aynı odada buluştuğu bir durum, ne kadar "gerçek" olabilir ki?
Rusya Türkiye'ye ışık tutabilir
Aydınlanma Değil Merhamet'te bize çok da tanımadığımız Rusya'nın sosyal, ekonomik, tarihsel, siyasal ve kültürel yapısını kucaklayan bir tablo çiziyorsunuz. Rusya'yı gündemimize sokma çabanız neden?
Bakın, insan olarak türdaşlarımızla paylaşmadığımız hiçbir özelliğimizin olmadığına inanırım. Rusya'nın serüveni Türkiye'nin sadece geçmişine değil, geleceğine de ışık tutabilecek bir serüvendir. Üstelik, Avrupa ülkelerinin serüveninden çok daha öğreticidir, çünkü Asya'yı, hatta İslamiyet'i paylaşıyoruz. İkimizin de gözü hep Batı'da olmuş. Rusya'nın Türkiye kitabı olmasından ürküyorum.
Bu, Rusya'nın Viva la Muerte'si
Romanın yayınlanmasının ardından ülke içinden ve dışarıdan özellikle de Rusya'dan gelecek tepkiler hakkında beklentiniz neler?
Rus okurların şaşırdıklarını biliyorum. Türkiye'den böyle bir çıkış beklemiyorlardı ve haklılar, çünkü kültürleri ile gündemimizde olmadıklarının farkındalar. Aralarından "Bu kitap Rusya'nın 'Viva la Muerte'si" diyen oldu. Türkiye'ye gelince, okuyanın ağızında Rusya'nın burukluğu kalsın, yeter. Öte yandan, on gün içinde üçüncü baskıya girmiş olması, Türkiye'de okunmak için "hafif" konularda yazmak gerektiği şeklindeki yaygın inancın pek de doğru olmadığını gösteriyor ki, benim tecrübem de bu yöndedir
Yeni safak 20040722

"Modernite Bir İdeolojidir"

Abdurrahman Arslan ile Söyleşi




"Modernite, bilim ya da pozitivizm dediğimiz ideoloji üzerine kuruludur"
11 Temmuz 2007 Çarşamba 09:01
Abdurrahman Arslan ile söyleşi yapmanın keyfi bir başkadır. Mütevazı kişiliği size emniyet telkin eder. Sorularınızı daha rahat sorarsınız. Cevapları ise şaşırtıcı ve ezber bozucu olmaktadır. Tanımaktan şeref duyduğum insanlardan biri. Zamanının büyük çoğunluğunu rızkını temin etmekte kullanması Müslüman düşünce dünyası için büyük kayıp! Haramdan korunmanın yolu olarak bu tercihi yaptığı için sadece kendisine gıpta ediyoruz. Sorularımıza verdiği içten cevaplar ve ufuk açıcı, ezber bozucu boyutu için kendisine müteşekkiriz…
Aşağıda Abdurrahman Arslan’ın düşünce ufkunu ve çözüm önerilerini bulacaksınız. Derin sulara girmeye hazırlanırsanız iyi edersiniz! İyi okumalar dilerim...
Röportaj: Abdulaziz Tantik
Batı modernitesinin oluşumu aşamasında temel etkenlerden biri olarak İslam düşüncesi olduğu görüşü benimsenir! İbn-i Rüşd, İbn-i Sina, Farabi ve Gazali gibi düşünürler olduğu gibi Endülüs ve Sicilya üzerinden bu etkileşimin sağlandığı düşünülür! Sizce batı modernitesi oluşumunu nasıl sağlamıştır?
Hiç şüphe yok ki batıda doğup gelişen modernite, skolâstik dönemin Hıristiyanlık düşüncesi karşısında iki dayanağa sahip olmuştur. Yani, modernist düşünce, içinde doğup gelişecek olan skolâstik dönemin Hıristiyan inancını/düşüncesini zayıflatma ve ona karşı durmanın entelektüel gücünü Kadim Grek ve İslam düşüncesinden almıştır diyebiliriz. Yine bilindiği gibi Kadim Grek düşüncesi de batı dünyasına İslam düşüncesi üzerinden aktarılmıştır. İslam düşüncesi Batıyı daha çok Sicilya ve Endülüs üzerinden etkilemiştir. Modernist düşünce cihetinden Kadim Grek ve İslam düşüncesi, ortaçağ Hıristiyanlığının siyasi, sosyal, dini fakat özellikle kozmolojik anlayışı üzerindeki etkisini zayıflatan araçsal bir işlev görmüştür diyebiliriz. Yani kurucu bir unsur halini almıştır. Batı modernitesi Ortaçağ Hıristiyanlığının dünyasını parçaladıktan sonra, kendini inşa ederken büyük nispette Grek aklı ve tecrübesinden faydalanmıştır. Bu faydalanma hem felsefi hem de hakikat nazariyesi bağlamında olmuştur. Burada Batı aydınlanmasının inşasında Grek felsefesi önemli olurken Protestanlığın oluşumunda ise İslam düşüncesinin katkısından söz edebiliriz. Ancak şunu unutmamak lazım; eğer Hıristiyanlığın kilise merkezli din tecrübesi ve manastır hayatı olmasaydı bizim bugün belki de modernist düşünceden bahsetmemiz imkansız olacaktı. Aydınlanma paradigması gökten zembille inmiş, kendi kendini inşa etmiş bir paradigma değildir. Bilakis, Hıristiyanlığın inşa ettiği dini temelli dünya görüşünün çok ciddi katkıları olmuştur. Hem siyasi, sosyal ve hem de felsefi olarak aydınlanma felsefesi Hıristiyanlığa çok şey borçludur.

Modernitenin temel parametreleri nelerdir? Modernite derken ne anlamalıyız?
Modernite daha başlangıçta kendini bir özgürlük ve özgürleştirme projesi olarak tanımlamış, böyle bir vaatte bulunmuştur. İlgi çekici bir husus olarak bugün modernite de bir özgürlük ve özgürleştirme vaadinde bulunarak ortaya çıkmaktadır. Modernite bu özgürlüğü akıl temelli bir özgürlük olarak nitelendirmiştir. Yani bu vaadin gerçekleşmesinde akıl temel alınmıştır. Ama tabii ki modernite bu kadarla sınırlı bir proje yada iddia değildir. Modernite her şeyden önce bir ‘meta söylemdir’; yani modernite aynı zamanda varlık, varlık düzeyleri, eşya ve eşyanın hakikatini açıklama iddiası taşıyan bir düşünce biçimini ifade eder. Mevcut olan her şeye kendine göre bir açıklama getirir. Modernite bu açıdan değerlendirildiğinde İslam ile bir çatışma potansiyeli taşımakta, bir ‘iktidar’ gerilimine sebeb olmaktadır. O’da din gibi varlığın hakikatini açıklama modelinin kendisi olduğu iddiasında bulunmaktadır. Bu yüzden Batı modernitesinin İslam’la gizli bir iktidar çatışması içinde olmasını doğal kabul etmemiz lazım. Eğer modernitenin temel kabullerinden biri olan akıl anlayışı üzerinde durursak; modernist insanın tanrı ve tabiata karşı özgürleşme arzusu taşıması ve bunu gerçekleştirme imkanını ancak akla tutunarak yaptığını görüyoruz. Gerçektende dinin önerdiği varlığı açıklama modelini reddeden insanın modern dönemde elindeki tek imkanı ‘akıl’dır. Modernist akıl dinin elindeki hakikat algısını almış ve yerine yeni bir hakikat algısı sunmuştur insanlığa. Ve insanoğlunun hakikat anlayışını aklın kapsam alanına sokarak onu fiziksel gerçekliğe indirgemiştir. Ve yerine modernitenin temel kabullerinden saymamız gereken başkaları da var; aklın yanında birey, toplum kavramlarını görüyoruz. Birey kavramının 1830lardadır. Toplum kavramı ise yaklaşık 1850lerde kullanıma giriyor. Dolayısıyla Batı modernitesi akıl, birey, toplum ve ulus devlet kavramları ile sahneye çıkıyor. Ama bunlara ‘kent’i de mutlaka ilave etmemiz gerekiyor.

Batı modernitesi Hıristiyanlık düşüncesinin etkisinde kalmakla birlikte belki de tarihte ilk kez akıl, birey, toplum ve ulus devlet kavramlarıyla kurgulanmış bir düşünceye ve kültüre sahip olmakta görünüyor değil mi?

Evet doğrudur. Tarihte ilk defa bir düşünce kendini akıl üzerinden kurgulamış, esas önemlisi bu kurgunun siyasi, sosyal ve iktisadi düzeyde bütün dünyadaki toplumlar için uygulanabilirliğini savunmuştur. 19. yüzyılda kendini ete kemiğe büründürmeye başlayan aydınlanma projesi rasyonel temellidir. Aklın evrenselliğini iddia ettiğinden dolayı kendisini yeryüzündeki bütün insanlar için kurtarıcı bir proje olarak görür ve yakın zamana kadar da böyle bir evrensellik iddiası taşımıştır.

Ne oldu da modernite bir kırılma ile karşı karşıya kaldı ve çoğulculuk diye nitelediğimiz yeni felsefi bakış ortaya çıktı?
Modernite, bilim yada pozitivizm dediğimiz ideoloji üzerine kuruludur. Kendini bu temelde meşrulaştırmıştır. İnsan, toplum ve dünya başta olmak üzere her şeyi pozitivist temelde açıklamaya ve anlamlandırmaya çalışır. Aklın ve bilimin taşıdığı iddialara baktığımızda bu kırılmayı daha rahat görebileceğimize inanıyorum. Modernite ye göre varlık dünyası yani fiziki dünya akıl temelli bir işleyiş sürdürür. Ona göre tabiatın işleyişi ile aklın düşünürken sürdürdüğü işleyiş aynı yasalara tabidir, ortak özellikler taşır. Bu şu demektir: tabiatın işleyişini sağlayan ve tanrının eseri olan fizik yasaları akıl tarafından anlaşılabilir ve keşfedilebilir özelliklere sahiptir. Modernite ye göre hakikat, insanın dışındadır. Eğer insan zorlu ve sabırlı çaba sarf ederse hakikati elde edebilir. Hakikate, insanın tabiattan elde edeceği yasaların yardımı ile ancak ulaşılabilecektir. Burada akla atfedilen özellik şudur: akıl varlığa bütünüyle nüfuz edebilen, varlığın künhüne varabilen ve bunun neticesinde de bize yasa getiren bir özelliğin sahibidir. Burada hiçbir şeyden etkilenmeyen, bütünüyle saf bir akıl anlayışıyla karşı karşıya geliyoruz. Saf akıl anlayışı modernist düşüncenin daha sonra önemli bir zaafı haline gelecektir. Yalnız bununla sınırlı değil, modernist anlayışa göre ‘dil’ de saftır, yani aklın bulduğu her yasayı, bilgiyi o saf haliyle insana kolayca iletebilmeye imkan veren bir kapasiteye sahiptir. Dolayısıyla varlığa ait bilgi o varlığın bizzat kendisini bütünüyle yansıtan saf bir bilgi olarak akıl tarafından elde edilirken, dil tarafından da bu anlaşılır iletilir duruma getirilmektedir modernite ye göre. Bunun mümkün olamayacağını, aklın bu süreçlerde kendinden de bilgiye bir şeyler kattığını ilk defa İ. Kant dile getirdi. Fakat Kant’ın dile getirdiği yanlışlığın yine akıl tarafından telafi edilebileceğine inanıldığından, akıldan ve onun inşa ettiği model dünyadan insanlar fazla şüphe duymadan 1945lere kadar geldiler. Deyim yerindeyse iki bomba modern projeye duyulan imanı olduğu kadar aklın inşa ettiği pozitivist imanın yada ideolojiyi de ciddi şekilde kırılgan hale getirdi. Aslında bu, aklın artık akılla tamir edilemeyeceğini gösteriyordu.
Birinci ve ikinci dünya savaşları ile birlikte modern zihinde oluşan karabulutlar; insanlığı özgürleştireceğini iddia eden aydınlanma projesinin kendi karanlığını beraberinde getirdiğine işaret ediyordu. Atom bombasının patlaması, tarihin mükemmele doğru bir evrim süreci içinde olmaktan çok, insanın kendi elleriyle kendini yok etmeye hazırlandığına dair düşünceleri kuvvetlendirdi. Böylece aydınlanma projesi yoğun bir şüphe altına girdi.

Özellikle atom altı fiziğin gösterdiği gelişmenin modern felsefe ve düşünceyi ciddi bir sarsıntıya soktu. Aklın ve dolayısıyla bilimin bize mutlak bir bilgi sunmayacağı, bilimin kesinlik iddiası taşımayacağı fikri giderek taraftar bulmaya başladı. Eğer bize bilim mutlak doğruyu söyleme kapasitesine sahip değilse bizim kim olduğumuzu ve neye göre yaşayacağımızı nereden ve nasıl öğrenecektir. 1960’lardan itibaren bilim felsefesinde meydana gelen bu gelişmelerin siyasete, sosyolojiye yansıması uzun sürmedi. Yeni felsefe hakikatin insanın dışında yani nesnel değil öznel olduğunu, yine gerçekliğin yoruma bağlı olduğunu, sürekli ve evrensel değil geçici ve bağlamsal olduğunu söylemeye başladı. Bu epistemolojide, dolayısıyla, bilginin teorik yapısında ciddi bir alt üst oluş anlamına geliyordu. Dolayısıyla, 1960’lardan itibaren bilimin evrensellik iddiası tartışılır olmaya başladı. Bilim mutlak bilginin sahibi değilse, biz hangi iddianın sahibi olabiliriz denmeye başlandı. Eğer hakikat evrensel değilse kişinin kendisine bağımlı ise hakikatin sürekliliğinden bahsedilmiyorsa bu durumda aydınlanmanın hakikat tanımının hegemonik bir özellik taşıdığı iddia edilebilinirdi. Nitekim edildi de. Bu durumda bir dünya görüşüne ait bir değerin başka bir dünya görüşüne ait değerle mukayese edilemezliği, hiç kimsenin kendi değerlerini başkalarınınkinden üstün olduğunu savunamayacağı gibi yeni bir felsefe ile karşı karşıya geldik. Böylece dinlerin ve toplumların değerlerinin, yaşam tarzlarının birbirlerinden üstünlüklerinin asla tartışılamayacağını savunan yeni bir kültürle yoğrulmaya başlandık. Bu, her şeyi izafileştiren yeni bir düşünce tarzını aslında ifade ediyor; yeni bir felsefeyi yani post modernizmi.

Göreceliliğin siyasi ve sosyal hayata girmesi sağlanmış oldu böylece… Bu arada yeni durumu izaha çalışırken yeni toplumsal, ekonomik ve siyasal kırılmaların olacağını söyleyebilir miyiz?

Bu yeni dönemin yarattığı süreçlerde üç büyük, derin ve keskin kırılmadan geçtiğimiz söyleyebiliriz. Bunlardan biri kapitalizmin uğradığı mantıksal kırılma yada dönüşümdür. Kapitalizmin tabiatı özelliğini korurken kapitalist üretimin mantığı ciddi bir dönüşüm yaşıyor. İkincisi ise, toplum dediğimiz sosyal varoluşun mantıksal bir dönüşümden geçmesidir. Monoblok toplum anlayışı geride kaldı. Aslında zaten toplum hiçbir zaman teoride tanımlandığı gibi olmamıştır. O her zaman farklıydı. Ama ulus devlet kendi hegemonik gücü altında onun homojen bir birliktelik tarzı olarak görüyordu. Üçüncü olarak, toplum dediğimiz varlığın idare tarzı olan demokrasinin mantığında meydana gelen dönüşümdür. Yeni dönemde mantığı değişmiş bir üretim biçimi, mantığı değişmiş bir toplum hali ve mantığı değişmiş bir siyasal yapı bulunmaktadır. Peki bu ne anlama geliyordu? Kapitalizmin mantığı değişirken bunun meydana getireceği siyasal ve sosyal neticelere baktığımızda öncelikle yeni bir tüketim kültürü ile karşı karşıya olduğumuzu belirtmeliyim. Bu, klasik diyebileceğimiz dönemden farklıdır. Bu, tüketim kültüründe doğru olanı belirleyen bizzat insanın bedensel deneyimidir. Çünkü farklı deneyimlerin üstünlüğü tartışılamadığı gibi, bireyin deneyiminin hakikatini bildirecek bir güç veya kaynak bulunmamaktadır. Zira hakikat artık ‘dışsal’ değildir. Burada yeni bir sosyal ve siyasal deneyim tarzının da ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Üretimin mantığı değişiyor, birçoğuna göre bu Fordist üretim mantığının değişimidir. Ama şu bir gerçek ki bu yeni üretim biçiminde tüketim alışkanlıkları ciddi bir dönüşüme uğramaktadır. Ortaya sadece tüketim için yaşayan ve bu tüketimi de kendi bedeninin hakikati olarak değerlendiren yada bedeninin hakikatinden hareket ederek yeni bir tüketim modeli geliştiren bir insan modeli ve tüketim tarzı ile karşı karşıyayız. Bu durum Müslüman cihetinden yeni bir trajediye işaret ediyor. Şalvarı yada tesettürlü giyimi içinde kendine ait olduğuna inandığı bedeninin, bu yeni tüketimin alışkanlıklarını edindiğinde bu bedenin artık ne kadar kendine ait kaldığını düşünmek, günümüzün Müslümanlığını belirleyen bir karar sayılır.

Modernitenin ve dinlerin hakikat algısı verili olduğu için post modern durumun modernitenin hakikat algısını yapı bozumuna uğrattığı zaman zorunlu olarak hakikatin tekliği inancına sahip olan dinin değerlerine de zarar vermekte olduğunu söyleyebilir miyiz?
Hakikatin öznelliği meselesi, doğal olarak bir özne olarak bireyin dini anlama ve algıma mantığının biçimini de dönüştürüyor. Bu kültür içinde kişi dindardır, ancak kendi dininin öngördüğü mantığı da yapı bozumuna uğratarak kendi mantığına göre yeniden düzenleyen bir dindardır. Bu durumda Kutsal Kitabın sonsuz yorumu, ahlakın sonsuz anlaşılma biçimi, yani bizi ortak kılan, bir araya gelmemizi sağlayan ontolojik düzlem parçalanmaya başlamıştır. Ama çoğu zaman dindar insan bu ontolojik zemini çatlattığının, kırılgan hale getirdiğinin dolayısıyla anlam kaybına uğrattığının farkında değildir. Bu durum post modernliğin mantıksal dönüşüme uğratarak oluşturduğu kuşkucu kültürün bir sonucudur. Bu kuşkucu kültür, bireyin, toplumun ve demokrasinin dönüştürülmesini sağladığı gibi iletişim aygıtlarıyla da bu kültürün bütün yeryüzünde dolaşımını sağlamaktadır. İletişim teknolojisi pozitivizmin kırılmaya uğramasıyla ortaya çıkan kuşkucu kültürü bütün dünyada insanların zihnine yerleştirmekte, bu zihinleri yeniden kendine göre düzenlemektedir. Zihinlerin yeniden inşa edildiği bu süreci, getirdiği tehlikelerle birlikte bir devrim olarak görmek mümkündür.
Yeni post modern durum Müslüman aydın ve entelektüelleri de etkilediği söylenebilir. Özellikle iki isim dikkati çekmektedir. İranlı mütefekkir Abdülkerim Suruş ve Avrupa da yaşayan Müslüman aydınlardan Tarık Ramazan özgürlük söylemine dayanarak yeni bir din algısının oluşumunu savunuyorlar. Buradan kalkarak Müslüman aydınların ve entelektüellerin görecelilikten etkilendiğini söyleyebilir miyiz?
Ben etkilendiklerine, hem de çok etkilendiklerine inanıyorum. Doğal olarak her kesim etkilenmektedir. Önemli olan etkilenmek değil tam tersi bu durum karşısında direnebilmenin yollarını bulabilmektir. Varlıkların çevresine uyum göstermesi insana ait ortak bir özelliğe göndermedir. İnsan, kendi idealleri çerçevesinde yeni bir dünya kuran ve kendisine yönelik baskıları göğüsleyebilen, bunun yollarını bulabilen yegâne varlıktır. Bu durum insanın sorumluluğu ile örtüşmektedir. Post modern durumun bizden isteği, onun inşa etmeye çalıştığı bu mevcut ve verili duruma uyum göstermemizdir. Post modern kültür mevcut durumu muhafazaya yönelik bir tutumu ve kapıyı herkese açık tutarak uyuşturucu bir kültür olarak hem zihinlerimize hem de hayatlarımıza nüfuz ederek onları yeniden düzenlemektedir. Modernitenin kendi ilkelerine uymadığı için hayatımızda dışarıda tuttuğu bazı tutum ve davranışları bu kültür içeriye davet etmektedir. Yani modernite tarafından kadınlarımızın başörtüsü ve erkeklerimizin şalvarı dışlanırken post modernite kültürü bunları içeriye davet etmektedir. Modernleşme bunarlı dışarıda tutarak Müslümanlara cehennem hayatı yaşatırken bugün post modernite aynı hayatı yaratmak üzere bunları içeriye davet etmektedir. Bu kültürün süreci böyle kurgulaması Müslüman zihin için özgürleştirici bir özellik görüntüsü vermektedir. Bir de 28 Şubat gibi bir baskıyı yemişseniz, bu reddedilemez bir davete dönüşmektedir. Hele dünya sevgisinin giderek kök salıp kuvvetlendiği kalplerin sahibi durumundaki Müslümanların yediği bu tokat onlara acı verirken bu yeni özgürlükçü söylem çok davetkâr ve kışkırtıcı olmaktadır. Müslümanların bu davete icabet ettiklerinin inkârı gerekmemektedir. Fakat Müslümanların kahir ekseriyeti bu davetin sadece Müslümanları şekilleri ile kabul ettiğini ancak hakikat algılarını dışta tuttuğunu ve bu kültürün kendi hakikat temelini görecelilik üzerine kurduğunu maalesef görememektedirler.
Yaşanan bu yeni durum, Batı’nın özgürlük anlayışını kendi ülkelerinde bulamayan, böyle bir özgürlük anlayışının İslam’da olmadığını düşünenler; post modern kültürün inşa ettiği yeni zihinsel algıdan hareket ederek İslam’ı yeni şartlara uyum gösterecek şekilde yeniden yorumlamak istemektedirler. Elbette bu yeni bir durum değil, dün sosyalizme göre, moderniteye göre İslam’ı yorumlarken bugün de post moderniteye göre, daha doğrusu Neo Liberalizme göre İslam’ı yorumlamaya başlamış oluyoruz. Fakat bütün bu yorumlar içerisinde modernitenin ve İslam’ın monist hakikatleri kendi konumlarını muhafaza ediyorlardı. Fakat bu yeni kültür monist bütün hakikat anlayışlarını özgürlük bulacakları vaadi ile bütün hakikatleri kendi göreceli dünyasına davet ettiğinde, özellikle de İslami hayat biçimimizi naif ve kırılgan hale getirdiğinin farkına varamıyoruz. Yoksa birazda fark etmek mi istemiyoruz pek emin değilim.

Sizin konu ettiğiniz iki kişiden özellikle Abdülkerim Suruş üzerine konuşursak eğer; Suruş sürpriz biri değil, sofistike bir sunumu da yok. Yorumlamada kullandığı yöntem batıya aittir. Bu da O’nu bırakın özgün kılmayı bütünüyle taklitçi yapıyor. Suruş bence Popperci yaklaşım biçimi ile İslami görüşü, İslami yaşam biçimini ve İslami düşünceyi yeniden yoruma tabi tutmaktadır. Bu yöntemin doğal bir neticesi olarak bilhassa Müslüman Alimleri hedef almakta, zira fakih yada müçtehitler Popperci bilgi anlayışının temsil ettikleri otorite olarak kabul edebileceği işlev görmemektedirler. İctihadi bir mesele İslam’ın ilim geleneğinin belirlediği süreçler içinde düşünülüp karara varılmak zorundadır. Yoksa Popperciliğin söylediği gibi onun doğruluğu rasyonel aklın eleştirisinden geçirilerek değil. Kaldı ki İslam’da içtihat bir ‘doğruluk’ meselesi değildir. Hiçbir zaman da olmamıştır. İslam’da bu daha çok bir ‘isabet’ meselesi olmuştur. Yani Suruş’un yeniden yoruma tabi tutma biçimi Popper’ci bir yöntemdir. Yeni bir ufuk açmadığı gibi bizi ancak Neo Liberalizme taşıyıp götürecektir. İlgi çekici bir şekilde Poppercilik daha önceleri Marksizm’e karşı kullanılmıştı. Popper’in ‘Açık Toplum ve Düşmanları’ adlı kitabı bir zamanlar oldukça revaçtaydı. Son zamanlarda dikkat çeken şey İslam’ın ‘yapı bozuma’ uğratılma çabalarında Popperci felsefenin etkinliğidir. Pozitivist paradigmanın kırılgan hale gelmesinde oynadığı önemli rol ile Poppercilik dikkat çekmektedir. Aynı neticenin İslam’ın paradigması için geçerli olacağını düşünmek de doğal karşılanmalıdır.

Post modernitenin devreye girerek kuşkuculuğu bir kültür ve yaşam biçimine dönüştürmesi modernitenin zihni üzerine kuşkular ve ciddi kırılmalara neden olabilmektedir. Bu önemli ancak Hegemonik gücün 11 Eylül ile birlikte başlayan ötekileştirilmiş İslam dünyasına yönelik saldırının arka planında yatan şey sizce ne olabilir? Özgüven kaybına yönelik bir durum mu var?
Kişisel kanaatime göre göreceli kültür, o kuşkucu kültür, hakikatin hiçbir biçimini tanımak istemeyen kültür batıda bir özgüven kaybına neden olmuştur. Bu çeşit epistemolojik kopuşlar ender olur, ancak aynı zamanda müthiş bunalımlara sebebiyet verirler. Yaklaşık 400 yıldır Batı kendisine çok güveniyordu. Batı, sadece doyumsuz bir zenginliğe ulaşmadı aynı zamanda modernitenin kendisine sağladığı teknoloji ve kültür ile dünya üzerinde belki de ilk kez bir hegemonya kurdu. Bütün dünyayı, kendini merkeze alarak yeniden düzenledi. Bugün biz küreselleşme dersek ancak batı merkezli bir kültür, siyaset ve küreselleşmeden söz açıyoruz demektir. Bu durum yeryüzünün tanık olduğu bir şey değildir diye düşünüyorum. Mutlak hakikatin kendi kültüründe mevcut olduğundan şüphesi olmayan batı düşüncesinin kendi hakikatinden kuşkuya neden olan bir felsefi düşünceye ulaşması, batının kendisinde siyasal ve sosyal kurumlarında ciddi bir özgüven kaybına neden olmuştur. En azından toplumu nasıl artık bir arada tutabilirim gibi bir sıkıntı söz konusudur. Nasıl bir temelde ve hangi idealler adına bir birlik sağlanabilir? Bu sorunun şimdilik ciddi bir cevabı bulunmamaktadır. Dolayısıyla özgüven kaybından kaynaklanan bu yeni durum batı için kendi dışındaki kültürlerle sorunlara neden olmaktadır. Bu açıdan bakıldığında İslam’ın neden bir din değil de bir sorun olarak görüldüğünü anlamak kolaylaşıyor. İslam, batının post modernite ile ulaştığı yeni değerleri yok sayan ve bu yeni dönemde tek alternatif bilgi, yaşam biçimi sunan bir din olarak ortaya çıkmasıyla hem dikkat çekiyor hem de önem taşıyor. İslam’a inanıp inanmamak şüphe yok ki insanlara ait bir tercihtir. Ama İslam bir alternatiftir hiç kimse bunu yok sayamaz ve reddedemez. Bu hususta bir alternatif olarak Uzak Doğu felsefe ve dinlerine bakıldığı zaman post modern felsefenin taşıdığı hakikatten bağımsız bir hakikat algısı olduğunu söyleyemeyiz. Uzak Doğu felsefe ve dinlerinin sosyal ve siyasal boyutuna baktığımız zaman batıyı taklit eden bir tutumu içerdiğini söyleyebiliriz. Dolayısıyla batıya bilgi ve hayat düzeyinde alternatif değillerdir. Uzak Doğu- Batı ilişkilerinde bir taklit ve tüketim tarzı yatmaktadır. Bu haliyle tabii olarak Batı bunlardan kuşku duymamaktadır. Kaldı ki siyasal, sosyal ve hukuki düzlemde ellerinde fazla imkanları olmadığını da biliyoruz. Pagan bir kültür post modernitenin yeni paganizmine karşı bir alternatif olarak düşünülemez.
İslam söz konusu olduğunda Müslümanların kısmi bir taklit ilişkisine sahip olduklarını söyleyebiliriz. Ama buna rağmen İslam düşüncesi mevcut durumu, geçerli bilgi biçimini ve yaşanan hayat tarzının sürekli olarak sorgulamakta, buna muhalefet etmekte ve söz konusu hususların meşruiyetini tartışmaya açarak onları anlam krizine sokmaktadır. Peki, ona bu direnci veren nedir?
O’nun post modernitenin çoğulcu ve şüpheci kültürüne katılmamasını sağlayan şey nedir?
Kendi hakikatinden kuşku duymayan bir dünya ve din ve onların dünyası ile kendi dünyasına ve kültürüne kuşku duyan bir dünya ve onun kültürü ile karşı karşıya geldiğini düşünüyorum. Bu durum 400 yıldır kendi güvenliğinden kuşku duymayan bir zihin için şok edici bir etkidir. Ortadoğu’da gelişen olayları –petrol, ekonomi, enerji evet bunların önemli olduğunu kabul ediyorum – bu özgüven kaybının getirmiş olduğu durumdur. Batılı güçleri ellerinde artık tek imkan olarak kalan savaş makineleri ile orta doğuya getiren sebeplerin en önemlisinin bu olduğunu düşünüyorum.
Bugün batı uğradığı özgüven kaybının üstesinden gelemeyeceğini biliyor. Bu durum müthiş bir toplumsal çözülmeyi ve o nispette bir konformizmi beraberinde getiriyor. Bu süreç aslında batının tarihsel evriminin onu getirdiği yerdir. Batıyı bu noktaya getiren paradigma acaba kendi içerisinde bu yarayı sarabilir mi, kendisi için bir tedavi imkanı bulabilir mi?
Kendi imkanları içinde bir çözüm bulabileceğini sanmıyorum. Batının Greklerden gelen tarihine baktığımızda bunun olabileceğini söylemek zor. Bu durumla mukayese edildiğinde İslam bir meydan okumadan çok kendi ayakları üzerine durmakta ve kendi hakikat algısından taviz vermeksizin ayakta durmaktadır. Bu gün batı bu duruşu bir tehdit olarak algılamaktadır. Bu yüzdende batı, İslam dünyasından ya kendisine benzemesini yada zararsız hale getireceğini söylemektedir. Bu, küreselleşme kılıfı altında yapılmaktadır. Batının bu iki seçenekli tavrı aslında onun tarihsel tecrübesine de uygundur. Zira Batı düşüncesi kendi dışındaki felsefi ve dini düşüncelere sadece iki seçenek sunmaktadır: Ya asimile olmak veya elimine olmak! Modernitenin tarihi bu durumun ifadesidir. Sömürgecilik, emperyalizm, batılılaşma; bütün bunlar batı tarihinin asimilasyoncu ve eliminasyoncu tarihinin laboratuarıdır.

Günümüzde İslam dünyası ile batı dünyası arasındaki ilişki yeniden bu noktada düğümlenmektedir. Bu bize şunu ifade etmekte; İslam ile modernite ve post modernite ilişki biçimi sorununu! Ben tarihin bu kırılma noktasında Müslüman entelektüellerin bu konuyu çok daha derinlemesine düşünüp, tartışıp, konuşmaları gerektiğine inanıyorum. Hatta bunun tek çıkış yolu olduğunu düşünüyorum. Ancak bu konuda da büyük bir çekimserliğin olduğunu söylememiz mümkündür. Acaba böyle bir durumda İslam dünyasının- Batı’nın taşıdığı kuşkucu kültürün getirdiği problemlerle birlikte- küreselleşme ve post modernleşme ile ilişkilerini yeniden düşünebilir miyiz? İçinde yaşanan totaliter ve tahakkümcü rejimleri bahane ederek daha nereye ve ne zamana kadar bunları tartışmayı erteleyebiliriz?
Bunları tartışmayan Müslümanların, bir gün bunların tutsağı olması kaçınılmazdır. Aynen bugün Neo Liberalizmin tutsağı olduğumuz gibi. Kanaatimce bu meselelerde Müslümanların önünde iki tercih bulunmaktadır. Müslümanlar ya İslam’ın teorik yapısına dönerek kendileri için yeni bir paradigma inşa edecek ve bu post modern dünya ile entelektüel bir hesaplaşmanın içine gireceklerdir. Bu paradigma ile kendilerine ait bir dünyayı ve böyle bir dünyanın tüm insanlık için bir kurtuluş ve rahmet olduğunu açıkça ilan eden bir dünyayı inşa edeceklerdir. Ya da batıdan elde ettikleri araçlarla, imkânlarla, kavramlarla, kalıplarla ve hepsinden önemlisi ideallerle İslam’ı yorumlayacak, İslam’ı batının bir parçası, yani modern veya post modern dünyanın bir parçası haline getireceklerdir. İkinci şık; modern uygarlığın taşıyıcılığını yapmaya talip olmaktır, ki bu, Müslümanları nesneleştirecektir. İlk şık Müslümanları özne olmaya davet etmektedir. Bir özne olarak bu uygarlığın insanlığı içine soktuğu ciddi felaketleri deşifre ederek modern- post modern uygarlığın dışında insanlığa yeni bir gelecek ve yaşama biçimi sunma iddiası taşımaktadır. Kanımca her şey burada düğümlenmiştir!
O zaman temel sorun şu: Kaos diye nitelenen yeni durumu, ya dini hakikatin penceresinden görerek veya modernitenin monist hakikat bakışından bakarak bir kaos ve karmaşa nitelemesi yapılmakta. Öyle mi?
Burada dinin(İslam’ın) monizmi ile modernitenin monizmi arasında bir ayrım yapmak lazım. Şimdi Batı’da -eski Greklerde de durum böyleydi- düzen kaostan çıkmıştır. Ama her zaman kaosa dönme ihtimali vardır. Düzenin, yani kozmosun tekrar kaosa dönüşmemesi için ona dikkat edilmesi gerekiyor. Eski Greklerde felsefenin önemi birazda buradan geliyor. Batı düşüncesi düzen ile kaos arasında her zaman sıkı bir ilişki kurmuştur. Bu en azından günümüzün post modernist anlayışına kadar böyleydi. Tabii ki burada kaos derken düzenin karşıtı olan karmaşayı, belirsizliği kast ediyoruz. Düzen, modern dönemde bilimin imkanları ile kuruldu. Elbette ki burada zihnimizin düzeni ve onun zıddı olan kaosu okuma biçimi önem taşır. İzninizle Müslüman muhayyile ile batılı muhayyilenin kaosu okuma farkına bir örnek verelim. Hac bu konuda kanımca iyi bir örnektir.hac’ın gerçekleştiği mekanlara baktığımızda kozmostan gelen bir zihin için bu merasim bir kaosu çağrıştırır. Şeytan taşlama, Arafat’ta vakfe durmada vs. gibi. Ancak Kabe, etrafında tavaf yapıldığında veya ezan okunduğu vakit o muazzam kaos düzene dönüşüverir. Dışarıdan komut yoktur. Ama herkes ne yaptığını ve ne yapacağını bilir. Müslüman’ın yaşadığı sosyal hayat da böyledir. Bir cihetten sosyal dediğimiz hayat Müslüman’ın ne yapacağını bildiği bir hayat türüdür. Demek ki İslam kozmosu rasyonel kriterler ile tanımlamıyor. Aksine batının kozmos tanımı rasyonel olduğundan buna uymayan sosyal yapıları kaos olarak tanımlamaktadır. Rasyonel olanın dışında kalan her şey ona göre kaostur. İslam’ın kozmos tanımından hareket ettiğimizde görülecektir ki İslam niteliği farklı muazzam bir özgürlük alanı insanlara sunmaktadır. Yani, kaos, düzensizlik olan, bu yüzden de bir dış müdahale ile düzene dönüşmesi gereken bir yapı, İslam’da ezanla birlikte gönüllü katılımla bir düzene dönüşüveriyor. Sizi herhangi bir düzen, düzen haline getirmiyor. Batı’da ise düzen insanı düzenler! Yâda bir üst kurum sizi düzenler. Ancak günümüzün yeni teorilerinin ışığında bu klasik düzen ve kaos ilişkisi değişiyor. Artık kaosun da kendi içinde bir düzen taşıdığı fikri yaygınlık kazanıyor. Bu da bize batılı mantığın dönüştüğüne işaret ediyor.
O zaman şunu söyleyebiliriz sanırım! Karmaşa yeni bir düzenin işareti olarak okunmalıdır, öyle mi? Amerika’nın Ortadoğu üzerine uyguladığı baskı politikaları ile – Afganistan, Irak işgali vb.- bir kaos ve karmaşa oluşturarak bir düzen inşa etme isteğinde olduğunu belirleyebiliriz, değil mi?
Burada kanımca iki boyut vardır. Olayın silahlı boyutu ile ‘kültürel’ boyutu gibi. Kültürel boyutu; ılımlı İslam, kültürel İslam, ve daha çok Popperci veya Neo Liberal yorumla oluşan İslam algısı. Fakat burada öngörülen değişimin odağında aslında kadın bulunmaktadır. Özellikle kadın üzerinden gerçekleştirilmek istenen yapısal bir değişim öngörülmektedir. Sosyal değişimin gücünü bu oluşturmaktadır. Unutmamak gerekir ki kadın ve erkek arasındaki ilişkilerin değişmesi veya değiştirilmesi sıradan bir ilişki biçiminin değişmesi olarak algılanamaz. Kadın ve erkek arasındaki ilişkiyi bir toplumun inanma biçimini, dünya görüşünü yada kimliğini ifade eder. Bu yüzdende kadın ve erkek ilişkilerinin yeniden tanzimi toplumun dünya görüşünün de yeniden tanzimi demektir. Modernite semavi dinlerin ‘yumuşak karnı’ olarak hep kadın erkek ilişkisini, özellikle mahremiyeti hedef alır. Bu saydıklarımızın bağlamı içinde kültürel diyebileceğimiz bir değişim söz konusu. Ayrıca elbette ki Batı bu değişimi sağlayan bir unsur olarak askeri bir dil de kullanmıştır.
Batı, bugün kendisine yönelik tehdit algısının sahibi olarak din ve onun müntesiplerine karşı her zaman olduğu gibi bu günde askeri ‘dil’ kullanmaktadır. Bu onun kolonyalizminden gelen geleneksel diline çok uygun bir dildir. Ancak bugün bu dilin İslam karşısında iş görmesi biraz zor, bunu kendileri de biliyor. Post modernist dönemde kültürel boyutun kazandığı önemin o da farkındadır. Dolayısıyla kültürel boyutun İslam dünyasının değişimi konusunda önemli bir faktör olduğunu, bu faktörü batının fazlasıyla zorlayacağını görmemiz doğru olur. Bütün bu olanlar karşısında ne olabilir diye baktığımızda, kişisel kanaatime göre, buradaki sorun şudur: ortada bir kaos oluşturma uygulaması var. Peki, bu kaostan bir düzen çıkar mı? Çıkar, en azından bu kaostan Müslümanların talepleri çıkmaz. Bu ise önemli bir husus olarak görülmektedir. Şunu kabul etmemiz gerekir ki, bu öyle başıboş bir kaos nitelemesini hakkeden bir karmaşa değildir. En azından ben öyle düşünüyorum! Bu kaos sürecinde, dikkatinizi çekerim, Irak’taki Müslümanların başlangıçtaki bir takım varolan talepleri artık gündemden düşmüştür. İslam devleti, İslami idare kurma gibi talepler... Kaos durumu bu düşünceyi gündem dışına itmiştir. İkincisi bu kaos ne getirebilir? İslam dünyasındaki İslami toplumsal ve siyasal talepleri çözüyor, toplumsal algıyı değiştiriyor ve toplumsal ilişkiye hâkim, toplumsal hayatımızda ne kadar kalmışsa, İslami değerlerin, ilişkilerin bütününü çözüyor. Bu çözüm ise, post modern dönemde mantığı ciddi bir şekilde dönüşüme uğramış yeni liberal demokrasi için bir hazırlık olarak anlaşılması mümkündür diye düşünüyorum.

Son olarak Müslüman aydınlar ve entelektüeller ne yapmalı? Kendi hakikatlerine sarılarak mı ayakta durmalıdırlar?
Müslüman aydınlar kendilerine ait hakikati hangi okuma biçimi ile savunacaklar. Popper’ci akılla mı, Newton’un aklı ile mi? Veya bazı sınırlı kesimlerin hala terk edemediği Marks’ın aklı ile mi okuyacaklar? Açıkçası ben klasik ulemamızın aklı ile yeni bir okumanın gerekli olduğuna inanmaktayım. Tercihlerimin içinde başta Gazali gelmektedir. Modern- post modern aklı Gazali’nin aklı ile okumak bana müthiş bir zevk veriyor.
Dolayısıyla burada meseleleri öncelikle hangi akıl ile okumamız gerektiği konusunu gündeme getirmemiz şart! Ancak esas üzüldüğüm şey Müslümanların bu işe talip gözükmemesidir. Bu asla bir ümitsizlik değildir, ancak talip olmak bir görevdir. Göreve sadakat göstermemiz lazım. Şunu da söylemeliyim ki bunun böyle gitmeyeceğine dair inancım tamdır. Allah’ın izni ile bu fetret dönemi kapanmak üzeredir.
Bu verimli konuşmanız için Teşekkür ederiz Abdurrahman Bey
Ben teşekkür ederim...

"Modernite Dünyanın Beşeri olarak Anlamlandırılma Çabasıdır"

Abdurrahman Arslan ile Söyleşi


•Klasik tanımların ötesinde sizce modernite nedir? Bu tanımda modernite İslam’ın neresinde duruyor?
•Her tanım aslında bir sınırlandırma demektir; bunun yanında konuya verilecek cevabı da bu sınırlar içerisine hapseder. Bu da çok zaman, fazlasıyla indirgemeci bir nitelik taşır. Bu nedenle oldukça derin ve kapsamlı, aynı oranda geniş bir mesele olan moderniteyi belirli bir tanıma indirgeyerek ya da belirli sebeplere dayanarak açıklamanın, doğrusu işin daha başlangıcında yetersiz kalacağını söyleyebiliriz. Fakat buna rağmen, meseleyi yine de biraz somuta indirgemek ya da zihinsel düzeyde meseleye bir teşhis koymak gerektiğinden, anlamını çok geniş tutarak şunu söyleyebiliriz; modernite, Tanrı/Kitap merkezli bir düşünme, yaşama ve siyasal/sosyal düzende, insan/akıl merkezli bir düşünme, yaşama ve siyasal/sosyal düzene geçiş olarak tanımlanabilir. Bunun yanında eğer bir müslüman olarak bu meseleyi tarif etmem istenirse şunu diyebilirim; modernite insan kalbinin değişmesidir; yani kalbî bir değişimle kopmaz ilişkiler taşır. Peki, sözünü ettiğimiz kitaptan akla geçiş veya kalbî değişimle beraber neler değişti diye sorarsak, geriye değişmeyen hiçbir şeyin kalmadığını söyleyebiliriz. Zira modernite, geçmişten memnun olmayan bir zihniyet biçiminin dünyayı yeniden anlamlandırma girişimi ve buna bağlı olarak dünyayı yeniden fiziksel düzeyde inşa etme çabasıdır. Bu sebeple modern dönemde neredeyse her şey hem nitelik olarak hem de anlam olarak köklü bir değişimden geçmiştir diyebiliriz. Bu geçişle beraber bir kere her şeyden önce bizim akıl, bilgi, insan, toplum, varlık, tabiat, hakikat, tarih ve zaman anlayışımızın mahiyet olarak köklü bir değişimden geçirilmiş olduğunu belirtmemiz lazım. Sözgelimi, moderniteyle beraber insanlar ilk defa dini, tabiatı ve insanı birbirlerinden bağımsız, ayrı ayrı ele alarak değerlendirmeye ve anlamlandırmaya tâbi tutmuşlardır. "Bilgi" ile alakalı olarak bir değerlendirme yaparsak: Geçmişte bilgi insanı daha iyi bir insan/kul yapmanın aracıydı. Halbuki modern dönemden itibaren bilgi, insanın tabiat üzerinde hakimiyet kurmasının aracı olarak görülmeye başlanmıştır. Görünüşte benzerlik gösterse de modern dünya görüşü ya da modernist zihniyet ile İslam’ın uyuşmasının asla mümkün olamayacağını söyleyebiliriz.

• “Modernite ile birlikte hayata dair hedeflerimizi İslam’ın standartları içinde değerlendirmiyoruz. Bu yüzden de İslamî kişiliğimiz aşınmaktadır.” diyorsunuz. Bu bağlamda hayatımızın yeniden İslamî olarak inşasında bizlere ne gibi görevler düşmektedir? Bu konuda öncelikli hedeflerimiz neler olmalıdır?
• Modernite sadece belirli bir bilgi/düşünme tarzı değildir; aynı zamanda kendine ait belirli kabulleri, özellikleri ve gelecek beklentileri olan bir hayat tarzıdır. Her hayat tarzının bilindiği gibi, kendine ait idealleri vardır ve nihaî olarak insana o ideallere ulaşma vaadinde bulunur; ya da insan o ideallere ulaşmak için yaşadığı hayatı, belirli bir şekle sokarak yeniden düzenler. Müslümanlar, modernite tarafından süreçlendirilmiş bu hayatın çok zaman kendilerini açığa vurmayan ideallerini, yine bu hayatı yaşarken onunla beraber doğal olarak sahiplenmekteler. Bu idealler müslümanları gelecek hakkında farklı beklentilere sokmakta; hatta kendi geleceklerini bu beklentilere göre yeniden kurgulamakta veya planlamaktadırlar. Bu da onları farklı hedefler peşinde mücadeleye çağırmaktadır. Ne var ki, bu bizim kulluk ideallerimizle uyuşuyor gibi görünse de hakikatte asla uyuşmamaktadır. Müslümanlar için hayatın modernite tarafından kirletilmiş ideallerinden kurtulmanın en önemli imkanı; müslümanca bir hayatın pratik kurucu kaynağı olan "sünnettir". Eğer hayatımızı sorgulamak ve yeniden tanzim etmek istiyorsak şüphe yok ki bunu ancak sünnetten hareketle yapabiliriz. Sünnet bizim amellerimizi nasıl kalıba dökeceğimizin sahih kaynağı olması sebebiyle bu gün fazlaca önem taşıyor. Çünkü modernite de amellerimizi sürekli olarak kendi kalıplarına dökmek istemekte ve anlamlandırmaktadır. Bu yüzden hayat dediğimiz "hâdiseye" sünnetin gözlükleriyle bakmamızda ve anlamlandırmamızda fayda var.

• Modernitenin öngördüğü insan modeli ile İslam’ın öngördüğü insan modeli arasında belli başlı farklar nelerdir?
- Modernitenin öngördüğü insan modeli "akılcı" bir özellik taşır, yani insan kendini yine kendi aklıyla düzenler; bütün insani faaliyetlerini aklın süzgecinden geçirerek anlamlandırır. Modernist anlayışa göre insan köken olarak "akılcı" bir varlıktır ve menfaati peşinde koşar. Dolayısıyla modernist anlayışta doğru ve yanlışa ilişkin hükmün nihai kaynağında tartışmasız bir otorite olarak akıl bulunur. Bu yüzden eğer birileri, neyin doğru ve neyin yanlış olduğunun kaynağının aklın dışında olduğuna inandığını söylerse, bu düşünce modernist zihniyet tarafından ciddi bulunmaz. Bu kabulün İslam’la mukayesesine gelince: İslam’ın öngördüğü insan modeli, yani mümin kendini vahye göre tanzim eden biridir; doğru ve yanlışın nihaî kaynağının inandığı din olduğunu söyler. Sözgelimi, neyin adalet neyin zulüm ya da neyin ahlakî ve neyin ahlaksızlık olduğunu biz Kur’an ve sünnetten öğreniriz. Fakat, insanın kendini bu şekildeki inşâ etme biçiminde insanın kendi aklını kullanmadığı anlamına elbetteki gelmez. Zaten unutmamak gerekir ki, modernist zihniyetin iddiasının aksine ortada bir tek "akıl" yok; her dünya görüşünün, inanma biçiminin, kendine ait bir akıl anlayışı ve mantık yapısı vardır. Bu sebeple sık sık söylenenin aksine, İslam asla akıl dini değildir, İslam akıl inşâ eden bir dindir.

•Modernleşmenin temelinde var olan taklit ve tüketim kültüründen müslümanlar ne ölçüde etkilendi? İslamî bir yaşam modeli noktasında taklit ve tüketim kültürüne karşı alınacak tedbirler nelerdir?
• Batı dışındaki bütün toplumların insanlarının kendi gelecekleri adına yaptıkları bütün mücadele ve çaba, nihayette bir taklit ve tüketim faaliyetinden öteye gidememiştir. Düşünceden teknolojiye, giyimden yiyeceğe, hayat biçiminden davranış tarzına kadar her şey, maalesef Batı’da yapılanların bir taklidi ve onun tüketimidir. Batı dışındaki toplumlar bunu yaparken aslında Batı’nın "bu gününü" kendilerinin "yarını" olarak inşâ etmeye çalıştıklarını da çok zaman gözden kaçırmaktadırlar; ya da gönüllü bir taklitçiliğin tiryakisi olmuşlardır. Elbetteki müslümanlar da bu sürecin dışında değillerdir. Üstelik müslümanlar için bir "etkilenmeden" bahsetmek fazlasıyla masum ve hafif kalacaktır. Zira müslümanlar, bu işi bayağı benimsediler, sevdiler ve trajik bir şekilde içselleştirdiler bu yetmezmiş gibi, ona İslamî bir kılıf geçirerek kendi hayatlarının rehberi haline getirdiler. Böyle süreçler içinde müslümanca düşünmek pek kolay olamayacağından, bu meselenin sağlıklı bir şekilde düşünülebilmesi için her şeyden önce müslümanca düşünmenin imkanları üzerinde durmamız gerekiyor.
Müslüman olmak müslümanca düşünmek anlamına gelmiyor. Her müslüman, müslüman olmaklığından dolayı müslümanca düşünebilseydi modern dünyada yaşamak müslümanlar için hiç şüphe yok ki, bu kadar trajik olmazdı. Belki, meseleyi bu önemli hususu yeteri kadar farkına vardığımızda daha kolayca tahlil edebiliriz.

• Verdiğiniz bilgilerden dolayı teşekkür ederiz.
• Ben de teşekkür eder, yayın hayatınızda başarılar dilerim.

Hırpanî Gülüşleri Köylerimizin

Murat Keramettin


Şu aralar köy şenliklerine katılanlarınız var mı?

Ağlamadan,gözleriniz yaşarmadan ,içiniz burkulmadan dönemezsiniz şehre…

Sevinçlerle hüzünler sarmaş dolaş şimdilerde köylerde…

Modern göçmenler sılaya dönüyor birkaç günlüğüne …

Toprak, yavrusunu sım sıkı kucaklayan ana hasretini yaşıyor …

Eller ipek titizliğinde dokunuyor harabelere…

Akrabalar gizli gizli ağlaşıyor köşelerde …

Birbirine yabancılaşmış akranlar, kolluyorlar birbirlerini mütereddid…

Acemi halaylar çekiliyor hep birlikte…

Bir gülümseme kondurmaya çalışıyorlarki yüzlerine kardeşlerim…

Görmelisiniz…

Ah bir kesik cümle sanki her şey…

Her yer harabe ,öksüz ve garip…

Modernleşmek buymuş meğer…

Yabancılaşmak buymuş…

Bak yine hep birlikte yoksuluz işte…

Yolunmuş hep birlikte yüzlerimiz…

Bir şeyler oluyor bu günlerde köylerde derin ve sessiz …

Gülüyorlar hırpani yüzlerine rağmen bu günlerde köylerimiz…

Ben Anadolu

Murat Keramettin



Bu topraklarda yüzyıllardır oyun kurucu,
Oyunlarda As oyuncuydum...

Şu sıralar sahnede görünmediğim doğru...
Oyun dışıyım...
Ben yokum diye, dünyada cürümlerin arttığı da doğru...

Ancak, şu bilinsin istiyorum!
Ben,söylenmem ,
Birikir birikir,
Konuşunca,güzelce konuşurum...

Evlatlarım da şunu bilmeli...
Didiştiğiniz yeter!
Yüzyıllardır, taş basıyorum yüreğime,
Evin sahibi nasıl davranırsa öyle davranıyorum...
Yakınmıyorum...

Size bir gerçeği sürekli söylüyorum...
Kendi dilimce...
Şu hiç unutulmamalı,
Dikkatle bakınca dünyaya,görürsünüz,
Her şey, ayağa kalkmasın için yapılıyor Anadolu...

Gerçek Anadolu bu mu?!..
Elbette hayır...

Dönecektir, buna yürekten inanıyorum...
Tüm haşmetiyle gerçek Anadolu...