25 Aralık 2007 Salı

Seküler Dünyada Müslümanlar





Abdurrahman Arslan

Müslüman dünya 18, y.y’ın ikinci yarısından, bilhassa 19. y.y’ın başlarından itibaren Batı'dan gelen güçlü meydan okumanın etkisinden dünyanın diğer insanları gibi bugüne kadar kurtulabilmiş değildir. Meydan okuma, başlangıçda savaş alanlarında ortaya çıkmış olsa da sadece askeri alanla sınırlı kalmadı; teknolojik, ekonomik, bilimsel, sosyal, kültürel ve adı modern olan yeni bir hayat ve zihniyet biçimi olarak nüfuzunu ve kapsamını giderek genişletti. Diğer insanlar gibi Müslümanların da inanma ve yaşama biçimini, üretim ve tüketimini, mevcut toplumsal yapıları nitel bir dönüşüme uğratarak parçaladı.Daha sonra da onlardan, kendi değer sistemlerine, yöntem ve araçlarına göre yeniden örgütlenme ve inşa edilmelerini isteyerek, kendisinin bir parçası yaptı.

Hem zihniyet, hem hayat, hem de bir dünya düzeni olarak yerküreyi kuşattı; sonra da bu "durum"u insanın ortak tarihi ve kaderi haline getirdi. Bu tarih ve kaderin Müslümanlar'ı da en azından şimdilik kapsamı içine aldığını biliyoruz. Müslümanların gösterdiği olağanüstü çaba bu "proje"ye katılmama amacı taşıdığı halde; artık bugün belirginlik kazanmaya başladığı gibi bizlerin de, mücadelenin süreçleri içinde yeni dünyanın bir parçası olmaktan kurtulamadığımız görülmektedir.

Karşılaştıkları yeni veya adına modern dedikleri dünya karşısında Müslümanlar'ın çözüm arama mücadeleleri, her şeyden önce yine modern dünyanın "meyvesi" olan iki olgu tarafından şekillendi: Teknoloji ve sekülarizm/laiklik. İkisininde "modern zihniyet" dediğimiz dünyanın kendisini inşa etmekte önemli işlevler yüklendikleri bilinmektedir. Öte yandan bu mücadeleyi, çözüm olarak seçtikleri veya tercih ettikleri yol/yöntem sebebiyle yine iki gruba ayırmanın mümkün olacağı söylenebilir.

Birinci grup: Bu grup bütün bir toplumun toptan değişmesi gerektiğini savunarak radikal bir tercih olarak ortaya çıkar; daha sonraları "laik" olarak tanımlanacak çizgiyi temsil eder. Bu çözüm yoluna göre, modern dünya karşısında başarıya ulaşmak için, "toplumsal evrenin" hem "form" hem de "içerik" olarak tümden değişmesi mecburidir. Osmanlı'dan Cumhuriyet'e uzanan süreçte II. Mahmut ile başlayıp ve 1923'te radikalleşerek M. Kemal ile devam edip gelen bu çizginin hususiyeti, toptan bir değişimi, önceliği "form"a vererek gerçekleştirmek istemesidir. Ne var ki, bu tutum, öngördüğü değişim tarzından dolayı kendisini başından beri sık sık toplumla karşı karşıya getirmiş II. Mahmut'un diğer adının "Gâvur Padişah" olduğu hatırlanırsa bunun neticesinde baskıcılığı bir yöntem olarak seçmesi söz konusu olmuştur. Bu tercih insanları tepkisel yapmış ve modernleşme süreçlerine katılmayarak direnç göstermelerini doğurmuştur. Önceliğin "form"a verilmesi ve toplumun baskıcı yollarla modernleşmeye katılmasının sağlanmaya çalışılması, bir modernleştirici güç olarak devletin hedeflerine varmasını geciktirmiştir. Devletin modernleşmeden kaynaklanan toplumsal talepler karşısında baskıyı bir çözüm yolu olarak seçmesi, özgürleşme projesi olma iddiasındaki modernite ile meşruiyetini onu uygulamakdan alan yeni "devlet" arasında çelişkiler doğurmuştur. Toplumumuzun modernleştirilmesi için seçilen bu yolun tek örneğini İran ve Afganistan'da uygulama safhasına geçer geçmez akamete uğradığını hesaba katmazsak Rusya'da bulmaktayız. Orada da Deli Petro ile başlayan ve 1917'de radikalleşerek Lenin ile devam eden süreçlere ikinci Dünya Savaşı'nın şartlarını dışarıda tutarsak toplumun katılım yoğunluğunun fazla olmadığını söyleyebiliriz.

İkinci grup: Modern dünya karşısında Müslümanlar'ın kısa devrelerle tecrübe etmeye çalıştıkları bu ikinci yolun, bugün Müslümanlar'ı ve dolayısı ile konumuz olan "Müslümanlar'ın sekülerleşmesini çok yakından ilgilendiren hususiyetler taşıdığını belirtmek gerekmektedir. Uygulama süreçlerinde laikliğe karşı olması ile bilinen; fakat Müslümandaki değişime vurgu yapmak için kullandığımız "sekülerleşme/dünyevileşmenin oluşmasına "rahim" olma imkânı veren "yolun" bu olduğunu söylemek yanlış bir tanım sayılmaz. Bunun, Osmanlı'da II. Abdülhamit ile başlayan; Cumhuriyet döneminde Turgut Özal ile kendisini güçlü şekilde duyuran, şimdilerde ise adına -muhafazakar demokrat müslüman- dediğimiz süreç olduğu söylenebilir. Bu çizginin belirleyici hususiyeti ise, moderniteyi gelenek/din içinde üretmek istemesidir. Teknoloji ve bu teknolojiye ilişkin bilginin, toplumsal yapıya dokunmadan Batı'dan transferini sağlama mücadelesine dinî meşruiyet araması; aynı zamanda ümmetin kurtuluşu için teknolojiye "mesiyanik" bir rol biçtiğini çoğu zaman kendisinin de gözden kaçırmasına sebebiyet verir. Bu çabanın "form"u muhafaza etmek şeklindeki aşırı cimriliğine karşılık içeriği değiştirmede analojiler yaparak oldukça cömert olduğu görülür. Onun sürekli olarak "tarih metaforu" kullanarak tarihi yüceltmesi ki bu durum İstanbul'un fethi kutlamalarında doruğa çıkar; oysa Peygamber'den bize tevarüs etmiş bir "kutlama kültürü" bulunmamaktadır, aslında içeriğin modernite ile doldurulma arzusu ile bir koşutluk taşır ve bu, onu "muhafazakâr" bir tercih konumuna yerleştirir. Fakat muhalifinin elindeki teknolojiyi kendi bünyesine/ içeriğe aktarma niyet ve çabası onu sürekli olarak "pragmatist" bir konumda tutar.

Modernleşmede seçilen bu yola örnek olarak, "Japonya'yı ve adları son zamanlarda sıkça dile getirilerek örnek gösterilen Uzakdoğulu "kaplanları" sayabiliriz. Müslümanlar nasıl ki, başlangıçta "Batı medeniyetine" karşılık bir "İslâm medeniyeti' kurguladılarsa, şimdilerde de aynı idrak biçimi ile "Uzakdoğulu kaplanlara" karşılık, "Anadolu kaplanları" 'printer'larından almaya başlamanın, görünen o ki zevkini tatma durumuna geldiler. Genelde Batıdışı toplumlarda, özelde islâm coğrafyasında modernitenin aktarımına ilişkin çabalara baktığımızda; toplumsal tepkileri en aza indirgeyen, bu sebeple katılımı kolaylaştırıcı yolun "form'un korunmasına öncelik verileni olduğu görülmektedir. Halkın modern süreçlere katılım yoğunluğunu başarının ölçütü olarak alırsak bu aynı zamanda dinin bu süreçlere ona inananların eli ile katılması anlamına geldiğinden ikinci grubun başarılı olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü sekülarizm/veya sekülerleşme laik anlayışın yaptığı gibi dini, hayatın dışına kovmamakta; tersine ihtiyaç duyduğu "şey" din olduğundan, onu bizzat hayatın içine, bir meşruiyet sağlamak üzere, fakat kendi "bağlamının" öngördüğü şekilde, davet etmektedir. Dolayısı ile böyle bir talep ancak Müslûmanlar'ın eli ile karşılanabilir. Dini hayattan kovmak isteyen laiklerden, endüstrileşme/modernleşme dönemi fazla bir şey talep etmemektedir. O da bilmektedir ki, kamusal alan değerden bağımsız değildir, dolayısı ile ahlâktan boşaltılamaz; ama burada yer alan dine ait ahlâkın mutlaka sekülerleşmesi gerektiğini de çok iyi bilmekledir. Yaşadığımız ülkenin yönetimini elinde tutan ve modernleşmeyi hâlâ askerî terminoloji içinde anlamaya ve uygulamaya çalışanların kadrosu, II. Mahmut geleneğinin temsilcisi olarak başarısızlığa uğramış durumdadırlar. Dini hayatın dışına atarak modernleşmek mümkün olamamaktadır. Modernitenin "yeni" olanı üretebilmesi, meşruiyet sağlayabilmesi ve dinamik süreçler yaratabilmesi için, din ve gelenek ile "simbiyoz" bir ilişkiye girme mecburiyeti bulunmaktadır. Dünyanın neredeyse her yerinde modernitenin gelenek içinde üretilmesi bir yol/yöntem olarak benimsenmiş durumdadır.

Dinin kamusal alanın dışına atılmaya çalışılması ile beraber, Türkiye'de Müslümanlar uzun yıllar modern süreçlere katılmayarak dışarıda kalmaya özen ve direnç göstermişlerdir. Ne var ki, hayatın dayatmaları ve ihtiyaçların kaçınılmaz kıldığı zorlamalar aynı zamanda katılım için güçlü talepler hâsıl etmekteydi. Fakat modern süreçlere katılım isteği, diğer dinî ihtiyaçların yanında, ezanın Türkçe okutulması kadar belirleyici olmamıştır denebilir. Gizli Kur'an kursları ile sürdürülen muhalefet bu muhalefetin sürecin dışında kalan ve "bağlam dışı" bir muhalefet olması cihetinden önemli olduğunu vurgulamakta fayda var. 1950'lerden itibaren kendisinin de sekülerleştirilmesine sebep olacak modern süreçlere katılımda bulunmaya başlamıştır. Kanımıza göre Müslûmanlar'ın Cumhuriyetle beraber gelişen süreçlere belirli dönemlerde aktif olarak katılmaları "dört alan' da ve bu alanlarla ilgili önlerine "İslamî" kelimesi ilave edilerek, kurumsal yapılaşmanın aracılığı ile gerçekleşmiştir.

a) Politik alan: Demokrat Parti'den, Refah'a, b) Eğitim alanı: İmam Hatip Okullarından, İslâmî kolejlere, c) Ekonomik alan: İslâmi finans kurumlarından, menkûl değerlere, d) Medyatik alan: İslâmî radyolardan, İslâmî televizyonlara.
Katılımı sağlayan bu dört aracı kuruma baktığımızda dikkat çeken özellik, koyu veya açık tonlar taşımış olsalar da "form'da "İslâmî olanı" kullanan/ ifadelendiren kurumlar olduklarıdır. Bu bize II. Mahmut çizgisini izleyen moderniteyi aktarım modelinden çok, II. Abdülhamit geleneğinin başarılı olduğu fikrini vermektedir. Çünkü toplumun ezici çoğunluğu bu sürece katılmamaktaki ısrarını 1950'lere kadar sürdürdükten sonra bundan vazgeçerek, siyasal alanda belirleyici neticelere varılmasını sağlamıştır.

Dinî ifadelerin telaffuz edildiği, büyük oranda "geleneksel" kesimden veya o kesim ile organik bağlar taşıyan milletvekillerinden oluşan Demokrat Parti, 1950'lerden itibaren toplumsal yapıda köklü modernizasyon politikalarını uygulama alanına koyarken, Müslüman kesim de bu parti ile birlikte politik modernizasyon süreçlerine girmiştir. Bu katılım uzun süren bir tecrübe ve mücadelenin neticesinde Müslümanların parti kurmaları ile neticelenecektir. Müslümanlar bununla iktidara gelmenin bir aracı olarak seçimlere katılımı, yeni ve tarihte denenmemiş bir çözüm yolu olarak tecrübe edeceklerdir. Burada gözden kaçan olgu ise, yönetimine talip oldukları modern devletin ulus tabanlı tekil toplum, tekil kültür ve tekil din anlayışının hâkim olduğu merkeziyetçi örgütlenme biçimi ile, İslâm'ın ümmet tabanlı örgütlenme biçiminin uzlaşması mümkün olmayan çelişkisiydi. Öte yandan da modern politik süreçlere katılmaya başlayan Müslümanların taleplerini ortaya koyarken, modern politik dilin sekülerleşmiş kavramları/araçları ile ifade etmeye çalışmaları politik kültürün İslâmîzasyonunu, diğer bir ifade ile Müslümanların dinlerine ilişkin yaptıkları taleplerin içerikte sekülerleşmesini doğurmuş olacaktır. Çünkü günümüzün ister ulusal isterse uluslararası politik dili ve onun kavramsal içeriği 17. yüzyıldan beri sekülerleştirilmiştir. Bu dilin İslâm bir yana, Hıristiyanlık'ın yönetime ilişkin dilinden herhangi bir kalıntıyı içeriğinde taşıdığı söylenemez.

Politikanın "İslâmîzasyonu" dediğimiz bu durum, kendisini daha çok seçimler döneminde kullanılan afişlerde ortaya çıkartmaktadır. Postmodernitenin "spectacular culture"üne uygun düşen bir tarzda, İslâmî taleplerin tümü reklâmcılığın malzemesi olmak üzere en küçük parçalarına bölünerek "sloganlaştırılacak", böylece tüketicinin beğenisine sunulmuş olacaktır. Kadınların seçimler için mobil hale getirilerek, "hizmet" için evlerini boşaltmaları, kamusal alanda görünür kılınmak istenen İslâmı "imaj' için mahremiyetin önemsizleşmesini de beraberinde getirmiş olur.
Müslümanların eğitim sürecine katılmalarını sağlayan İmam Hatip Okulları ise, Müslümanların kendi tarihlerinden hâsıl ettikleri bir kurum ve miras olmaktan çok, moderniteye karşı verilen muhalefet süreçlerinin içinde ve bu mücadelenin belirlediği bir çözüm olarak ortaya çıkmıştır. Müslümanların eğitime katılmaları bu okulların inşasından, çocuklarını bu okullara öğrenci olarak göndermelerine kadar büyük bir özveri ve içtenlik taşımıştır. Cumhuriyet tarihinde bu kadar gönüllü ve topyekûn katılımın gerçekleştirildiği başka bir örnek olduğu söylenemez. Değişen toplumsal yapıların sınıflaşma eğilimlerine koşut olarak ve muhalifi ile kendini başından beri bir "yarışma" içinde algılamayı esas almış İslâmî çabanın, eğitime katılım süreçlerini giderek "kolejler" aracılığı ile sürdürme yoluna girdiği görülmektedir. Yakın zamanlarda cereyan eden "kolejleşme"ye İslâm cihetinden bakıldığında kendisine bir yer bulunamadığı, fakat emperyal "ufuklar" için uzaklardan umut devşireceği beklentisi, Müslümanlar'ın bir kısmından çok, bazı laik aydınları heyecanlandırmışa benzemektedir. Sözünü ettiğimiz katılım süreçlerinde eğitimin baştan sona kadar modern yöntemlerle olduğu ve modern içerik taşıdığını zaten başka bir tercihin de olmadığını belirtmekte fayda bulunmaktadır.

Katılımlar yaklaşık otuz yıllık bir süreç neticesinde kendi "rasyonalitesini" oluşturarak ekonomik hayata katılımı hazırlamış olurdu. Bu rasyonalite ile "modern zihniyet dünyasını" kastettiğimizi; diğer bir anlatımla Müslüman zihnin geçirdiği dönüşüm neticesinde seküler olanı hâsıl etme hususundaki ortaya çıkan yeni "kabiliyetini" anlatmaya çalışmaktayız.

Bundan dolayı Müslümanın kazandığı yeni zihniyetin kurguladığı süreçleri sadece ekonomiyle ve bunu da finans kurumları ile ilişki düzeyinde düşünmek, şüphe yok ki mümkün değildir. Fakat belirtmemiz gerekir ki, "ekonomik alan"a katılım, İslâmî mücadelenin/düşüncenin can alıcı tarafını oluşturagelmektedir. Modern zihniyeti henüz içselleştirmemiş Müslüman için "iktisadî faaliyet", yakın zamana kadar "üretim" değil "rızık" olarak algılanmaktaydı. Ekonomiden elde edilen hâsılayı rızık kavramı ile kavramsallaştırdığından dolayı "israf, Müslümanın tüketim faaliyetinde belirleyici işlev görmekteydi. Çünkü rızık, Rezzak'ı şart koşar ve aynı kökten geldiği için de çağrışımı dolayımsızdır; israf ise Rezzak'ın haram kıldığı şeydi. 1980'lere gelindiğinde "form'da îslâmî çağrışımlar taşıyan yeni finans kurumları ile Müslümanlar'ın ekonominin dinamik ve seküler süreçlerine katıldıkları gözlendi. Bu kurumların, sağladıkları kâr, icra ettikleri ekonomik işlemler veya
Arap sermayesini Türkiye'ye çekme çabasından daha önemlisi; Müslümanlar'ı, yıllardan beri uzak durmakta kararlılık gösterdikleri "paranın kurumsal yapıları" ile ilişkiye sokmaya "ikna" etmeleri oldu. Nitekim denebilir ki, bu sürece katılma ile birlikte Müslüman, modern dünyanın ve hayat biçiminin kapitalizmin, tüketim toplumunun belirgin işleve sahip üç önemli ve büyülü kavramını keşfeder: Moda, marka ve kâr. Bunlardan moda ve marka, Müslümanın hayat ve kültür evreni içinde bir meşruiyet temeline sahip olmadıkları gibi, karşılığı olmayan kökten yabancı kavramlar özelliği taşımaktaydılar. Fakat tüketime ilişkin kazanılan yeni davranış biçimleri ile bu iki yabancı kavram tercihlerimizde bir ihtiyaca atıfta bulunacak ve israfın yerine geçerek belirleyici unsur olacaktır.

Bunun bir hâsılası olarak "moda tesettüre bürünerek" podyumlarda arzı endam ederken; yaşlı yeryüzünün bütün ömrü boyunca Yesrib varoşlarında ancak bir kez şahit olacağı o görkemli karşılamanın nağmeleri, "Tala'el Bedru", mankenler için fon müziği olmaktan kurtulamayacaktır. İş burada ve bu kadarla kalmayacak; "israf için üretim" krizine yakalanmış ekonomide, Allah'ın büyüklüğüne vurgu yapan "Tekbir" kelimesi içerik anlamını terk ederek patentlenecek ve ticari mülkiyetin "metaı" haline getirilecektir. Öte yandan İslâm, Müslümanlar'a bir eğlenme ve dinlenme kültürü "sunamadığı"halde; metropolden başlayarak deniz kıyılarına uzanan modern hayat biçimlerinin özellikle denize dönük kültürü ve bu hayatın mevcut kurgu'su gözardı edilerek, "hakiki şeriat" mayo yapılıp denize sokulmaya başlanır. Neticede, modernitenin bu sekülerleştirme süreçlerinin istediği katılımı sağlamak ve tüketim ile tapınmanın birbirinden zor ayırt edilebildiği metaların dolu dünyasında, "bereketi" kalmadığı için; eski tanım ve ölçüsüyle de yeterli olamayacağından, kâr'ın modern biçimi ile tanışma başlamış olur. Îslâmî radyoların mesaj/bilgi ulaştırmak üzere kurulmaya çalışıldığı dönem aynı zamanda Müslümanlar'ın tüketici bir " kitle" haline gelmeye başladığı zamanlara denk düşer. Bu bir dinleyici kitlesinin teşekkülü olduğu kadar, fakat daha da önemlisi, yeni bir "iletişim" biçimine Müslümanlar'ın katılımı demekti. Kur'an okuma ve marşlarla başlayan yayınların çok geçmeden dinleyici "kitlesi" ile beraber, başlangıçtaki ilkelerden uzaklaşarak kitlenin taleplerine öncelik vermeye başladıkları görüldü. Mesela dinleyici bir genç kızın "yeşil pop"tan bir parçanın "hidayetten uzaklaşanlar" için çalınmasını istemesi, İslâm'ın yüzyıllardır alışılagelmiş tebliğ anlayışının sekülerleşen yeni boyutları hakkında yeteri kadar fikir vericidir. Tarihte "söz" ve "yazı" arasındaki dengenin ideal şeklini dinlerin örneklediği söylenebilir. Ne var ki, televizyonun ortaya çıkışı ile beraber "görüntü", ikisi arasındaki dengeyi parçalayarak merkezî bir rol üstlenmiş oldu. Kendilerinin lehine olduğunu düşündüğüm bir gecikmişlikle Müslümanlar da yazılı ve sözlü kültür/iletişim geleneğini terk ederek televizyon sayesinde görüntü geleneğine geçmeye başladılar.

Bu demekti ki, Müslüman artık öğrendiğinin karşılığını hayatta bulmayı düşünmeyecek, öğrendiğini yaşamanın bir değeri olmayacaktı. İnanmak ve yaşamanın bir ve aynı şeyler olduğunu görünür kılan bir "geleneğin" insanı için bunun ciddi bir varlık anlayışının ve varoluşsal dönüşümün başlangıcı olduğu söylenebilir. Varlık ile görüntüsünü birbirlerinden ayırarak, görüntüyü "iletinin" nesnesi haline getiren bir algının/ idrakin diğer bir ifade ile platonik bir "okuma" biçiminin hasılası olarak ortaya çıkan "kamera"yı, bugünkü Müslümanın İslâmîleştirmeye çalışmasının ümitsiz çabasını, yine televizyon ekranlarından seyretmekteyiz. Bunun da bizim haftalık değil, her an devam eden "drama"mız olduğunu söyleyebiliriz. Bugün Müslümanlar'a ait özel alanın/mahremiyetin sürekli olarak kamusal alana taşınmakta oluşu bu "drama"nın bir parçası sayılır. Bilgilendirme, aydınlatma ve meseleleri çözme adı altında özel hayatımız, diğer bir ifade ile mahremiyet; Müslüman doktorlar, psikologlar, sosyologlar, avukatlar veya fıkıh adamları eli ile televizyon tarafından sürekli olarak kamusal alana taşınmaktadır. Başka bir anlatımla mevcut hayatın düzenleniş biçimi "kameranın" imkânı ile, bizzat hayâlın mahremiyetini Müslümanların ellerinden alarak kamuya taşımakta ve böylece teşhir etmektedir.

Modern zihniyet dünyası içinde dinin geçirmekte olduğu serüvenden bahsederken, aynı zamanda iki hususa değinmek mecburiyeti vardır. Bunlardan ilki, "modern zihniyet dünyasının" doğuşuna ve şekillenişine yine dinin, Hıristiyanlık dininin ve onun tarihsel tecrübesinin rahim görevi yapmış olmasıdır. İkincisi ise, bu zihniyet dünyası varlığını dine borçlu olduğu kadar; aynı zamanda dini/butün dinleri, kendi zihniyet dünyasına katarak veya katılmaya zorlayarak onları değişime ve dönüşüme uğratmak gibi bir amaç ve tarihsel tecrübeyi de muhtevasında taşımaktadır. Bu iki husus modern zihniyet dünyasına verilen/verilecek önemi arttırmaktadır. Bu zihniyet dünyasının, insanın mutluluğu, güveni ve hayatı için nasıl bir proje/projeler kurarsa kursun; belirleyici hususiyetinin "sekülerleştirme" olduğunu belirtmek gerekmektedir. Hıristiyan hayat görüşünün modern hayat görüşüne nasıl dönüştüğünü; yine aynı şekilde, başka dine ait olan bir toplumun Japonya'nın hayal görüsünün bu dönüşümü nasıl gerçekleştirdiğini ve nasıl bir neticeyle/'kazanımla" ortaya çıktığını biliyoruz. İslâma/Müslümanlar'a gelince, daha işin başlangıcında olduğunu fakat dönüştürülmenin "semptomlarının görünmeye başladığını söyleyebiliriz. Müslümanların bugün modern dünya ve onun zihniyeti karşısında gösterdikleri tavır ve tutum, ilk Hıristiyan müminlerin Roma İmparatorluğu karşısında gösterdikleri ile olağanüstü nisbette benzerlikler taşımaktadır. Nasıl ki Hıristiyanlık on dört yüzyıllık tarihsel tecrübeden sonra dönüşüme uğramaya başladıysa, İslâm da on dört yüzyıllık yaşanmış bir tarihsel tecrübe ve hakikat anlayışından sonra, Müslümanların anlama ve yaşama biçimlerinde giderek bir dönüşüme uğramaktadır. Buna müslümanların elleri ile İslam'ı kitap ve sünnet olarak değil hayatın pratiğini aktarım biçimi ile sekülerize edilmesi diyoruz.

Başlangıçta; Müslümanlar içinde yaşamlarını sürdürdükleri "hayat evrenleri'nin karşı karşıya geldikleri "modern duruma" cevap veremeyen taraflarına çözüm bulmak için Kur'an ve sünnete başvurdular. Maksat onların yardımı ile kendi dünyalarına teknoloji ve bilim gibi bazı "yeni şeyleri" aktararak muhalifine karşı güçlü hale gelmekti. Fakat varılan nokta hiç de başlangıçta umut edilen şekilde olmadı. Günümüz Mûslümanlar'ı için artık ortada kendilerine ait bir "hayat evreni" kalmadığından, bu defa tam tersinden hareket ederek, Kur'an ve sünnetin yardımına başvurarak mevcut/modern hayat evrenini İslâmî yapmaya çalışmaktadırlar. Bundan dolayı önceki Müslümanların dinin kendilerine kazandırdığı zihniyet biçimi ile kurmuş oldukları "dünya", bugün aynı dinin sahipleri tarafından gerektiği nisbette anlaşılamamaktadır."Eşyanın" mevcut anlam dünyasında sahip olduğu yer, her toplumda olduğu gibi bugün Müslümanlar'ın hayatlarında da artık değişmeye başlamıştır. Bir aktarım neticesi eşyanın şimdilerde kazanmakta olduğu mevki. İslâm'ın yüzyıllar süren hayat tecrübesi içinde kendisine fazla karşılık bulamamaktadır. Ne var ki, Müslümanlar cihetinden "verili" sayılabilecek bu yeni mevki, aynı zamanda yeni bir algı ve toplumsal ilişkiler sürecinin dönüşümüne de sebebiyet vermektedir. Hasıl ettiği toplumsal ilişki ve toplumsal hususiyeti ile tarihe anlam vermek isterken, İslâm'ın imkânları ile süreçlendirilmiş sosyal ilişkinin anlam yapısını da dönüştürmek istemektedir, ilişkinin nihai referans noktası olarak, artık "devlet" ve "kâr", Allah'ın rızasının yerine ikâme edilmeye başlanmıştır. Anlam yapısını da aklın prometheci fethetme ve düzenleme imkânlarının sınırlarına sokmaya çalışmaktadır. Kazandığı yeni "zihniyet" ile "eşyanın mevkisini" düzenleme; diğer bir anlatımla gerçekliğin başka bir tarzda algılanış biçimi, günümüz Müslümanı tarafından yeni ve dinamik ufuklar açmak şeklinde anlaşılmaktadır. Hâlbuki gözden kaçan önemli bir husus bulunmaktadır. Modern dönemle beraber başlayan epistemik faaliyette bilgi, bu dünyadaki hayatın önemine ve sadece insanın ihtiyaçlarına tâbi kılınmıştır. Toplumsal örgütlenmenin de bu amaca göre kurulmuş olduğu söylenebilir. Buna bağlı olarak, bugün Müslümanın kendine ilişkin "ben" bilinci de, geleneksel köklerinden ayrışarak dönüşüm geçirmektedir. Ben bilincinin form'da/görünüşte mümin/Müslüman şeklinde ifade edilmiş olması, masumiyet ve "doğal olan" şeklinde algılama bile, içerikte yeni bir hususiyet taşımaktadır artık. Geleneksel köklerinden kopararak "metamorfoz" yaşamakta olan "ben" bilincinin dikkat çeken tarafı, içinde "nefsin" giderek daha çok nispette kendini "dillendirmeye" başlaması, aynı zamanda artan bir ivme ile "sahiplenme" arzusu taşımakta olmasıdır.

Müslüman kalarak, seküler dünyada yaşamanın imkânları ile İslâm'ın içinde kendini görünür kılmayı amaçladığı dünya arasındaki gerilimin odak noktasını, sahiplenme arzusu/veya "ben bilinci" teşkil etmektedir demek, yanlış bir ifade sayılmaz. Nasıl ki, 13. yüzyıldan itibaren Hıristiyan dünya, ideal ile reel, bu dünya ile öbür dünya arasında hâsıl olmuş gerilimde "reel" olanı seçtiyse; bugünün Müslümanlar'ı da İslâmî bir form içine yerleştirmeye çalıştıkları yeni anlamlar yüklenmiş paranın/kârın, iktidarın ve şöhretin gücünü hayatlarında tecrübe etmenin arifesinde bulunmaktadırlar. Artık Müslümanlar'ın büyük çoğunluğunda aslî toplumsal faaliyetin iktisadî faaliyet olduğunu, sıkıntıların temelinde de maddi imkânsızlıklar bulunduğuna yönelik bir inanç giderek kuvvet kazanmaktadır. Ne var ki, modern zihniyetin kendilerine mecburiyet olarak sunduğu bu tarz bir iktisadî faaliyetin ahlâktan bağımsız pazar ekonomisi ve bireyci karakteri; mevcut durumu değiştirmeyecek cinsten suni ve İslâm'la bağdaşması asla mümkün olmayan yeni tür bir cemaatçilik ve cemaat dayanışmacılığına özlem duyurmakta, bu çeşit bir dayanışmaya zorlamaktadır. Diğer bir ifade ile, islâm'ın geleneksel olarak yaşandığı cemaat anlayışının içeriği dönüştürülerek, yeni iktisadî taleplere adaptasyonu söz konusudur artık. Refah artışının hedef haline getirilmesi ahlâkî tutumların zorunlu olarak anlam kaymasına veya farklı önceliklere vurgu yapmasına sebebiyet vermektedir. Bunun yanında günümüzün toplumsal, bilhassa ticarî ilişkilerinde doğruluğun, Müslümanlar tarafından ahlâkî bir boyut olarak öne çıkartılması, daha çok maddi olanı dünyevî/seküler bağlamda kaale alan ve önemseyen bir ahlâkîlik sayılmaya başlanmıştır denebilir. Ahlâkın anlam düzeyinde uğradığı mahiyete ilişkin değişim, Müslümanlar'ın giderek bir tüketici kitle olmalarını da kolaylaştırmaktadır. İslâm'ın israf olarak tanımladıklarından birçoğunun bugün ihtiyaç olarak görülmesinin sebebi bu olmalıdır. Bundan dolayı Müslüman modern dünyanın neredeyse bütün "meta"larını İslâmî kavramlar/isimler ile yeniden sembolleştirerek tüketime hazır duruma getirmektedir. Toplumda hâkim durumda bulunan tüketim modelinin inşâ biçimine Müslümanlar'ın giderek eklemlenmesi, onların israf kavramını geleneksel bularak içerikte dönüştürmelerini meşrulaştırmaktadır. Azımsanmayacak bir kitleyi tüketici haline getirip reklâmlarla yönlendirmek, artık bundan sonra "İslâmî reklâmcılığın" imkânları ile mümkündür ve bunun istenen neticeleri vereceğini söyleyebiliriz.

Mesela bugün Müslüman kadının tesettürü, içerikte geleneksel anlam düzeyinden kaymaya uğrayarak yeniden sembolleşirken, aynı zamanda Müslüman kadın gelenekten farklı bir tüketim ve bu tüketimin sekülerliği içeriklendirmiş semboller dünyasına girmektedir. Bunun neticesi olarak tesettür, ne yazık ki, bu dünyaya girişte araçsallaşmaktan kurtulamamaktadır. Kemalizm'in varsaydığının aksine; Müslüman kadının kamusal alana katılımı bundan kamusal alana katılmama neticesi çıkartılmamalıdır kamusal alanı zenginleştirirken, kendisi "fakirleşmektedir." Buna ilave olanak kamusal alana katılım erkek ve kadın olarak, Müslümanın kendini orada sadece görünür kılması ile neticelenmemektedir. Bu katılım dindarlaşmayı aile içinde güçlendirerek mahremiyeti nitel bir dönüşüme uğratmaktadır.

Özel hayat/privacy mahremiyetin yerini almaya başlamaktadır, islâm'ın tanımladığı mahremiyet anlayışının yerine nefsin çok sevdiği ve yabancılaşmayı kışkırtan "privacy"nin geçmesi Müslüman için seküler temelli bir dokunulmazlık zırhının oluşmasına ve bireyciliğe kapı aralamaktadır.

Bir Yufka Gibi Açılıyor Yeryüzü: Küreselleşme


Resmi büyültmek için resme tıklayınız

Rahmi G. ÖĞDÜL

Gerçeklik tüm karmaşıklığıyla sunuyor kendisini bize. Dünya ya da evren bir oturuşta sindirilmeyecek kadar çok büyük ve çok karmaşık gözüküyor gözümüze. Bu karmaşıklığı düzenli, anlamlı hale getirmek için soyutlama yetimizi kullanıyoruz, karmaşık olandan anlamlı olacak öğeleri çekip çıkarma işlemini.

Zihinsel yetilerimiz sayesinde karmaşık gerçekliği anlamlı küçük parçalara ayırıyoruz. Aldoux Huxley'in "The Genius and The Goddes" romanında tartıştığı gibi "işlenmemiş haliyle varoluş her zaman, birbirini izleyen başbelası bir şeydir" ve bu yüzden gerçeklik asla anlam yaratmıyor; gerçekliği işlerken kullandığımız kurmaca eylemi ile dünya anlamlı hale geliyor. Romanın kahramanlarından biri "kurmacanın birliği var, biçemi var" diyerek gerçekliğin biçemsizliğinden, düzensizliğinden yakınıyor.

Dünyanın karmaşasını anlamlı hale getirme uğraşı yeni bir şey değil, insanlığın tarihi kadar eski belki de. Dünyayı anlamlandırma işi büyük ölçüde toplumsal, sınıfsal, ırksal, cinsel ve diğer konumlara bağlı olarak değişiyor. Her toplumsal küme kendine göre anlamlandırmaya çalışıyor dünyayı. Günümüzde de bu anlamlandırma, dünyaya dair kurmacalar sunma işi tüm hızıyla devam ediyor. Gerçeğin yorumları olarak kurmacaların yarattığı karmaşayla da baş etmek zorunda kalıyoruz.

Şimdilerde neoliberal dünya düzenini hayata geçirmek isteyen sermaye, başat kurmaca olarak küreselleşmeye ikna etmeye çalışıyor bizi. Sermaye kendi soyutlamalarıyla anlamlandırdığı dünya imgesini hayata geçirirken, yeryüzünü bir kez daha kendi imgesinde yaratmaya kalkışıyor. Başka olası anlamlandırma seçeneklerinin önünü kesmek için tüm iletişim kanallarını, askeri gücünü kullanarak, insanların düşünme yetisini dumura uğratarak yapıyor bunu. Tek gerçeklik, tek seçenek olarak kendi kurmaca gerçekliğini anlatıyor durmadan.

Sermaye doğası gereği, katı olan, durağan olan, kalıplaşmış olan şeylerden hoşlanmıyor, paranın sıvılaştırıcı etkisiyle katı olan her şeyi akışkanlaştırıyor; yersizyurtsuzlaştırılmış coğrafyalara, mekanlara, bedenlere durmadan yeni kimlikler kazandırılıyor. Bir zamanların dışlanmış mekanları bu akışın içinde yer almak için yeniden düzenleniyor. Sermayenin mekanlara, coğrafyalara, bedenlere yüklediği işlevler durmadan biçim değiştiriyor. Sermaye bir kez daha yeryüzünü fethetmeye koyuluyor.

Eski dünyadan bir alıntı yapalım: Milattan sonra ikinci yüzyılda Yunan kentlerini dolaşmaya çıkan Pausanias, tüm gezginlere bir kentin nasıl gezileceğine dair bir öneride bulunuyordu. Aslında onun önerisi daha sonra modern ve postmodern dönemlerde turistlerin izleyeceği yolu, turistin tüketici bakışını tanımlamıştır bir bakıma.
Kente yaklaşırken gezgin kutsal alanlarla mezarları ziyaret ettikten sonra kenti çeviren duvarlarla karşılaşacaktır. Bu savunma duvarlarının yapısını anlamak için burada biraz oyalanmasını ister gezginden. Ana kapılardan birinden içeri girdikten sonra yol onu kentin kalbine, agoraya götürür. Kentin merkezinde görülmeye değer şeyler vardır: Tapınaklar, stoalar, heykeller, anıtlar, tiyatrolar vb. Kentin tepesinde bulunan akropol de gözden kaçırılmamalıdır. Pausanias gezginin sıradan yurttaşların sıradan evlerinin bulunduğu daracık arka sokaklar ve kirli ara yollar labirentine girmesini istemez. Burada ilgimizi çekecek, görülmeye değer şeylerin olmadığını söyler bize.

Artık böyle bir şey mümkün değil; yoksulların, sıradan insanların yaşadığı ara sokaklar da küreselleşmenin gezginci, göçebe, fetihçi gücünden kaçamıyor. Sermayenin kartal bakışı kent merkezindeki kirli arka sokaklar labirentini, kıyıda kalmış coğrafyaları düzleştirmeye, nezihleştirmeye, görülmeye değer, paranın gücüne boyun eğen yerler haline getirmeye çalışıyor. Kentin kıvrımları, katı yerleri bir yufka gibi açılıyor.

NAFTA gibi, ticaret yasalarıyla paranın önündeki engelleri kaldıran sermaye bir zamanların duvarlarını paranın her halinin sızabileceği yarı-geçirgen zarlar haline getirdi. Yarı-geçirgen, çünkü ülke sınırları, tıpkı bir biyolojik hücre zarı gibi istediğini geçiren istemediğini geçirmeyen zarlar olarak işlev görüyor.
Kanada eski Tarım Bakam Eugene Whelan'ın dediği gibi "bu anlaşmaların ticaretle alakası yok. Bu anlaşmalar, bu heriflerin nerede olursa olsun istedikleri şekilde, iş (business) yapma hakkıyla alakalı". Neoliberaller yeryüzünü, raflarını istedikleri gibi düzenleyecekleri bir hipermarket biçiminde yeniden düzenliyor.

1 Ocak 1994 önemli bir tarih. Önemli, çünkü iki olay da bu tarihte gerçekleşti: Hem küreselleşmenin resmen ilan edildiği NAFTA anlaşması, hem de küreselleşmeye karşı direniş başlatan Zapatistaların Meksika'da San Cristobal las Casas'ı işgal etmeleri aynı güne denk geliyor. Zapatistalar bu anlaşmanın Meksikalı yerli halk ve köylüler için bir ölüm hükmü olduğunu açıkladılar.

Zapatistaların erken bir tarihte teşhis ettikleri gibi küreselleşme insanları ekonomik, politik ve hukuksal açıdan erksizleştirme sürecidir aynı zamanda.

Mülksüzler, paranın akışkan gücüne yapışamayan, sınır zarlarından geçemeyen insanlar bir atık olarak her türlü projenin dışına yerleştirilip bir anlamda hadım ediliyor.

Aklıma Skoptzy'ler geliyor burada. 19. yüzyılın başlarında Rusya'da yaygın bir fanatik Hıristiyan tarikatı olan Skoptzy'ler bir öte dünya cennetine ulaşmak için kendi bedenlerini hadım ediyorlardı. Kimi üst düzey Skoptzy'ler tüm Rusya'yı bir hadım imparatorluğuna dönüştürecek projelerini Çar I. Alexander'a bile sunmuşlardı. Fabrika sahibi olan Skoptzy'ler ise aynı şeyi kendi çalışanlarına yapmaya çalıştılar.
Küreselleşmenin imparatorluğu, tüm insanlığı ekonomik ve politik açıdan erksizleştirirken Skoptz'lerin projesini kaldığı yerden devralıyor.

Zapatistaların direnişi başlattıkları tarihten bugüne, mülksüzleri erksizleştirme projesinin büyük bir direnişle karşılaştığına tanıklık ediyoruz. İktidarın her yoğunlaştığı noktada çok farklı topluluklar, gruplar bir araya gelip iktidar yoğunlaşmalarının karşısına dikiliyorlar. İktidar kendini merkezsiz bir yapılanma üzerine kurarken, direniş de merkezsiz bir boyut kazanıyor.

Peter Kropotkin ne demişti? "Uygarlık tarihimiz boyunca, iki gelenek, iki zıt eğilim birbirleriyle karşı karşıya gelmiştir: Roma geleneği ile halkçı gelenek, Emperyal gelenek ile Federalist gelenek, otoriter gelenek ile özgürlükçü gelenek."
Bu çatışma biçim değiştirse de günümüzde de devam ediyor. Kentlerden, topraklarından sürülmeye çalışılan mülksüzler kendi direniş geleneklerini kuruyor, ağsal bir yapılanmayla birbirine bağlanıyorlar. Tek bir dünya kurmacasına karşı, doğrudan eylem, kitle seferberliği, katılımcı demokrasi yoluyla başka dünyaların da mümkün olacağını savunuyorlar.

Ekonomik sömürüye olduğu kadar, cinsel ve ırksal baskıya karşı muhalefeti, ezilen halkların kendi geleceklerini belirlemesini, emperyalizme ve savaşa karşı direnişi, sosyal-ekonomik kaynakların ortak kullanımını, sosyal ekolojiyi, enternasyonalizmi, özgürlük kültürünün oluşmasını ve küresel özgürleşme hareketlerinin inşasını destekliyorlar. Halkçı, federalist, özgürlükçü gelenek direnişini dokuyor.
Yine de bu direnişin hemen yanı başında bir tehlike bekliyor bizi. Daha önceleri de gördüğümüz gibi sistem muhalif öğeleri evcilleştirip bünyesine katmasıyla da tanınıyor. Bir arkadaşın üstünde, İngilizce "Nike'ı boykot etmeye katılın, boykot tüm ülkede yayılıyor" ibaresi yazan bir tişört gördüğümde kendisini, bu şirketin yeryüzündeki sömürü ağına karşı duyarlılık gösterdiği için kutladım. Şaşırdı önce. Çünkü tişörtünde ne yazdığı umurunda değildi. Sonra şaşırma sırası bendeydi, tişörtü Nike mağazasından almıştı, yakasının arkasına baktım, doğruydu.
Dedim ya bu yeni bir şey değil. Bir zamanların iflah olmaz punk akımın bile ana akımın modası haline geldiğini görmüştük, hanım hanımcık teyzelerin punk saçlarına çoktan alıştık.

Sistemin evcilleştiremeyeceği muhalefet tarzlarını bulmamız gerekiyor galiba.

Domuz Yalağından Su İçmek






“Biz Çerkezler aslanın yediğini (et) yer ineğin yediğini (ot) yemeyiz. Bize ot yedirip inekleştirmek isteyenler var”

Ahmet Akyaz

Yediğimiz besinlerin protein , karbonhidrat ve yağlardan oluştuğunu bize empoze eden modern bilimin gölgesi altında, sözlerimin ne kadar etkisi olabilir bilemiyorum.Ancak, böyle bir hesap içerisine girmeden, insanı tasallutu altına almış bulunan, modern bilimlerin kimyasalları ile dumura uğratılmış dimağlara hesapsız , beklentisiz, neden sonuç ilişkisine aldırmaksızın seslenmek istiyorum.

Ey insanlar !

Ey Müslümanlar !

Ne yediğinize dikkat edin.Çünkü yediğiniz besinler sadece amino asitlerden müteşekkil protein , lipit ve yağ asitlerinin terkibinden oluşmuş yağlar , glikoz ve türevi karbonhidratlar değildir.

Cansızlardan canlıları , ölülerden dirileri çıkartan yüce yaratıcımızın yarattığı besinlerin kendine has bir ruhunun olmaması mümkün müdür?. Koyun eti ile çakal eti arasında ki fark sadece sertliği- yumuşaklığı yada ekşiliği-acılığı olabilir mi?. Akbaba eti ile tavuk eti arasında protein değerler açısından büyük bir yakınlık mevcut iken, birinin helal diğerinin haram olması bu canlılar arasındaki rahmani hiyerarşiden , bildiğimiz ve bilmediğimiz pek çok hikmetten kaynaklanır.

Çoktandır bu hikmetleri eskilerin masalları olarak addedip, dünyayı bilimsel (pozitivist bilgi hiyerarşisinden) bir göz ile anlamaya çalışan Müslümanlar meseleleri anlamakta bocalamakta, yediği bulamaçların da tesiri ile dünyayı bulanık bir görüşle görmekte, en temel meselelerden biri olan besinler konusunda duyarsızlaşmaktadır.

Yazık ki trişinden arındırılmış domuz etini, helal fetvası ile yememize az kaldı.Allahın ahkamlarını pozitivist paradigma ile yeniden vahyeden Müslümanlığımız, yiyeceklerin muhtevasına marka gözlüğü ile bakmakta , hijyeni helalden öne alabilmekte, lezzeti ve içindekiler etiketini kutsayabilmektedir.Çünkü modern bilimin bize bellettiği hakikatleri gizli bir imanla yaşıyoruz.

Besinlerin protein , yağ , karbonhidrat , vitamin ve minerallerden müteşekkil olduğunu söyleyen modern bilim, daha en baştan kendi seküler maddeci evrenini zihnimizde inşa ediyor.Bu seküler tavır, bir adım ötede, beyinsiz amino asitleri bir şimşek çakması ile basit proteinlere dönüştürür ve Darvinist paradigma ile, canlıların sınıflandırılması işlemi, böylece nihayetlendirilir. Diyetisyenlere göre vücudumuz büyük bir işletme tesisi olup, en basit kimyasal terkiplerde, işleyen formül gibi girenlerin ve çıkanların toplamından bir eşitlik elde edilir. Şeker verip beyni çalıştırır , protein verip vücudumuzu dinç tutarız. Peki ruh bu denklemin neresindedir?Ruhu diri tutan gıdalar neler olaki? Sahi ruh yoktu , onu henüz deney tüpüne hapsedememiş , röntgenini çekememiştik.

Günümüzde nerede ise saf yaratılış nefaseti ile hiç bir gıdayı tüketmiyoruz.Hiç bir şey kendi aroması, tadı , dokusu ile sofralarımıza ulaşmıyor.Doğal zannettiğimiz en temel ürünler bile (mesela süt ve süt ürünleri) çeşitli koruyucu denilen kimyasallar ile zehirlenmekte, koruyucular beden ve ruh sağlımızı koruyamamaktadır.Geleneksel öğretiler farklı yaratılış hiyerarşisindeki besinleri bir arada yememeyi öğütlerken modern besin endüstrisi zihnimizde azdırdığı lezzet şeytanını türlü karışımlarla doyurmaya çalışmaktadır.

Bu arayışlar ve bitmek bilmeyen kar iştahı her işletme boyutunda farklı bir canavar suretinde midemize saldırmaktadır. Mesela rekabet avantajı kazanmaya çalışan işlenmiş et ürünleri üreticileri düşük maliyetler oluşturabilmek adına MDM denilen hayvanların dinen yenilemeyecek tüm uzuvlarının katıldığı(mesela tavukların kemik kıkırdak , gaga ayak vb uzuvlarının preslenmesiyle oluşturulan ) bulamaç kıymalardan sucuk , salam ve özellikle sosis imal eder iken , farklılık oluşturmaya çalışan devasa şirketler insan doğasını tahrip eden çeşitli kanserojen boya maddeleri ile yaşlı dünyayı boyayıp koynumuza sokmaya çalışan şeytan gibi parlak görüntüler içinde, ürünlerini ağzımıza servis etmektedirler . Merdiven altı tabir edilen küçük işletmelerin pek çoğu ise maskesiz ve cahil cesareti ile asgari temizlik koşullarına bile riayet etmeksizin üretim yapabilmektedir. Ama kapitalist düzenin işleyişi gereği gözümüze sadece bu küçük işletmeler sokulmakta devasa gıda şirketlerinin tahrip gücü yüksek , helal haram gözetilmeksizin üretilen yiyecekleri sorgusuz sualsiz sofralarımıza servis edilmektedir.

Evreni , insanı ve eşyayı mekanik bir sistem içerisinde tasavvur eden pozitivist tasavvur, elbette besinleri de sadece kalori olarak görecektir.Ancak yaratılmış olan her şeyin bir ilahi hikmetle yaratılmış olduğunu bilen Müslümanlar olarak besinlerin kalori değerini değil onlara ait olan hikemi bilgiyi bilmekle yükümlüyüz.Bu bilgi muvacehesinde, nefsimizi terbiye edecek , ruhumuzu yüceltecek helal gıdalar ile beden emanetini muhafaza edebiliriz. Yediğimiz besinlerin ruhumuza tesir eden veçhelerini tıbbı nebevide bulabilir geleneğimizden damıtılarak gelen tecrübi ve hikemi bilgiler ışığında beden diyetinin yanı sıra, ruh diyetimizi de gerçekleştirebiliriz.

Ey insanlar size emanet verilen bünyenizi Allahın size helal kıldığı yiyeceklerle besleyin.

9/12/2007

24 Aralık 2007 Pazartesi

Masal





SEZAİ KARAKOÇ

Doğuda bir baba vardı
Batı gelmeden önce
Onun oğulları batıya vardı

Birinci oğul batı kapılarında
Büyük törenlerle karşılandı
Sonra onuruna büyük şölen verdiler
Söylevler söylediler babanın onuruna
Gece olup kuştüyü yastıklar arasında
Oğul masmavi şafağın rüyasında
Bir karaltı yavaşça tüy gibi daldı içeri
Öldürdüler onu ve gömdüler kimsenin bilmediği bir yere
Baba bunu havanın ansızın kabaran gözyaşından anladı
Öcünü alsın diye kardeşini yolladı

İkinci oğul Batı ülkesinde
Gezerken bir ırmak kıyısında
Bir kıza rastladı dağların tazeliğinde
Bal arılarının taşıdığı tozlardan
Ayna hamurundan ay yankısından
Samanyolu aydınlığından inci korkusundan
Gül tütününden doğmuş sanki
Anne doğurmamış da gök doğurmuş onu
Saçlarını güneş destelemiş
Yıllarca peşinden koştu onun
Kavuşamadı ama ona
Batı bir uçurum gibi girdi aralarına
Sonra bir kış günü soğuk bir rüzgâr
Alıp götürdü onu
Ve ikinci oğulu
Sivri uçurumların ucunda
Buldular onulmaz çılgınlıkların avucunda
Baba yağmurlardan anladı bunu
Yağmur suları acı ve buruktu
İşin künhüne varsın diye
Yolladı üçüncü oğlunu

Üçüncü oğul Batıda
Çok aç kaldı ezildi yıkıldı
Ama bir iş buldu bir gün bir mağazada
Açlığı gidince kardeşlerini arayacaktı
Fakat batinin büyüsü ağır bastı
İş çoktu kardeşlerini aramaya vakit bulamadı
Sonra büsbütün unuttu onları
Şef oldu buyruğunda birçok kişi
Kravat bağlamasını öğrendi geceleri
Gün geldi mağazası oldu onu parmakla gösterdiler
Patron oldu ama hala uşaktı
Ruhunda uşaklık yuva yapmıştı çünkü
Bir gün bir hemşehrisi onu tanıdı bir gazinoda
Ondan hesap sordu o da
Sırf utançtan babasına
Bir çek gönderdi onunla
Baba bu kağıdın neye yarayacağını bilemedi
Yırttı ve oynasınlar diye köpek yavrularına attı
Bu yüklü çeki
İyice yaşlanmıştı ama
Vazgeçmedi koyduğundan kafasına
Dördüncü oğlunu gönderdi Batıya

Dördüncü oğul okudu bilgin oldu
Kendi oymak ve ülkesini
Kendi görenek ve ülküsünü
Günü geçmiş bir uygarlığa yordu
Kendisi bulmuştu gerçek uygarlığı
Batı bilginleri bunu kutladı
O da silindi gitti binlercesi gibi
Baba bunu da öğrendi sihirli tabiat diliyle
Kara bir süt akmıştı bir gün evin kutlu koyunundan

Beşinci oğul bir şairdi
Babanın git demesine gerek kalmadan
Geldi ve batının ruhunu sezdi
Büyük şiirler tasarladı trajik ve ağır
Batının uçarılığına ve doğunun kaderine dair
Topladı tomarlarını geri dönmek istedi
Çöllerde tekrar ede ede şiirlerini
Kum gibi eridi gitti yollarda

Sıra altıncı oğulda
O da daha batı kapılarında görünür görünmez
Alıştırdılar tatlı zehirli sulara
İçkiler içti
Kaldırım taşlarını saymaya kalktı
Ev sokak ayırmadı
Geceyi gündüzle karıştırdı
Kendisi de bir gün karıştı karanlıklara

Baba ölmüştü acısından bu ara

Yedinci oğul büyümüştü baka baka ağaçlara
Baharın yazın güzün kışın sırrına ermişti ağaçlarda
Bir alınyazısı gibiydi kuruyan yapraklar onda
Bir de o talihini denemek istedi
Bir şafak vakti Batıya erdi
En büyük Batı kentinin en büyük meydanında
Durdu ve tanrıya yakardı önce
Kendisini değiştiremesinler diye
Sonra ansızın ona bir ilham geldi
Ve başladı oymaya olduğu yeri
Başına toplandı ve baktılar Batılılar
O aldırmadı bakışlara
Kazdı durmadan kazdı
Sonra yarı beline kadar girdi çukura
Kalabalık büyümüş çok büyümüştü
O zaman dönüp konuştu :
Batılılar !
Bilmeden
Altı oğlunu yuttuğunuz
Bir babanın yedinci oğluyum ben
Gömülmek istiyorum buraya hiç değişmeden
Babam öldü acılarından kardeşlerimin
Ruhunu üzmek istemem babamın
Gömün beni değiştirmeden
Doğulu olarak ölmek istiyorum ben
Sizin bir tek ama büyük bir gücünüz var :
Karşınızdakini değiştirmek
Beni öldürseniz de çıkmam buradan
Kemiklerim değişecek toz ve toprak olacak belki
Fakat değişmeyecek ruhum
Onu kandırmak için boşuna dil döktüler
Açlıktan dolayı çıkar diye günlerce beklediler
O gün gün eridi ama çıkmadı dayandı
Bu acıdan yer yarıldı gök yarıldı
O nurdan bir sütuna döndü göğe uzandı
Batı bu sütunu ortadan kaldırmaktan aciz kaldı
Hâlâ onu ziyaret ederler şifa bulurlar
En onulmaz yarası olanlar
Ta kalplerinden vurulmuş olanlar
Yüreğinde insanlıktan bir iz taşıyanlar

Modernite: Bugüne Dair Hastalığımız,


Yenilenme: Bugüne Dair Sorumluluğumuz

Bülent Şahin ERDEĞER

İnsanlık muazzam bir eylemlilikle yoluna devam ediyor. Tarihsel sürecin kesintisizliği dünümüzü bugüne bugünümüzü yarına bağlıyor. Bir önceki çalışmamızda geleneğin insanlığın ortak hafızası olduğuna değinmiş insanın yeryüzü halifeliği serüvenine kattığı insani yön olduğunu hatırlamış bu insani yönünün kendine yetemeyeceğini İlahi rehberlik ile her dem ıslaha ihtiyaç hissetiğini belirtmiştik. Geleneğin bugüne uzanan görünümü olan "çağdaşlık" ve Bizim ortak hafızamızdan kaynaklanmayan, Müslümanca bir ıslah yönelişinden çok kendi kendini yeterli görerek azan Kilise geleneğine karşı yeni olan ne varsa kutsayarak hafızasızlığı dogmalaştıran Modernizm problemini irdeleyeceğiz.

Modern olanın karakteri, yenilik, değişme, yenilenme, çağa ayak uydurma” gibi anlamlara gelen “Modernite” kavramı, genel olarak bir medeniyetin, özel olarak Batı medeniyetinin kendi gelişmesi içinde en son ulaştığı hayat tarzını ifade eder. Modernitenin ideolojik yansıması olarak “Modernizm”e, yeniye taraftarlık, yenilik tutkunluğu, eski olana karşı ileri derecede düşmanlık ve yerleşik her şeyi değiştirme... gibi anlamlar yüklenmiştir.

Modernizm ve Modernite kavramlarının Müslüman coğrafyada ortaya konan eserlerde yoğunlukla kullanıldığını ve kullananların çeşitliliği oranında bir anlam kargaşası [algı çarpışması] yaşandığını görmekteyiz. Bazı Müslüman düşünürler [Örneğin Fazlur Rahman ve Tarık Ramazan gibi] Moderniteyi "çağdaşlık" anlamında kullanırken ve cins isim anlamı yüklerken bugüne dair yeni ortaya çıkan sorunlara yeni cevaplar verme, gelenekten kopmadan ama bu ortak birikime katkı sağlayarak tarihsel sürekliliği dondurmamak olarak algılamaktadırlar. Moderniteyi Batı dillerindeki genel kullanımıyla kullanan bu yaklaşım tarzı çağdaş olmak, tecdid ehli olmak anlamında " modernite" kavramını kullanmaktadırlar. "İslam Modernizmi" terkibi de bu anlamlandırma temel alınarak olumlanmakta ve kullanılagelmekte hatta bu olumlamaya tarihsel bir kök bulma amacıyla Cemaleddin Afgani Muhammed Abduh ve Reşid Rıza çizgisini İslam modernizminin ilk halkası olarak tanıtmaktadırlar. Bu yaklaşım sahiplerinin Modernizme yükledikleri bu masumane anlamlandırma Aydınlanma ile başlayıp Sanayi devrimi ile devam eden felsefi dayanakları ve kendi çerçevesinde bir meşruiyet zemini bulunan Avrupa merkezli bir dünya görüşünün adı olan "Modernizm" kavramının hoyratça kullanımından başka bir şey değildir. Modernizme olumsuz, en azından temkinli yaklaşan Müslüman düşünürler ise kavramların ifade ettikleri özgünlüklere dikkat çekmişlerdir. Hiçbir kavram doğduğu kültürel havza ve ifade ettiği tarihsel anlam göz ardı edilerek başka anlamlar yüklenerek kullanılamaz. Kullanıldığında ortaya çıkacak sonuç anlam kargaşasından başka bir şey olmayacaktır. İşte bu gerçeğe işaretle Ali Şeriati, Seyyid Kutub, Muhammed el Behiy, Muhammed Gazali gibi şahsiyetler İslami ıslah ve tecdid sorumluluğunun Modernizm gibi bize ait olmayan ve sorunlu bir kavramla karıştırılmaması gerektiğine dikkat çekmişlerdir. Şeriati'nin İslami bir kavram olarak "Medeniyet"i öne çıkartması ve buna karşın Modernizmin eleştirisini yapması örnek bir tavırdır. İslami ıslah ve tecdid çabalarına karşı çıkan kimi çevrelerin adaletsiz bir toptancılık ile Modernistlerle Islahatçıları aynıymış gibi göstermeye çalışmaları da kavram kargaşasını daha da büyütmektedir. Hind-Alt kıtasında okullaşan ve ideolojik anlamda Modernizmi içselleştiren Sir Seyyid Ahmed Han ve Mısırlı Hasan Hanefi gibi düşünürlerin temsil ettikleri modernist duruş ile Abduh ile başlayan ıslahat çabaları birbirine karıştırılmamalıdır.

Modernite eğer yeni olanı dikkate almak ise ve sahiplenenler ile karşı çıkanlar bu anlam alanını kabul edip tez ve antitezlerini sunuyorlarsa unutulmamalıdır ki gelenek dediğimiz birikimsel sosyal hafızamız da üst üste biriken farklı zaman dilimlerinin "yeniliklerinin" bütünsel halidir. Dolayısıyla İslam düşüncesini yenileme (tecdid) çağrısı yapan alimlere karşı geliştirilen savunmacı/gelenekçi söylemin yeni sorunlara yeni cevaplar bulmada yaşadıkları yetersizliği görmekteyiz. Bunun yanı sıra yenilik adına köksüzlüğü ve düşmana teslimiyeti normalleştiren ölçüsüz "yenilikçi" söylemin de ayakları yere basan bir tecdid projesinden çok uzaklarda olduğunu da söyleyebiliriz. Varolan sorunlara İslami çözümler bulmaktan çok sorunlara teslim olan Modernist yaklaşımların yaşadıkları kriz de burada düğümlenmektedir. Islah ile memur olduğumuz geleneğimizden beslenen ama geleneğe, yani beşeri olana değil Vahyin belirleyiciliğine göre şekillenen bir yenilenme (tecdid) günümüzün Tevhid ve Adalet hattı olabilir. Bu bağlamda Modernizm ideolojisinin yeşile boyanmış sosyalist ve kapitalist uyarlamalarına özgüveni olan hiç kimse tenezzül etmemelidir. Çünkü Varlık tasavvurunun kafirce şekillendirildiği bir söyleme İslamı yamamak dikiş tutmayacak boş bir çabadan ibarettir.

Kafirce bir bunalım ideolojisi olan modernleşme sürecini, geçmiş ile ilişkisi açısından hayat anlamında “değer kaybı” ile ifade edebiliriz. Sosyo-kültürel alanda yaşadığı pek çok olumsuz deneyimler nedeniyle Batı, Pozitivizm ile beslenen seküler bir yaklaşımla geçmişi ile yüzleşmek onu ıslah etmek yerine, onu ve barındırdıklarını reddederek hesaplaşmayı yeğlemiştir. Maddî imkanların hızla artmasıyla “sahip olma”yı bireysel sınırlarla kayıtlı kılan duyguların güç kazanmasına karşın, paylaşmayı ve beraberliği ifade eden özveri, ilgi, dayanışma, sorumluluk gibi dinî temellere dayalı pek çok erdem, gittikçe zayıflamış ve neticede toplumsallık duygusu, sadece maddî ilişkilere indirgenerek belirleyici niteliğini büyük ölçüde kaybetmiştir. Diğer taraftan gerek aile içi ilişkilerde ve gerekse diğer toplumsal kurumlarda zamanla ortaya çıkan değer yozlaşması, bir arada yaşamanın gereği olan iş bölümü ve görev bilincini ikinci plana itmiş, bağımsızlık duygusunu kamçılayarak “bireyciliğin” hayat görüşü olarak benimsenmesine yol açmıştır.

Modernite ile birlikte ortaya çıkan “değer kaybı”, doğal olarak sunî değerleri de gündeme getirmiştir. Dinî bağlılıklarla güvenlik duygusunu destekleyen modern çağ öncesi insanına karşılık günümüz insanı, bu eksikliği telafi etmek üzere durmadan ilerleme, yarışma, rekabet, daha çok tüketmek için daha çok üretme... gibi gerçekte varoluş amacını saptıran ve değerini düşüren birtakım yaklaşımları yücelterek hareket noktası olarak benimsemiştir.

Modernitenin yıpratıcı etkileri karşısında günümüzde insanların çoğunluğu, kısmen tepkiyi, kısmen de kaçışı ifade eden davranışlarla eskiye ait bir takım inanç, değer, örf ve gelenekleri yeniden canlandırma çabasına girdikleri görülmektedir. Bu çerçevede geçmiş topluluklarda terkedilmiş çoğu batıl inançlara dayalı büyücülük, tarikat ve cemaat bağlılıkları vb. oluşumlar yükselen değerler haline gelmiştir. Gerçekte derin bir varoluşsal ihtiyaca işaret eden bu dönüşümü geçmişe özlem, nostalji vb. yüzeysel bir takım kavramlarla açıklamak mümkün değildir. Modernitenin yalnızlaştırdığı insanı bugün çürümüşlüğünden geçmişin hurafelerine sığınmasına sebep olan etkenleri irdelemek Kur'an tebliğinin sorumluluğunu taşıyanlar için önemli bir çalışma alanıdır. Kur'an merkezli İslami ihya-ıslah-tecdid çizgisine mensup Müslümanların öncelikle kendi benliklerinden [nefislerinden] başlayarak modernitenin kirlettiği anlam ve eylemlerini tekrar tekrar muhasebe etmeleri elzemdir. Öncelikle bugünümüzü ıslah ederek yarınlara yönelik adımlara hazırlanmalıyız. Geçmişine teslim olmayan ve sövmeyen ama anlamaya çalışarak dersler çıkartan, geçmişinden aldığı mirası ıslah ederek geliştiren bir neslin inşası için bugünün modern hurafelerine de aynı titizlikle yaklaşması ayakları yere basan bir tecdidin öncüsü olması bugünün Müslümanı için düşünce atlasındaki temel göstergelerdir.

Dipnotlar:

[1] Bkz. Bolay, Hayri, Felsefi Doktrinler Sözlüğü, 8. Baskı, Akçağ Yay., Ankara 1999, “Modernizm” md.
[2] Bkz. Demir, Şehmuz "Kur'an'ın Yeniden Yorumlanması" İstanbul İnsan Yay.
[3] Bkz. Sayar, Kemal, Hüzün Hastalığı, İz Yay., İstanbul 1995, sf. 54-55.
[4] Yrd. Doç. Dr. Abdülkerim Bahadır "Modernitenin Yıkıcı Etkileri Karşısında Savunmasız İnsan" Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi

21 Aralık 2007 Cuma

İslam'a Dayatılan Modernite





Serdar Demirel

Uluslararası sistem soğuk savaş sonrası kendisine rakip ve tehdit ilan ettiği İslam'ı ancak bir şartla kabul edebileceğini, ve ancak o zaman İslam'ın uygar(!) dünya ile barış içinde yaşayabileceği ön kabulüyle hareket etmektedir; o da İslam'ın modernleşmesi ve dolayısıyla sekülerleşmesi/dünyevileşmesidir.

İslam'a bu dayatmayı kabul edip etmediğini sorma hakkı Müslümanlara verilmemekte ve bu hakkı talep edenler sistem dışı ilan edilmektedirler. Hıristiyanlığa galebe çalan modernitenin İslam'a da galebe çalacağı inancı bu çevrelerde hükümfermadır. Bu dayatmayı yürürlüğe koyacak işbirlikçi cemaatler, vakıflar, dernekler, kanaat önderleri ve siyasiler milyon dolarlarla finanse edilmekte ve Müslüman topluluğun önüne medya büyüsüyle İslam'ın aydınlık(!) yüzü diye model olarak sunulmaktadırlar. Hıristiyanlığın moderniteyi ne kadar kabul ettiği ayrı bir tartışma konusu. Ancak İslam ile modernitenin doku uyuşmazlığı bu girişimleri akim bırakacaktır. İslamcı protestanlar dîne dînden daha fazla değer verdikleri modern paradigmayla şekil vermeye yeltendikce de kriz yükselecektir.

Modernleşmek Dünyevileşmektir

İslam'ın modernleştirilmesi projesi aslında yeni bir proje değil. 18. yüzyılda İslam coğrafyası işgal edilmeye başlanınca işgalcilere karşı mukavamet eden yegane güç İslam gücüydü. Genelde Batı ve özelde de İngiltere İslam'ın direnç noktalarını yok etmek için bu projeyi yürürlüğe soktu. Mesala modernizm hareketinin öncülerinden olan Sir Seyyid Ahmed Han'ın İngilizlerle olan münâsebeti, İslam'ı protestanlaştırma girişimleri, İncil ve Tevrat'a yazdığı tefsir, Sünnet-i Nebevî'nın dînde bağlayacı olmadığını savunması, Müslümanları İngilizlerle işbirliğine çağırıp mukavemete karşı çıkması bunun tipik bir örneğidir.

Batı'nın taktikleri değişebilir, ancak İslam'ı modernleştirme/protestanlaştırma temel stratejisi değişmemektedir. Bununla beraber Batı karşısında Müslümanların yenik düşmesini Müslümanların modernleşmemesine bağlayan güçlü bir İslamî kesim de vardır. Doğru ve yanlışın en çok iç içe geçtiği, ayakların kaydığı zemin de burasıdır.

Bu bağlamda İslam coğrafyası 200 yıldan fazladır modernleşme sancıları yaşıyor. Bu sancıların başlangıç itibarıyla en çok hissedildiği yer Osmanlı Devleti aynı surecin kurbanı olmuştur. Modernitenin iyi analiz edilememesi İslam ümmetine çok ağır bedeller ödetti ve hâlâ da ödetmektedir.

Osmanlı'nın son döneminde İslamcılığın öncülüğünü yapan birçok âlim ve aydın, moderniteyi Batı'da zuhur eden teknolojiyle eşdeğer algıladı. Bu yüzden olsa gerek, teknolojiyi bir Hadisi Şerif'ten de yola çıkarak “Mü'min'in yitik malı” mesabesinde gördü. Batı'nın dîni, ahlâkı ve yaşam tarzı bir tarafa bırakılacak, teknolojisi alınacaktı. Böylece Müslümanlar medeniyet trenini yakalayacak, medenî milletlerle aynı safları paylaşacaktı.
Yaşanan acı süreç bunun böyle olmadığını isbat etmeye yeter. 200 yıldan fazladır biz teknolojik sürece yetişmeye çalışırken, kendimizi sürekli onların mukallidi ve tüketicileri olma sınıfindan kurtaramadık. Böyle devam ettiği sürece de biz bu statüye daha çok talim edeceğiz.

Modernite, Salt Teknoloji Değildir

Modernite, salt teknolojiye indirgenemez. Modernite, modern izm'lerin döl yatağıdır. Komünizm, Kapitalizm, Liberalizm modernitenin cinsiyetleri farklı çocuklarıdır, hepsi de materyalisttir. Modernitenin kök paradigmasi sekülerizm/dünyevilik modern izm'lerin sert çekirdeğidir.

Modernite, seküler paradigması gereği ürettiği bilimde, teknolojide, düşüncede, hukukta, hâsılası rengini vurduğu her şeyde profandır/kutsaldan arındırılmıştır. Modern insanın içine düştüğü bunalımın gerçek sebebi de budur.

Maalesef, modern olmakla çağdaş/muasır olmak biribirine karıştırılmaktadır. Müslümanlar elbette ki muasır olmak durumundadır; çağıyla boy ölçüşecek, diğer medeniyetlerle alışverişte bulunacak, ancak bunu kendisi olarak yapacaktır. Bilinçli bir müslüman modern olamaz. Modern olmak seküler/laik/dünyevi olmayı kaçınılmaz kılar. İslam, doğası gereği yaşanılan hayattan tecrit edilmeyi şiddetle reddeder ve böyle bir girişimi şirk addeder.

Epistemolojisi/bilgi nazariyesi ve ontolojisi/varlık nazariyesi dînî olandan tamamen arındırılmış modernite dîni ilkel toplumlara ait bir hurafe olarak algılar, ve eğer dîn modern insanın hayatında yer alacaksa, rasyonel mânâda aklın alanını öreceği bir alana sıkışmalıdır.

Bir dünya görüşü olarak modernite, soluğunu değdirdiği her alanı dünyevileştirmede son derece totaliterdir. Tam da bu sebeple sekülerliğe direnen İslam'ın teorik düzeyden yaşanan İslam'a kadar asimile edilmesi gereken "öteki" ilan edildiği tartışma götürmez bir gerçektir. Modern İslam, Ilımlı İslam, Liberal İslam gibi İslam'ın modernleştirilmesinin kod adı olan projeler İslam'ın sömürgeyi içselleştirmesi, tabiri caizse 'başına vur ekmeğini elinden al' hale getirmeye matuf şeytani hamlelerdir.

Modernleştikçe Sekülerleşen/Dünyevileşen Müslüman

Dikkat edildiğinde Müslümanların birey ya da toplum düzeyinde modernleştikçe sekülerleştiğini/dünyevileştiğini tesbit ederiz. Zira bu modernitenin doğasında vardır. Modernite lâ dîni –dîn karşıtı- kurgulandığından takipçisi kıldığı beşer cinsini aksi iddialara rağmen sekülerleştirmektedir.

Müslüman muasır olmak istiyor! Bir kavram kargaşası yaşandığı için muasırlaşmak modernite ile karıştırılınca modernleşmede bir beis görmüyor. Zamanla içselleştirilen modernitenin bir sonucu olarak, Müslüman; konuştuğu dilden, ürettiği politikaya, sahip olduğu tarih perspektifinden sosyal diyaloglarına kadar kutsaldan arındırılmış bir yaşam çizgisinde bulmaktadır kendini.

Modernleştikçe Batı insanının hayat tarzı ile Müslüman bireyin hayat tarzı arasındaki farklar erimekte ve böylece Müslüman kültür Batı kültüründe yabancılaşmakta, kendisi olmaktan çıkmaktadır.

Müslüman, akıl tutulması yaşamıyorsa eğer, seküler misyonerlerin ucuz argümanlarının alıcısı olmaz, olamaz. İslam'dan soyutlanmış bir hayat, Kur'an ve Sünnet'ten onay alamaz.
Sekülerizm, hayatı dînî kutsallardan arındırmasına arındırıyor, lakin yerine dîn dışı kutsallıklar icat ediyor. Hayat boşluk kabul etmediği için hayattan kovulan kutsalların yerine hangi dîn dışı kutsalların konduğu titizlikle ele alınması gereken başka bir konudur.

Kısacası modernleştikçe/sekülerleştikçe Müslüman'ın ferdi ve ictimaî hayatı daha az İslam'ın hakimiyetinde olur. Özelde 28 Şubat'ın arkasında ki iradenin genelde de uluslararası sistemin Müslümanlardan istediği de buydu ve bunu şöyle formülüze edebiliriz: "Bireysel ve toplumsal hayatta daha az İslam, kamusal hayatta daha az İslam, devletin direk kontrolünde olan alanlarda hiç İslam."

Dayatılan bu çözüm aslında Müslümanların kimliğini ve kişiliğini kaybetmelerini kaçınılmaz kılar. Müslümanlar tarih sahnesinde İslam'la yücelmişlerdir. Tarihin tekrar tekarrür etmesi öze dönüş ile mümkündür. Eğer onlar bizden bireysel yaşantımızda daha az İslam istiyorsa buna direnip ayakta kalmanın yolu bireysel hayatımızda İslam'ı daha çok hakim kılmaktan geçer. Kamusal ve Kurumsal yaşantı alanlarımızda da bu böyledir. Kur'an-ı Kerim'de kıssaları anlatılan peygamberlere baktığımızda bu onların ortak realitesi olarak karşımıza çıkar. "Daha az dîndarlık"ın varacağı son nokta “hiç dîndarlık” çıkmazıdır.

Perşembe, 16 Haziran 2005 - (16:29)

Modernizmin Kucağından Konuşmak



Hikmet Özerk

“Üç beş Avrupalı bilim adamı bir konuda araştırma yapmak için Afrika’nın modernizmden nasibini almamış bir bölgesine gitmişler. Yanlarına bir rehber ve eşyalarını taşımaları için birkaç yerli alarak araştırma yapacakları yere doğru yola koyulmuşlar. Varacakları yere yaklaştıklarını anlayan bilim adamları adımlarını sıklaştırdıkları bir anda yerliler oldukları yerde duruvermişler. Mola vereli çok zaman olmamasına rağmen bu duraklayış Avrupalı bilim adamlarını pek memnun etmemiş. Arkalarına dönerek ne olduğunu öğrenmek istemişler.
Yerliler durumu kızgın bir şekilde rehbere anlatmaya başlamışlar. Rehber de onlarla aynı fikirde olduğunu ifade eder gibi başını sallayarak bilim adamlarına dönmüş ve şöyle demiş: “Neden bu kadar hızlı gittiğimizi anlayamıyoruz. Bu hızla giderken ruhlarımız arkada kalıyor. O nedenle burada durup arkada kalan ruhlarımız gelene kadar bekleyeceğiz.”
Hikayecik bu kadar anlatılır.
Bundan sonrası için söylenecek bir şey kalmadığı, söylenmesi gereken her şey söylendiği için belki.
Rehberin Avrupalılara verdiği bu cevaptan sonra olanlar ise benim merakımı hep celbetmiştir. Bilim adamları nasıl karşılık vermişlerdir acaba?
Belki ‘medeni’ tavırlarını takınarak; inanmasalar, gülünç bulsalar da, yerlileri anlıyor gibi davranarak ‘empati’ kurup ‘sempatik’ görünerek ‘hoşgörülü’ bir tavırla onlarla beraber beklemişlerdir. Beklerken de bu durum hakkında rehbere sorular sorarak olayı kavramaya anlamaya çalışmışlar; ara sıra şaşkın gözlerle birbirlerine bakıp gülümsemişlerdir. Veya bu kadar yaklaşmışken duramayacaklarını söyleyip tehditler savurmaya başlamışlar hatta ileri gidip silahlarını çekerek hemen yola devam etmezlerse onları öldürecekleri söylemişlerdir.

Bu tavırların ikisi de olası karşılıklardır. Çünkü geçmişte modern kafanın takındığı tavır bu ikisinden başka olmamıştır aslında. Ya küçümseyen, alaya alan ancak alaya alırken ‘sempatik’ görünen ve bu sempatikliği ile karşısındakini can damarından yakalayıp onu tüm iddialarından vazgeçirten; ya da öbür yüzünü bir anda acımasızca ortaya koyan ve yok etmeye yönelik harekete geçen taraf olmuştur hep.
Bu iki tavır değişik yerlerde, değişik durumlar karşısında uygulanagelmiştir. Modern kafanın dünyanın diğer halklarıyla karşılaşmalarında hep bu yöntemlerden biri değişik dozlarda da olsa kullanılagelmiştir.
Modernizm insanın eşya ile olan münasebetinin mahiyet değiştirmesiyle ortaya çıkmıştır. Bunun ne zaman ne şekilde olduğunu tam olarak belirtmek ve bir çizgi çekmek zordur. İnsan maddeye karşı ilkin edilgen durumdayken bir anda etken duruma geçmiş ve insanoğlunun dünyaya ve kendisine bakış açısını tümden değiştirmiştir.
Başlangıçta nehirlerin üzerine köprüler yapan insanoğlu bir müddet sonra nehirlerin önünü kesmeye barajlar yapmaya, nehir olma özelliğini kaybetmiş o birikmiş sudan elektrik üretmeye başlamıştır.* Maddeye hükmetmeye, onu değiştirmeye başlamıştır. Hayatı, varlığı hep bir üstün güçle anlamlandıran insan maddeye hükmetmeye başladığı anda bu tavrını bir yana bırakıp kendisinden başka üstün bir güce gerek olmadığını düşünmeye başlamıştır. Hatta hayatındaki o üstün güç ile bağlantılı şeyleri de yavaş yavaş hayatından silmeye başlamış ve bir müddet sonra hayatını dini olan herşeyden arındırmıştır.

İşte bu bakış açısıyla insanoğlu “geleneksel” olandan ayrılmış modern olana yönelmiştir. ‘Geleneksel’ olanın dini söyleminden; ‘modern’ olanın ‘rasyonel’ söylemine geçiş yapmıştır. Böylelikle olanı kavrarken Tanrıyı yadsıyan, devre dışı bırakan bir tutum sergilemiş olmaktadır. Bu şekilde kendisini özgürleştirdiğini ve bu özgürlükle olanı daha iyi ve doğru algıladığı görüşüne ulaşmıştır.
Mustafa Özel modernite tanımında şöyle söyler: “Modernlik, öznellik ve özgürlüktür. İnsanın hakikatin ölçüsü ve temeli yapmakla öznellik, onu geleneksel toplumun tanrı merkezli yapısından kurtarıp tek başına bırakmakla özgürlüktür.”
Yani modern insan boyun eğen olmaktan çıkıp boyun eğdiren konumuna yönelmektedir. Bu da ister istemez bir zaman sonra onu azgın ve hırçın bir konuma getirmiştir. Hiç şüphesiz maddeye boyun eğdirmeye çalışan insan yolları kesiştikçe diğer insanlara da boyun eğdirmeye yeltenecektir. Bunun içinde ‘modern’ yöntemler bulacaktır.
Öte taraftan söylenenlere itiraz olarak; insanın maddeyle olan bu ilişkisinin kaçınılmaz olduğunu iddia edenler olacaktır. Yani maddeye ilişkin bilgisi artan insanın zamanın birinde ihtiyaçlarına göre maddeye şekil vermesi, onu değiştirmesi ve kendisine göre tanzim etmesi normal bir süreçtir diyenler olacaktır. Çoğalan insanların yaşayabilmesi için başka bir yolun da olmadığı pek tabii ki öne sürülecektir. Yani insan elektriği bulunca üretebilmek için yeni yeni yollar düşünecek ve nehre santral yapacaktır. Bu kaçınılmazdır denecektir. Bu insanların, varlıklarını devam ettirmeleri ve ilerlemeleri için gereklidir şeklinde izahlar getirilecektir. Hatta insanın bir başkasına hükmetmesi de yeni olan bir durum değil tarih boyunca süregelen bir olgu olmuştur da denecektir.
Ancak burada insanın devre dışı bırakmaya çalıştığı Tanrı Allah(c.c) ise müslümanlar için bu süreçte bir sakatlık vardır. Hayatın köşesinde berisinde değil tam ortasında yer alan Allah’ın, insanın maddeyi ve kendini anlamlandırma işleminde bir kenara itilmesi bir Müslüman için kabul edilmesi mümkün olmayan bir süreçtir. Müslüman her şeyi Allah’la irtibatlandıran kişidir. Müslüman boyun eğdiren değil boyun eğen kişidir. Müslüman zulmeden değil, merhamet eden kişidir. Müslüman kuldur, başkaldıran olamaz.
Dolayısıyla bir Müslümanın maddeyi, Allah’ı bir kenara bırakıp algılaması mümkün değildir.
Modernizm kıvılcımının parladığı andan itibaren dünyanın yepyeni bir yola girdiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu kıvılcımın yol açtığı ateş önce kendini yeniden tanzim etmiş ardından tüm dünyayı kendine göre şekillendirmeye başlamıştır. Bu durumu hemen kabul edip bir anda güle oynaya dönüşen topluluklar olduğu gibi direnen toplumlarda çıkmıştır. Modernizm her toplumu çepeçevre sarmış ve gerekli zamanı kollamaktadır. Yani bizler modernizmi konuşurken modernizmin kucağından konuşmaktayız. Modernizmin çevrelediği duvarların içerisinden bağırmaktayız. Modern argümanlarla, modern araçlarla, modern bir tarzda eleştirmekteyiz modernizmi...


* Medeniyet ve Modernlik - Mustafa Özel

Modernizm, Postmodernizm, Postkolonyalizm:


BEN-ÖTEKİ İLİŞKİLERİ VE ETNOSANTRİZM

Tuğrul İlter

Bu makalede modernizm, postmodernizm ve postkolonyalizm bağlamlarında kendi-öteki ilişkilerini inceliyorum.

Doğrudan değinmemekle birlikte yazdıklarımda ötekine etik bir sorumlulukla yaklaşmak,
ötekinin ötekiliğine hakkını vermek ve adil davranmak kaygısı var. Onun için de bir sorun olarak etnosantrizm üzerinde odaklanıyorum. Yazım modernizm, postmodernizm ve postkolonyalizm başlıkları altında üç bölüme ayrılmış olsa da okurken anlaşılacağını umduğum gibi bu başlıkları kategorik olarak birbirine dışsal bir ilişki içinde düşün
müyorum. Onların melezliğini kendi öteki ilişkisi hakkında geliştirdiğim argü man
ların performatif bir örneği olarak kullanmaya çalışıyorum.

Modernizm

Alışılageldik anlatılarında modernizm bize, hem kendimizin hem başkalarının geç
mişteki kökeninin yanısıra gelecekte varacağı hedefi de işaret eden ve—ötekiler de dahil—kimseyi kapsamı dışında bırakmadığını düşünerek, evrensellik savlayan bir
“kuyruklu söylenceye” dayanıyor. Kısaca “Tarih”diye bilinen ve örneğin Türkiye'de “çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmak” diye özetlenen Avrupa
Aydınlanmacı söylemi ile kendini onun kutupsal karşıtı olarak konumlandıran söylemleri de bilgilendiren bir büyük-anlatı ile karşı karşıyayız.
Söylence, bizim ve başkalarının dünyadaki konumunu anlamakta ölçüt alınan “çağdaş uygarlık düzeyi”ni belirleyen, basitçe tekçizgisel ve daha karmaşık olarak da teleolojik bir tarih ölçeğine göndermede bulunuyor. Tekçizgi üzerinde herbiri bir ilerleme çentiği olarak öncekini izleyen dönemlerden ya da çağlardan geçerek ve onları “aşarak” hedefi olan “modern”e doğru “ilerleyen” bu Tarih, zamanı da tek kılıyor. Modernizm söylencesine göre çağdaşlığın kendisi tekil, çağdaşlığın ölçütü tek-ve-evrensel ve söylencenin bu teklik vurgusu Adam/Akıl/Tarih teslisinin kökten bütünleşmiş birliği varsayımından kaynaklanıyor.1

Moderne ulaşmak tarihin “telos”u, yani hedefi, hatta alınyazısı,kaderi.
Yine bu anlatıya göre zamana ve tarihe tabi olmak demek “modern” hedefine doğru ilerleyen bir güzergahta yola çıkmak demek. Güzergahlar bu teleolojik sınırlar içinde farklılık gösterse bile başka bir hedef, başka bir hedefe yönelmiş yol yok, hepimizin kaderi aynı.

Ayrıca hem şimdiki zamanı,çağdaş olanı tanımlayan hedef olarak, hem de çağdaşlık anlamıyla “modern” şimdiye, şimdiki zamana tek başına sahip çıkıyor. Onun için, modernist bir perspektiften bakıldığında farklı olanların,başkalarının “şimdi”de, o çağdaş olan mekanda bir yerleri yok, onlar çağdaş olan yere ait değiller.
Bu bakımdan modernin hiçbir radikal farklılığı barındıracak yeri ve dolayısıyla öylesi farklılığa toleransı yok. Ancak kendisinden icazetli, kendisinin otoritesine uyruk kılınıp kendisinden izin belgesi almış olan ya da kendi nüfusuna kaydedil
miş “ötekilere” hoşgörülü olabiliyor. Üstelik farklı ötekilere karşı hoşgörüsüzlük, onun için ahlaki bir yükümlülük de (Bauman, 1992, s. xiv). Örneğin Spinoza’ya kulak
verirsek, eğer ben doğruyu biliyorsam ve sen cahilsen, senin düşüncelerini ve yolunu değiştirmek benim ahlaki görevimdir, böyle yapmaktan geri durmak zulüm ve bencillik olur (Aktaran Bauman,
1992, s.xiv).2

Avrupalı sömürgecilerin sömürgeciliklerini anlaşılır kılmak ve haklı çıkarmak için sömürgeleştirdikleri ötekileri aslında adam ettiklerini, uygarlaştırdıklarını, kalkındırdıklarını, tarihin rayına oturttuklarını savunurken başvurdukları “beyaz adamın yük(ümlülüğ)ü” (white man’s burden) açıklaması bunun bir örneği (Shiva, 1993). Aynı şekilde ABD’yi kuranların Kızılderili ötekileri yok sayarakve yokederek Batı’ya ilerleyişini, (telos’u kaçınılmaz olan) “kaderin kendi omuzlarına yüklediği bir görev” (manifest
destiny) olarak açıklamaları da bir başka örnek (Stephanson, 1995).3

Kendi kendilerine böyle bir görev atfetmeleri onların Tarihin/Aklın öznesi olarak, yani hükümran özne olarak kurgulandıklarının bir başka göstergesi. Sonuç olarak modernizmin kitabında farklı olana hoşgörülü olmak, ötekini kendi haline
bırakmak, kendini ötekine, ötekiliğe açmak diye bir şey yok. Ötekini asimile etmek, evcilleştirmek,öteki olarak dışlamak, yoketmek var. Onun için modern olmak demek, sömürgeleştirmeye konumlanmış olmak demek de aynı zamanda ve bu bakımdan modernleşme tarihinin aynı zamanda bir emperyalizm ve sömürgecilik tarihi olmasında hiçbir şaşırtıcı anormallik yok.
Arif Dirlik’in (1996) de işaret ettiği gibi modernizm teleoloji üzerinde değil, öteki ve ötekilik üzerinde uygulanan bir zor üzerinde temelleniyor (p. 25). Ötekiyle olan ilişkinin böyle yazılışına bakarak modernizm metninin tekkültürel bir dokusu olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Modernist anlatıda tarihin bu tekçizgisel yönelimi, Adam ve Akıl’ın vahşilik, barbarlık gibi—modern olanın, yani şimdiye ait olanın gerisinde kalmış ötekilikleri ifade eden—engelleri aşarak hedefe doğru muzaffer ilerleyişini anlatmakta. Kimliklerini bu metne göndermeyle “modern” olarak yazanlar kendilerini Adam—yani Tarihin ve Aklın öznesi—olarak kuruyorlar ve kendi içlerindeki farklılıkları,
kendilerinin kendilerinden farklılığını ve başkalarının kendilerinden farklılıklarını ancak bu tekil ölçütün hiyerarşik dizinine oturtarak anlayabiliyorlar. Örneğin, “vahşilerin” ve “barbarların” halleri aklımın
yetmediği, bildiğimin ufkundan ötede olduğu için yeniden, baştan öğrenilmesi gereken, benim bildiğimi, aklımı, özellikle de öteki(ler) hakkında bildiklerimi gözden geçirmemi gerektiren, bir farklılık değil burada. Onlar eğer benim bildiğimden farklı olsalardı, onların farklılıkları bana yabancı olsaydı,
onların ötekilikleri bildiklerime de yabancı olacak kadar öteki olsaydı—ki öteki tam da bu demek değil mi?—onlar hakkında söyleyecek sözüm olamazdı, onları “vahşi” ve “barbar” olarak bilemezdim örneğin. Oysa modernist anlatıda onların kimlikleri çağdaş uygarlık ölçeğinde “uygarlığın kendi geçmişi” olarak her zaman zaten belirlenmiş ve “biliniyor.” Ders kitaplarının anlatıları bir yana, onların
öyle olduğunu biz sonradan onların “gerçeklikleriyle” karşı karşıya kalarak öğrenmiyoruz. Kendimizi kendimiz olarak bildiğimizden beri onların, bize öteki olanların gerçekliklerini “biliyoruz”.4

Modernist metne göre “gerçeği bilmek” böyle bir indirgemeyi işaret ediyor.
Kendimizin kendimiz olabilmesi için ötekinin gerekliliği, ötekinin kendiliğin varoluş koşulu olduğu anlamına gelir ve modernist metnin nesnellik anlayışını, yani şeylerin “kendi kendilerine yeterli, öteki ve ötekilik gerektirmeyen bir mevcudiyet halinde orada bulundukları” yolundaki görüşünü sorunlu kılar.
Ötekiyle olan zorunlu ilişkiyi bu mevcudiyet metafiziğiyle bağdaştırmak için ötekinin
sömürgeleştirilerek kavrandığını, zaten bilinene indirgenerek evcilleştirildiğini, tanınır kılındığını görüyoruz. Yani modernist metinde “öteki” evcil bir öteki olarak temsil ediliyor ve bu sahnelenme biçimiyle ötekiliği kalmıyor, bizim ötekilikten arınmış olduğunu düşündüğümüz kendiliğimizin kâr hanesine yazılan bir yardımcı mevcudiyete bürünüyor.
Bütün bunlardan yola çıkarak, öncelikle modernizmin bu dokunuşunun etnosantrik olduğunu, dünyayı hatta evreni etnosantrik olarak dünyalaştırdığını söyleyebiliriz.5

Ayrıca etnosantrizminin “ethnos”unu özgülleştirecek olursak da ilk çıkışında tamamen Avrupa merkezli olup, Avrupalıyı hükümran özne kıldığını, şimdilerde ise Batı ya da Kuzey merkezli, hatta giderek Uluslararası Şirket merkezli bakıp baktırdığını, bildiğini, yargıladığını, değerlendirdiğini saptayabiliriz.
İkinci olarak, modern olanı belirlemek için yapılan bütün o farktan arınmış tekillik ve bölünmez birlik bütünlük vurgulamalarına karşın, onun hala daha farklı olanla, ötekiyle kaçınılmaz bir ilişki içinde olduğunu saptayabiliriz. Bu saptamanın önemi şurada: öteki olanla ve ötekilikle olan ilişki, kendinin kendisi olabilmesi için zorunlu ve kaçınılmaz olduğu oranda ötekinin kendine dışsallığını savunmak
zorlaşır. Bu noktaya daha sonra döneceğim.

Bu iki saptama modernist anlatının, modern olanla modern olmayan arasında nasıl bir ilişki kurduğunun ipuçlarını da veriyor bize. Çağdaşlığın tekliği kendi içinde farklılığı dışladığı için,çağdaşlığın şimdisinde varolan farklar dışarıya, “şimdi“nin dışına, en sık yapıldığı biçimiyle “geçmiş”e
yansıtılıyor. Örneğin modernist söylencenin tarih ölçütüne başvurularak “geri,” “geleneksel” “ilkel” ya da “azgelişmiş” olarak temsil edilen çağdaşlarımız, geçmişten zaman makinasına binerek yanımıza gelmiş değiller, ancak onların bu çağın içinde en az bizimki kadar maddi, bizimki kadar gerçek
varlıklarına karşın, bu temsil onları çağın gerisine yansıtıyor. Üstelik teleolojik yönelimlerinden dolayı bütün çağların evrimi “bizim,” yani modern olanın, evrimi olarak düşünüldüğü için, farklı çağdaşlarımızın geçmişe yansıtılması onların bizim geçmişimize yansıtılması demek oluyor. Bu sayede modernist tarih ölçeğine göndermede bulunarak kendi kimliğini uygar olarak kurgulayanlar,barbar olarak yansıttıklarına “sen benim geçmişimdesin, ben senin geleceğinim” diye
hitabedebilmekte ve onlara kendi konumlarını hedefleyen adam-etme, uygarlaştırma, gelişme,küreselleşme reçeteleri sunabilmekteler.
Dolayısıyla ötekinin farklılığı bu söylencede hiçbir zaman bilinenden farklı, ona yabancı değil. Ötekinin farkı evcil bir kutupsal karşıtlığa başvurularak her zaman zaten biliniyor. Öteki yaban değil tanıdık,dolayısıyla onun farkı da evcil bir fark, evcilleştirilerek bilinen ya da basitçe bilinene indirgenerek anlaşılan bir fark.6

Dolayısıyla ötekinin farkı bilinenden yansıtma yoluyla kurgulanıyor. Yansıtmanın
kaynağı ise kendi bildiği: hem kendi kimliği olarak bildiği, hem de kendi kimliğinin dışsal karşıtı olarak kurgulayıp, kendi kimliğini kurmakta araç olarak kullandığı ötekinin zaten bilinen kimliği oluyor.Örneğin, belirli bir kesim, kimliğini ve düşüncesini “ilerici bir çağdaşlık” ve “evrensel Akıl” temelinde inşa edilmiş gösterebilmek için, farklı ötekini, diyelim postmodernizmi, Aklın evrenselliğini, gerçeğin berraklığını ve Adam’ın ilerleyişini dışardan, hatta geçmişin geriliğinden tehdit eden vahşi ve barbar bir akılsızlık olarak kurguluyor. Buna ilişkin örnekleri daha sonra ele alacağım.
Burada, ötekinin bilinmesinde, genellikle Hegelci diye adlandırabileceğimiz, diyalektik bir ben/öteki ilişkisi söz konusu (İlter, 1994). Dünyanın diyalektik kurgulanışında öteki, ben’in ya da kendi’nin benleşmesi/kendileşmesi sürecinde gerekli ve geçici bir yabancılaşmayı ifade ediyor. Burada yabancılaşmanın ötekiliği ben’in benleşmesine içkin. Diyalektiğin teleolojisi ötekiliği sömürgeleştirip
asimile ederek onu ben’in gelişmesinin bir aracı olarak kurguluyor. Ötekinin ben’in benleşmesine içselliği nedeniyle, öteki her zaman zaten tanıdık ya da bildik bir şey. Bu nedenle Gayatri Spivak(1988) bu süreci “ötekinin asimilasyon yoluyla tanınması” olarak betimliyor (s. 292). Sonuç olarak dünyanın “dünyalaşması,” yani dünya olarak bilinmesi, etnosantrik bir temsil ya da sahneye koyma yoluyla gerçekleşiyor.

Bu modernist anlatıya göre ben’in yabancılaşması, kendinden farklılaşması, bölünmez bir birlik ve bütünlük içinde yansıtılan kimliğinin sorunlu kılınması anlamına gelmiyor. Tersine, kimliğinin birlik ve bütunlük içinde kurgulanmasının bir aracı oluyor. Diyalektik gelişim sürecinde ben’in kimliği yabancılaşma, ötekileşme ertesinde birliği ve bütünlüğü daha da güçlenmiş, daha da üst bir düzeye
ulaşmış olarak kurgulanıyor. Bu süreç ötekinin aynı’ya indirgenerek anlaşıldığı, ben ve öteki ilişkisinin bir aynılık ekonomisi içinde düzenlendiği bir süreç (Levinas, 1969, s. 43). Burada ötekilik ben’e öteki olmayıp onun özel bir ötekisi, ona özel, onun nüfusuna kayıtlı ya da mülkiyetinde olan, evcil bir başkalık.

Özet olarak, ötekinin bilinmesi ötekiliğin bildiğimizin birlik ve bütünlüğü içinden yansıtılması ve ötekinin bir Prokrustes yatağına yatırılması yoluyla oluyor.7
Yani ötekinin bilinmesi onun bu çeşit bir“indirgemeyle,” “epistemik şiddet” uygulanarak bilinene uydurulması, “kuşa benzetilmesi” ya da “Adam edilmesi” yoluyla oluyor (Shiva, 1990). Ötekiliğin diyalektik gelişme sürecine içkin olması her türlü
farklılığı ben’in gelişme “telos”una yani hedefine uyruk kılarak, modernizmin evrensellik iddiasına da dayanak oluşturuyor.
Ayrıca, “bütünsel bir birlik” içinde kurgulanan bu çağdaşlık anlayışı karşıtını da sömürgeleştirip içkinleştirdiğinden ona kutupsal bir karşıtlık içinde karşı çıkmak da olanaksız. Bu saptama önemli,çünkü bizi tam da kutupsal karşıtlık olarak anlaşılan eleştiri anlayışlarını tekrar gözden geçirmeye davet ediyor.
Benzer şekilde, modernist anlatıda “çağdaşlık” teleolojik tarih ölçeğinde her zaman geçmişin varacağı yer olarak kurgulandığı için, yani onun “şimdi”sinin hep ötekilerin geleceği olduğu alınyazımız olarak yazıldığı için ve yalnızca tek bir zaman, tek bir şimdi olduğu resmedildiği için, gelecek hiç bir “şimdi”de
onun hükümranlığından kurtulmak da olanaklı değil. Dolayısıyla, postmodern’i basitçe modern’in karşıtı olarak ya da tarih ölçeğinde bir dönem olarak modern’den sonra gelen basamak olarak düşünmek, onu moderne bir seçenek kılmaz, tersine onu modernin bütünsel birliğine uyruk kılar.

Oysa, tedavüldeki bir çok postmodern tanımlamaları, açıklamaları, postmodern’in modern’e olan ötekiliğini tam da böylesine evcilleştirerek, yani ya modernin kutupsal karşıtı olarak ya da çağdaşlığın evrimi demek olan Tarih’in gelinen son aşaması olarak temsil etmekte.Postmodernizm Kimi akademisyenler postmodernizmin modernist kurguya göre yabanlığını evcilleştirmeyi ve onun düzen bozucu etkilerini bertaraf edip çağdaşçı evi yeniden düzene koymayı kendilerine iş edinmiş
görünüyorlar. Onların yaptıklarının çeşitli anlatımları, yukarda değindiğim sömürgeci bakış açısını açıkça sergiliyor.
Örneğin, yayıncısı, Postmodernism and the Social Sciences adlı çalışmanın yazarı Pauline Rosenau’un yaptığı işi şöyle tanımlıyor: “Rosenau postmodernistlerin dünyasına sefere çıkıp onların dilini bizim için tutsak aldı.” Benzer şekilde Steven Best ve Douglas Kellner’in yazdıkları Postmodern Theory: Critical Interrogations adlı kitabın kapağında bir eleştirmen, “postmodernizm cangılı”na sefer yapıp eleştirel yargılarını yitirmeden dönen ve Foucault, Derrida, Baudrillard, Habermas, Lyotard ve başkalarının oluşturduğu “bataklıklara, piranha yataklarına ve labirentlere” bizim için bir “kılavuz”hazırlamış olan yazarları sömürgeleştirme çabalarında benliklerini unutup yerlileşmedikleri için övmekte (Aktaran İlter, 1994).
Oryantalizm adlı öncü çalışmasında Edward Said (1979) Batılılar için Doğu’yu oluşturan, onların Doğu’yu Batı’dan ontolojik ve epistemolojik olarak ayrı bir varlık olarak anlamalarına ve bu anlayışın sonucunda sömürgeciler, gezginler, araştırmacılar ve sanatçılar tarafından keşfedilmeyi bekleyen bir yer olarak belirleyen, tam da yukardaki gibi yapılan “öteki” temsillerini, kurguları inceliyor.
Benim bu noktada vurgulamak istediğim, yukardaki örneklerde bize sunulan “postmodernizmin” de aynen oryantalizmin ürettiği “Doğu” gibi bir üretim/uydurma/yaratma/yansıtma olduğu ve postmodernizmi modernizmin dışsal karşıtı olarak betimleyen bu anlatımların kendi ötekiliklerini dışa yansıtarak ve ötekini evcilleştirme yoluyla kendi kimliklerini merkezileştirerek, farktan ve ötekilikten,
yani dışarı’nın bulaşıklığından arınmış bir birlik ve bütünlük içinde kurgulamak isteyenlerin temsilleri olduğu. Dolayısıyla modernist anlatı modernin kendi kimliğini bölünmez bir birlik olarak kurduğu için,ötekisi olarak postmodernizmi de aynı modernist yansıtmayla bütünsel bir birlik haline getiriyor (İlter,1994, s. 55).

Modernistlerin oryantalist derlemelerinde Postyapısalcılık, Yapısökümü, Fransız Feminizmi, LacancıPsikanaliz, Foucaultcu Söylem Çözümlemesi, Postmarksizm, Rorty’nin Söyleşiciliği, Postkolonyal Kuram ve Kültürel Çalışmalar gibi çeşitli ve farklı estetik, kuramsal ve hatta siyasal konumlar postmodernizm tanımında
birleştirilmekteler (İlter, 1994).Bu bakımdan postmodernizm hakkındaki bilgilerini Best ve Kellner ile Rosenau gibi yerlileşmedikleri için övülen, onun için de güvenilir olduğu iddia edilen kılavuzlardan alanlar için, Judith Butler’ın (1992)
da işaret ettiği gibi, “Fransa’da Lacancı psikanalizin kendini resmen postyapısalcılığa karşı konumlandırdığını, Foucaultcuların Derridacılarla pek ender geçinebildiğini, Kristeva’nın postmodernizmi yerdiğini, Cixous ile Irigaray’ın temelden karşıt olduğunu, Derrida’nın sorunlu bulduğu için postmodern terimini hiç kullanmadığını” (s. 4) öğrenmek şaşırtıcı gelecektir.

Arif Dirlik’in (1996)deyişiyle “postmodern modernist teleolojiye çeşitli karşı çıkışları niteleyen gevşek bir terimdir ve postmodern betimlemesi bu karşı çıkanların kendilerini illa öyle tanımladıkları için değil, böyle her türlü
karşı çıkışın postmodern bir bilincin oluşumuna katkısından dolayıdır” (s. 24). Yani öyle postmodern diye farktan arınmış bir birlik ve bütünlük söz konusu değil. Ancak postmodernizmin bölünmez birliğinin modernist bir yansıtmanın sonucu olduğuna dikkat ettiğimizde, böyle bir iddia şaşırtıcı olmaktan çıkar.

Postmodern’in dışsallaştırılıp ötekileştirilmesi, aslında modernin kendi içindeki farkın ve ötekiliğin bir dışsallaştırılması, dışa yansıtılması. Modernist kendini farktan ve ötekilikten arındırmak istiyor ki,Adam/Akıl/Tarih’in birliğini ve evrenselliğini savunabilsin. Yoksa kendi söyleminin yerelliğini,dünyalılığını ve çeşitli söylemler arasında bir söylem olduğunu, tarih ve gerçek diye sunduğunun
kültürel bir temsil,—her yere ve zamana hükmettiği yolundaki kibirine bakarsak da—bir kuyruklusöylence olduğunu kabullenmek zorunda kalacak.

Postmodernin modernist bir temsil yoluyla birleştirilip bütünleştirilmesinin belki de en yaygın örneği,onu tarihin ilerleyişi içinde dönemleştirmek gibi görünüyor. Örneğin, basitçe şimdi postmodern çağda olduğumuzun savunulması bizi modernist ilerleme anlatısının “ilkçağ-modern öncesi-modern-postmodern” diye ardarda sıralanan teleolojisine gönderir. Yani, dönem olarak öncekinden ayrılan bir postmodern anlayışı tastamam modernist bir anlayıştır (Lyotard, 1992, s. 76).
Ayrıca modern sözcüğü içinde bulunduğumuz çağı, “şimdi”yi, şimdiki zamanı anlatan bir terim olduğu için—modernin “şimdi”yi nasıl sahiplendiği üzerinde durmuştuk—şimdi artık postmodern çağdayız demek mantıken de tutarlı olmuyor. Bir başka tutarsızlık da şurada: Postmodernizmi eleştiren kimi yazarlar onun günümüzün, çağımızın statükosunu temsil ettiğini düşündükleri için eleştiriyorlar.Oysa John Storey’in (2001) de işaret ettiği gibi postmodern kavramının günümüz postmodern anlayışlarının
oluşumuna katkıda bulunan ilk örneklerine baktığımızda, örneğin, Susan Sontag ve Leslie Fiedler’in sözcüğü erken 1960’larda modernizmin avangard devriminin kanunlaşmasına (canonization),standartlaşmasına, resmileşmesine, statükoya dönüşmesine başkaldıran bir duyarlılığı anlatmak için kullandıklarını görüyoruz (s. 147). Yani postmodern sözcüğünü statükoyu, şimdinin statükosunu ifade eden bir terim olarak değil, ona başkaldırı duyarlılığını ifade eden bir terim olarak kullanıyorlar.
Günümüzde postmodern sözcüğü altında derlenen yaklaşımların bir ortak noktası işte, statükoya karşı olan bu duyarlılık.
Postmodern, ya da daha belirgin olarak yapısökümcü (deconstructive) bir açıdan baktığımızda,postmodern moderne dışsal, bulaşıksız bir karşıtlık ilişkisi içinde olamaz. Aynı şekilde, kronolojik bir düzen içinde böylesi bulaşıksız, kendinden referanslı kimliklerin sıralanmasını da ifade edemez.

Modern ile postmoderni ayırdetmemizi sağlayan sınır her zaman zaten onların birbirlerinde olankökleriyle bulaşıktır: Aynı anda hem onun hem ötekinin ve ne onun ne de ötekinindir. Kimliği belirleyebilmek için sınırın elzem olması, yani kimliğin var olabilmesi için gerekli olanın yazılan/çizilen bir sınır olması, modernizmin etnosantrizmini yapısökümüne uğratan bir ipucu da verir: Etnosantrizmin
merkez vurgusuna karşılık bu merkezin o(luşturu)labilmesi için sınırın, yani merkezin kendi zıddı olarak dışlayıp önemsizleştirdiği kenarın, kıyının, ucun ne kadar önemli olduğunu, marjinalin merkezden nasıl daha merkezi olduğunu görmemizi sağlayan bir ipucu. Modernizmin dünya ve evren dokumasının dokusunu, bu dokuyu bir arada tutan(lar)ın ne olduğunun izini sürmemizi sağlayabilecek bir ipliğin görünürdeki ucu.
Dolayısıyla “postmodern” bizi modern’in dışına değil onun içindeki farklılığa, onun aynılık ekonomisindeki bir taşkınlığına, aynılığa indirgenemeyen, asimile edilemeyen ötekiliğine, modern’in kendi yerinden oluşuna, kendi kendinden farkına işaret eder (İlter, 1994). Postmodern’in o bize kılavuzluk ettiği söylenen seferiler tarafından zaptürapt altına alınmaya çalışılan yabanlığı tam da bizim kendimizi yabandan en uzak, seferde olmadığımız, en evimizde, modernin içinde güvende hissettiğimiz yerde apansız karşımıza çıkan, tanıdık olanı tuhaf ve yabancı kılan, modernin kendi
tekinsizliğidir (Freud, 1955). Bu da tabii moderni yukarda değindiğim modernist, Aydınlanmacı tanımlamaların şekillendirmelerine taşkın olarak yeniden kurmamıza, yeniden anlamamıza yol açar.
Örneğin Jean-François Lyotard’ın (1984) belirttiği gibi, “postmodern kuşkusuz modernin bir parçasıdır.

Postmodernizm modernizmin sonunda değil doğuşundadır ve bu durum süreklidir” (s. 79).
Postmodern eleştiriler ötekiliği ve farkı modernin kendi içinde bularak, bir yandan çağdaşlığın zamansal ve mekansal sınırlılığını, kendi kendine yeterli olamayan parçalılığını ve onun evrensellik savlarının böyle sınırlı bir içselliğe özgüllüğünü açığa çıkarmaktalar. Diğer yandan da modernin, içinde yaşadığımız şimdinin, farktan arınmış bir bütünlük içine kapatılması çabalarına karşılık yeni, radikal-demokratik açılımlarına, yeniden doğuşlarına olanak vermekteler. İçerideki ötekiliğe tahammülü
olmayan bölünmez birlik-bütünlük kurgusunun bastırdıklarının “Tarihin” atığı olmayıp, zor ve şiddet mağduru olduklarının bilincine varmalarına ve kendi, “Adam edilmemiş” seslerini ya da adam edilmişliğin içindeki öteki sesi bulmalarına olanak tanımaktalar.

Postkolonyalizm

Biraz farklı bir açıdan yaklaştığımızda postmodernizm, Robert Young’un (1990) deyişiyle, “bir kültürün kendi tarihsel göreliliğinin bilincine varmasıdır ki, bu da bize onu [postmodernizmi] eleştirenlerin neden Batılı tarih anlatılarının mutlaklığına olan güvenin yitmesinden bu kadar şikayetçi olduklarını açıklar”
(s. 19). İşte bu güven yitimi bir başka postmodern tanımını daha ortaya çıkarıyor: “Üst anlatılara inançsızlık” (Lyotard, 1984, s. xxiv). Burada önemli olan basitçe üst ya da alt, büyük ya da küçük anlatılara ilişkin bir güven sarsılması değil. Modernist anlatıların işaret ettiği telos’a, bizim o anlatıda
sözü edilen “ilerleme,” “gelişme” gibi “yapılması gerekenlere” uyrukluğumuzu zorunlu kılan teleolojiye olan inancın yok olması ve modernizmin teleolojiye değil zora dayalı olduğunun görülmesi. Teleolojik garanti olduğu sürece ayağını yere sağlam bastığını, sağlam bir yere bastığını düşünürken, bastığı yerin tekinsiz olduğunun, yer diye bildiğinin altındaki boşluğun farkına varmanın getirdiği bir inançsızlık
bu.

Zygmunt Bauman (1992) sonradan modern diye anılacak olan toplumun ortaya çıkışının da böylesi ürküten, vertigo ya da boşluk korkusu yaratan bir keşfin, o zamana kadarki inancın yaslandığı teolojik temelin altının boş olduğunu keşfetmenin bir sonucu olduğunu savunuyor (s. xi). Biraz daha çarpıcı olarak,
Nietzsche’nin “Tanrı’nın öldüğünü” duyurmasını örnek verebiliriz. (Burada Lyotard’ın modernin önce postmodern olması gerekir deyişini bir kez daha hatırlayalım.) Bu güven sarsıcı keşfe göre biz toplumu ve dünyayı düzene koymazsak, onun kendiliğinden düzene gireceği yoktu, her şeyin önceden belirlenmiş bir yeri yoktu, dünya basbayağı belirsiz ve kaotik bir yerdi. Modernizmin bu şok eden keşfe yanıtı baştan beri izini sürmekte olduğumuz modernist teleoloji oldu. Düzeni biz kuracaktık. Eğer biz
çaba göstermezsek düzen kendiliğinden kurulmayacağından hiç yorulmadan çok çaba göstermemiz,azimli olmamız ve yılgınlığa kapılmamamız gerekiyordu. Yoksa “bitmemiş bir proje” olarak kalacaktı.

Yarın da bitecek gibi gözükmüyordu. Hatta onyıllar sonra, yüzyıl(lar) sonra da bitmeyebilirdi, ama biz azimli olup yılgınlığa kapılmaz ve çabamızı sürdürürsek biteceğinden kuşkumuz olmaması gerekiyordu. Bauman (1992) modernizmin daha önce değindiğimiz o misyonerce görev bilincini ve yükümlülük anlayışını işte bu boşluk korkusuna ve bu korkudan dolayı boşluğun üstünü örtme çabasına bağlıyor ki bunu “rahatsızlık veren ve istenmeyen pislikleri halının altına süpürmek” diye de
okuyabiliriz (s. xvii).

Boşluğun kaosuna çözüm olarak düşünülen “düzen” ve düzeni kurma yolundaki muzaffer
başarılarımızın tanığı olarak “ilerleme”nin modernizmin en önemli kavramlarından olması bu bakımdan çok anlaşılır. Sadece Batı’da değil, Batılının hükümran özne olarak yazıldığı metinden kendine biçilen “öteki” kimliğini de okuyup kendini Avrupalı bakışıyla gören ülkelerde de böyle olduğunu görüyoruz. Örneğin Osmanlı İmparatorluğu’nu çağdaşlaştırma misyonunu üstlenen Genç Türkler’in partisinin adı “İttihat ve Terakki” (Birlik/Düzenlik ve İlerleme) olduğu gibi, hemen hemen aynı
sözcükler (Ordem e Progresso) Brezilya bayrağında da yer alıyor. Modernist anlatıya göre her şeyin ilerleme rayına girip yerli yerine oturduğu düzende yerli yerine oturmayan, aynı hedefe yönelmeyenlerin yeri olmadığını daha önce açıklamıştık. Bu nedenle böylesi yoldan sapmış fark ve ötekiliklerin, Bauman’ın deyimiyle “düzen ve ilerleme ordusundan şerefsizce ihraç” edilmeleri gerekiyordu (1992, s. xiv).

Postmodernin ifade ettiği inançsızlık işte bu modernist düzene-koyma,
kuşa-benzetme, Adam-etme misyonuna ve bu ihracın gerekliliğine, olabilirliğine ilişkin bir inançsızlık.

Kimi modernistleri postmodernizme zaman zaman kendilerini kaybedecek denli saldırgan kılan da postmodernlerin bu doğru-inanç yoksunu kâfirlikleri, ötekilikleri.
Bu bakımdan postmodernizm, kendi öteki kimliklerimizi de içinden okuduğumuz Avrupa-Amerikan,Batı/Kuzey kültürünün artık sorgulanamaz bir egemenlik içinde dünyanın merkezi olmadığının bilincine varılmasıdır diyebiliriz. O haliyle de Jacques Derrida’nın (1976, 1978, 1982) “Batı metafiziği”ve “fallogosantrism”(8)diye betimleyip “kendini dünya’ya zorla empoze etmekte olan en orijinal ve güçlü
etnosantrizmden başka bir şey olmayan” diye açımladığı dünya ve gerçeklik temsillerinin sömürgeciliğinin, yani kendini hükümran özne, ötekini uyruk kılan kurgunun sökümünü içermektedir.

Modern diye anılan toplumların modernleşme süreçlerinin aynı zamanda bir emperyalizm ve sömürgeleştirme süreci olduğuna daha önce değinmiştik. Yukarıda ele aldığımız konuların ışığında bu bize başka önemli bir ipucu daha veriyor. Modernlik sadece Avrupa’da, Batı’da, Kuzey’de gözlenebilir bir şey değil. Dünyada bugün genellikle onun dışında olarak, onun modern olmayan dışsallığı olarak sunulan oluşumlar da modernizmin bir sonucu. Örneğin bugün “Üçüncü Dünya” diye adlandırılıp modernleşme ölçeğinde aşağılara yerleştirilerek, olsa olsa “gelişmekte olan” diye nitelendirilen
ülkelerin hemen hepsi de eski sömürgeler. Onların “az” gelişmişliği kendi ontolojik olarak farklı,yabani, geleneksel, “Doğulu” ötekiliklerinin bir sonucu olmayıp, tersine, sömürgeleştirilmelerinin,çağdaşlaştırılmalarının bir sonucu. Gayatri Spivak’in (1988) işaret ettiği gibi, “Batı’nın kendine yeterli
bir bütün olarak betimlenişine kanmak, onun emperyalist tasarı tarafından üretilişini gözardı etmektir”(s. 291). Salman Rushdie’nin (1989) Satanic Verses kitabındaki Whisky Sisodia karakteri “İngilizlerin sorunu, kendi tarihlerinin denizaşırı gerçekleşmiş olması, onun için ne anlama geldiğini bilmiyorlar”
derken anlattığı da bu (s. 343).

Sömürgelerinin, yani ötekilerinin tarihinden bağımsız bir “İngiliz” tarihi
olmadığı gibi öyle bir modernlik tarihi de yok. “Postmodern, modernin içindeki farka işaret eder”derken kastedilenin bir boyutu da işte bu.
Aynı ilişki eski sömürgelerin sömürgeci efendilerinden bağımsızlıklarını kazanmış oldukları, onun için de artık sömürge olarak değil de “Üçüncü Dünya” olarak anıldıkları günümüzün “postkolonyal” dünyası için de geçerli. Postkolonyal sözcüğü modernist dönemselleştirme temsilinde olduğu gibi sömürgeciliğin artık olmadığı, sömürgeciliğin sonrasına geçtiğimiz bir dönemi anlatmıyor, anlatamıyor.

Bir defa - sömürgeciliğe karşı verilen savaşların, savaşımların kazanımları hakkındaki görüşlerimizi saklı tutmak kaydıyla - “Uyruk Çalışmaları” (Subaltern Studies) yapan Ashis Nandy (1983) ve Partha Chatterjee (1993) gibi araştırmacıların da işaret ettikleri gibi, sömürgecilere karşı verilen bağımsızlık savaşlarının ulus-devlet milliyetçiliği gibi sömürgecilikten “türevsel” (derivative) bir metin yazımıyla gerçekleştiğini not etmek zorundayız. Karşı çıkanın sömürgeciliğin
değerlerini içselleştirdiği,dolayısıyla modernizmin hükümran öznesi nezdinde kabul gören, tescilli, icazetli bir bağımsızlık söz konusu olan. Hükümran özne için hiç de yabancı olmayıp, tanıdık bir metin. Milliyetçilik içeride fark tanımaz bir birlik-bütünlük ideolojisi olduğu için bu bağımsızlığın yeni ulusun içindeki farklılıklar
üzerindeki, asimilasyon yoluyla tanımadan yok sayma ve yok etmeye kadar dizi dizi sömürücüuygulamalarını kayda düşmüş, yeterince bilgimiz var (Bakınız, R. J. C. Young, 2001).

İkinci olarak bu “postkolonyal” bağımsızlık, yeni ulusun dahil olduğu uluslar arası ve uluslar üstü ilişkilerin sömürgeci olmadığı anlamına da gelmiyor. Tam tersine onun, Spivak’ın (1988) deyimiyle,sömürgeci-sömürge ilişkisi benzeri bir “uluslararası iş bölümünde” sömürülen olarak yer alması demek oluyor. İyice günümüze getirdiğimizde, örneğin bir tarafta “herkesin yapabileceği” mal üretimi
gibi işlerle artık uğraşmayıp marka (brand) denilen bir kimlik ya da kavramsal-eklenecek-değer(conceptual-value-added) üretenlerle, onların bu kimliklerini -ekledikleri malları satılmadan önce üzerine değer eklenebilecek kadar ucuza üretmeyi marifet bilip çalışanlarını çalıştıkları halde yoksulluğa mahkum eden evcil, işbirlikçi ötekiler arasındaki uluslararası işbölümü gibi (Bakınız, Klein,
2000). Böylece “postkolonyal” bağımsızlığın tescillenmesi ya da aldığı icazet, büyük ölçüde bu tanıdık kendi-öteki ilişkisi metninin sorgulanmadan kabulünden kaynaklanıyor.

Üstelik hükümran öznenin giderek uluslarüstü bir beden bulup bireyselleşmesiyle(9)
bu bağımsız ulus-devletlerin daha da güçsüz, daha da uyruk kılındıklarını gözlemekteyiz. Uluslararası ilişkilerin uluslarüstü ve uluslariçi ilişkilerle kesişip eklemlenmesinden dolayı da yine sömüren-sömürülen,hükümran özne-uyruk öteki ilişkisini dışsal bir ilişki olarak görmek mümkün değil. Uluslararası ilişkilerde uyruk konumda olması gereken bir Üçüncü Dünya şirketi “Fortune 500” listesinde yer
alırken, Birinci Dünya’nın en gelişmiş ülkesi ABD’nin en varlıklı kentlerinde evsiz barksızlar çöplerden ve yardım kuruluşlarının sağlayabildikleriyle yaşamlarını sürdürmeye çabalıyorlar. Bunları bırakın,orada da asgari ücretle çalışanlar, yönetimin kendi belirlediği yoksulluk standardının altında yaşamak zorundalar. Yani bütün o şeytan-savma, onu dışarıya atma/yansıtma çabalarına karşın öteki yine
içeride, tekinsiz, kendimizi en evimizde hissettiğimiz yerde karşımıza çıkıveriyor.

Üçüncü dünyanın içinde bir Birinci Dünya, Birinci Dünyanın içindeyse bir Üçüncü Dünyanın yer aldığı karmaşık, melez bir dokuyla karşı karşıyayız.
Bu dokunun melezliğinden dolayı, ötekinin tekinsizliğinden dolayı, basitçe sömürgecilikle bulaşık olmayan bir ötekilik adına, kendi evinde olan bir yerlilik adına, hükümran özneye karşı çıkmak olası değil. Tekrar oryantalizm örneğine dönersek, uyruksal kurgulanışından dolayı, “Batılı çarpıtmalara”
karşıt olarak girişilen “gerçek olan Doğu” arayışları ve çeşitli amaçlarla dile getirilen “ötekini
konuşturmak” dilekleri, hiç de oryantalizme, onun ötekini “kuşa çevirmek,” “Adam etmek” yoluyla tanıyan sömürgeciliğine seçenek olmayıp, onu daha da güçlendirmekte. Rey Chow’un (1993) işaret ettiği gibi, oryantalizm ve yerlicilik (nativism) aynı paranın yüzünü ve tersini oluşturmaktalar (s. 6).

Jacques Derrida (1982) batı metafiziğini eleştirirken, bizim bir dünya haritası çıkarmak üzere kullandığımız Batı-Doğu, Uygar-Barbar gibisinden — birinci ögesinin ikincisi aleyhinde değerlendirildiği — ikili, kutupsal karşıtlıkları “beyaz mitoloji” diye tanımlıyor. Burada kullandığı “beyaz”terimi, yalnızca o metafiziğin model olarak sunduğu beyaz Avrupa-Amerikalılar’ın beyazlığına değinmekle kalmıyor. Aynı zamanda, temsil edenin kendisini ve temsil sahnesini yoklarmış gibi
sahnelemesini sağlayan “beyaz mürekkeple” yazmasına göndermede bulunuyor (s. 213).

Bu sayede biz örneğin modernleşmenin, ilerlemenin, gelişmenin dayattığı “alın yazımızın” kendini modern, yani hükümran özne olarak kurmak için bir iktidar mücadelesi veren Batılı’nın yazdığı, zaman ve mekanla sınırlı bir kültürel metin olduğunu göremediğimiz oranda, onu zaman ve mekanla sınırlı olmayan bir zorunluluk olarak yaşıyoruz. Üstelik bu mitolojinin beyazlığına, boş, yazısız bir yazı-tahtası
görünümüne kanarak onun “boşluğuna” yazanın sadece kendimiz olduğunu sanabiliyoruz, beyaz mürekkeple yazılmış, silinmiş, beyazlatılmış başka yazılar içerdiğini, hatta bizimkiyle aynı zamanda yazılan başka yazılar olduğunu, onun palimpsestik(10)yapısını “göremiyoruz”. Yani buradaki“göremememiz” belirli bir görmeyi, okumayı davet eden; yazılı, çizili, biçimlenmiş, şekil verilmiş bir“görüntünün” sonucu.

Beyaz mitin yazarı yerelliğin/yerliliğin bulaşıp kirletmediği bir evrensellik iddiasında bulunabilmek için(ki bu, örneğin, bilimsel “nesnellik”in de yaygın iddiası), “o yerde olmayan - o yerin yerlisi olmayan-yazmayan” maskesini giyip özgül bir zaman ve mekanla sınırlı olmayan, her şeyi gören, metafizik,Tanrısal bir saydamlığı üstleniyor. Bu bakımdan etnografik alan çalışması yapan bir antropolog için“yerlileşmenin” yapılmaması gereken bir yanlış ya da günah olarak görülmesi çok öğretici. “Yerli” bilen konumundaki hükümran öznenin bileceği, bildiği “nesne” olarak yazılıyor. Onun için antropoloğun kendini nesne-ötekiyle özdeşleştirmesi doğru olmuyor, ona olan “nesnel” uzaklığını koruması gerektiği düşünülüyor.

Trinh Minh-ha’nın (1989) antropolojiyi “öteki hakkında bizle biz arasındaki geçen bir
konuşma” olarak betimlemesi bundan dolayı (s. 65). Derrida yukarıdaki “mitoloji” betimlemesiyle,örneğin günümüzde “alan çalışmaları” diye tanınan çoğu çalışmanın yukarıda anlatageldiğimiz mitolojiden yansıtılmış oryantalizmini ve bunun yanısıra onların evrensel gerçekçilik iddialarına karşılık olarak da böylesi bir öte-dünyalılık taslamanın dünyasal, kültürel kurgusunu vurguluyor.

Gayatri Spivak (1988), “Can the Subaltern Speak?” (“Uyruk Olan Söz Sahibi Olabilir mi?”) adlı çalışmasında, hoşgörülü Batılı aydınların artık “ötekini” dinlemeliyiz, onun sesine kulak vermeliyiz diyen önerilerine yanıt olarak öylesi safkan, ontolojik olarak dışsal Doğu(lu) ve konuşan ötekilerin varlıklarını, “orda-olmayan, temsil-etmeyen maskesini giymiş Birinci Dünya aydınlarının bu kendilerini saydamlaştırma maskaralığına, yani maskeli temsillerine borçlu olduğuna işaret ediyor. Birinin, kendini Doğulu olarak tanımasının Batı merkezli bir temsil içinden yansıtılmasıyla mümkün olduğuna değinmiştik.

Bu sahnelemede Doğulu kimlik tanımlaması Batılı özneyi, onun bakışını hükümran
kılıyor. Doğulunun referansı, teleolojisinin telosu, hep Batı; onun için hep Batı’ya uyruk ve bu uyrukluk onun ontolojik varoluş biçimi. Bunun için, örneğin, modernleşme hep Batılılaşma olarak karşımıza çıkıyor. Dolayısıyla “Doğulu”nun konuşması demek, Batılıyı zaten Batılı bir projeksiyon olan “Doğu”hakkında bilgilendirmesi, ihbarda bulunması demek. Bu maskeli temsilde kendisine biçilen rol bir “yerli
bilgilendirici/ihbarcı”yı (native informant) oynamak (s. 292). Oyunun yazarı, hükümran özne Batı.
Onun için “Doğulu”nun konuşması bu oryantalist temsili sorunlu kılmıyor, tersine Batı’nın zaten bildiğini, Doğu’nun —kendisinin karşıtı olan — Doğululuğunu pekiştiriyor.
Spivak (1988) ayrıca Doğu’nun yerlisinin de, bir şekilde “temsil edildiğine” dikkatimizi çekerek, Birinci Dünya aydınlarını bilgilendiren yerli bilgilendirici/ihbarcıların ideal örneğinin nasıl “Yerli” seçkinler
olduğuna işaret ediyor (s. 284). Öteki’nin “öz-gerçekliği”ne çağrılar çıkarmak yerine, Spivak bizi,“Öteki’nin kurgulanış mekanizmasına” ve kendisine kâr sağlamak için Öteki’ni yalnızca evcil bir“araştırma nesnesi,” ya da “bilgilendirici/ihbarcı yerli” olarak gerçek kılarak yatırımda bulunan emperyalist tasarının merkezindeki “epistemik şiddete” dikkat etmeye çağırıyor (s. 293).

Modern olmak demenin hükümran özne olarak sömürgeleştirmeye konumlanmış olmak anlamına geldiğine ve modernleşme tarihinin aynı zamanda bir emperyalizm ve sömürgecilik tarihi olduğuna değinmiştik. Bu bakımdan “postmodern” başlıklı bölümün sonunda postmodern eleştiriler için söylediklerimi, bu eleştirilerin nasıl modernin radikal-demokratik açılımlarına olanak verdiğini,postkolonyal eleştiriler için de tekrarlayabilirim. Postkolonyal eleştiriler de “postkolonyal” diye adlandırılan içinde bulunduğumuz durumun kendi geleceğine, ötekiliğine, dolayısıyla yeniden, farklı doğuşlarına olanak vermekteler. Böylesi açılımların olabilmesi için de en başta bizim ötekini asimilasyon yoluyla tanımamızı sağlayan bilme biçimimizi sorgulayarak kendi kendimizi yeniden temsil etmemiz, yeniden dokuyup yazmamız gerekiyor — ki bilip evcilleştirdiğimiz ötekini ve onu evcilleştirerek sömürgeci iktidarını kurduğumuz benliğimizi kendi ötekilerine, kendi ötekiliğine
açabilelim. Böylelikle silip atmaya ve dışlaştırmaya çabaladığımız ötekinin tekinsizce her ortaya çıkışında onu bastırmaya çabalamanın yalnızca başkalarına değil kendi kendimize de zarar verdiğinin,dünyayı hepimize zindan ettiğinin de bilincine varabilelim.

Notlar:
(1)
Teslis Hristiyanlık inancında “Baba, Oğul ve Kutsal Ruh”un birliğini anlatıyor. Modernist düşünce devrimci bir kopuşla dinsel inanışları ve başka “hurafeleri” kendisinin ötekileri olarak geride, geçmişte bıraktığını, onların yerine Akıl’ı koyduğunu savunur. Ben burada teslis kavramını kullanarak modernist anlatının geçmişte bıraktığını iddia ettikleriyle nasıl bulaşık olduğunu göstermeye çalışıyorum. Bu bulaşıklığı ilerde, özellikle postmodernizmi tartışırken, daha açacağım.
(2)
Modern Avrupa’yı hazırlayan “fetih ve keşifler”den bu yana kullanılan keşif anlayışının nasıl keşfedilenleri yok saydığını ve onları “hiçkimse” olarak kurgulayışını inceleyen bir çalışma için bakınız
(İlter, 1992).
(3)
Burada ayrıca teolojik kader anlayışıyla teleolojik tarih anlayışının nasıl karşılıklı, metinlerarası referanslarla birbirlerine destek olduklarını da görüyoruz, ki bu da modern’in eskiyi devrimci bir kopuşla geride bıraktığı savını sorunlu kılan başka bir örnek.
(4)
Onun için, örneğin, Kristof Kolomb “Amerika”yı ve “Hintliler”i “keşfediyor.” “Amerika” fetihçi,sömürgeci Avrupalı denizcilerden birinin (Amerigo Vespucci ya da Americo Vespucio) adından yansıtma. Kolomb “Amerikan” yerlilerini “Hintli” diye tanımlıyor ki bu da, kendisinin Hindistan’a batıdanbir yol bulmak için yola çıkmış olmasından bir yansıtma.
(5)
Bilindiği gibi, etnosantrizm terimi ötekilerin, farklı insanların, kültürlerin, toplumların, toplulukların kendi insanının, kültürünün, toplumunun, topluluğunun standartlarına, ölçütlerine, değerlerine göre yargılanmasını, değerlendirilmesini, bilinmesini anlatıyor.
(6)
Nasrettin Hocaya bir gün “Hoca bak kuş” diye leyleği gösteriyorlar. Hoca kuşun ne olduğunu biliyor ama leyleği bilmiyor. Gösterenler “kuş” diye ısrar edince eline makası alıp leyleğin kendi bildiği “kuş”a denk gelmeyip öteki kalan upuzun gagasını, upuzun bacaklarını vb, keserek “Hah, şimdi kuşa benzedi” diyor. Bu öyküyü böylesi indirgeyici ameliyat gerektiren bilme biçimlerinin içerdiği “epistemik
şiddeti” resimlemekte yararlı buluyorum.
(7)
“Prokrustes yatağı” diye klasik Yunan mitolojisinin Prokrustes öyküsünü anmaktayım. Prokrustes tutsak edip soyduklarını, hadi konuk ettiklerini diyelim, yatağına yatırdığında yatağa uysunlar diye yatağın dışına taşan kısımlarını — örneğin, ayaklarını, başlarını — kesermiş ya da yatağa kısa geliyorlarsa onları yatağın boyutlarına uyana kadar “uzatırmış”. Bu da bir tür “Nasreddin Hoca’nın kuş
hikayesi” dersem performatif olarak da yapılanı örneklemiş olurum. İngilizcede bu tür şiddete dayalı indirgemeleri anlatan bir deyim olarak (Procrustean bed) halen kullanılmaktadır.
(8)
Batı metafiziğinin içerdiği, gerçeğin varolması için temsil ve aracı gibi ötekilere ihtiyacı olmadığını iddia eden mevcudiyet metafiziğini anlatmak için kullandığı “logosantrizm” ile onun erilliğini (Adam,Adamın hikayesi, Adamın aklı) anlatmak için kullandığı “fallosantrizm” sözcüklerinin bileşimi.
(9)
Bu uluslararası, uluslarötesi şirketler için kullanılan corporation nitelemesi corpus yani beden’den geliyor ve onlar eski şirketlerden farklı olarak hukuksal olarak da sorumlu bir birey, bir özne sayılıyorlar.
(10)
Palimpsest: Birçok defa kullanılan, öncekilerin kısmen ya da tamamen silindiği yazı ya da resim tahtası.

Kaynakça:
Bauman, Z. (1992). Intimations of Postmodernity. London ve New York: Routledge.
Butler, J. (1992). "Contingent Foundations: Feminism and the Question of 'Postmodernism',"
Feminists Theorize the Political içinde. Der., J. Butler ve. J. W. Scott, s. 3-21. London ve New York:
Routledge.hatterjee, P. (1993). Nationalist Thought and the Colonial World: A Derivative Discourse.Minneapolis: University of Minnesota Press.
Chow, R. (1993). Writing Diaspora: Tactics of Intervention in Contemporary Cultural Studies.
Bloomington ve Indianapolis: Indiana University Press.
Derrida, J. (1976). Of Grammatology. Çev., G. C. Spivak. Baltimore ve London: The Johns Hopkins University Press.
Derrida, J. (1978). Writing and Difference. Çev., A. Bass. London: The University of Chicago Press.
Derrida, J. (1982). Margins of Philosophy, Çev., A. Bass. Chicago: The University of Chicago Press.
Dirlik, A. (1996). "Global in the Local," Global/Local içinde. Der., R. Wilson ve W. Dissanayake, s. 21-45. Durham ve London: Duke University Press.
Freud, S. (1955). "The Uncanny (1919)," çev., A. Strachey, The Standard Edition of the Complete
Psychological Works of Sigmund Freud içinde. Der., J. Strachey. cilt XVII, s. 217-256London: The Hogarth Press.
İlter, T. (1992). "The White Mythology of Discovery," Rediscovering America 1492-1992: National,Cultural and Disciplinary Boundaries Re-examined başlıklı konferansta sunulan bildiri. Louisiana State University, Baton Rouge, Louisiana, 27-30 Şubat.
İlter, T. (1994). "The Unassimilable Otherness of the 'Post' of Postmodern and the Radicality of Radical Sociology," Critical Sociology, 20(2), s. 51-80.

Page 14
Küresel İletişim Dergisi, sayı 1, Bahar‐2006
14
Klein, N. (2000). No Logo. London: Flamingo.
Levinas, E. (1969). Totality and Infinity: An Essay on Exteriority. Çev., A. LIngis. Pittsburgh: Duquesne University Press.
Lyotard, J.-F. (1984). The Postmodern Condition: A Report on Knowledge. Çev., G. Bennington ve B. Massumi. Minneapolis: University of Minnesota Press.
Lyotard, J.-F. (1992). The Postmodern Explained: Correspondence 1982-1985. Çev., B. M. Don Barry, Julian Pefanis, Virginia Spate, ve Morgan Thomas. Minneapolis ve London: University of Minnesota Press.
Minh-ha, T. T. (1989). Woman, Native, Other: Writing Postcoloniality and Feminism. Bloomington ve Indianapolis: Indiana University Press.
Nandy, A. (1983). Intimate Enemy: Loss and Recovery of Self Under Colonialism. Delhi: Oxford University Press.
Rushdie, S. (1989). The Satanic Verses. New York: Viking.
Said, E. (1979). Orientalism. New York: Vintage Books.
Shiva, V. (1990). "Reductionist Science as Epistemological Violence," Science, Hegemony and Violence içinde. Der., A. Nandy, s. 232-256. Delhi, Bombay, Calcutta, Madras: Oxford University Press.
Shiva, V. (1993). "Decolonizing the North," Ecofeminism. Der., M. Mies ve V. Shiva, s. 264-276.
London ve New Jersey: Zed Books.
Spivak, G. C. (1988). "Can the Subaltern Speak?" Marxism and the Interpretation of Culture içinde.
Der., In C. Nelson ve L. Grossberg, s. 271-313. Urbana ve Chicago: University of Illinois Press.
Stephanson, A. (1995). Manifest Destiny: American Expansion and the Empire of Right. New York: Hill and Wang.
Storey, J. (2001). Cultural Theory and Popular Culture. London, New York: Prentice Hall.
Young, R. (1990). White Mythologies: Writing History and the West. London ve NewYork:
Routledge.
Young, R. J. C. (2001). Postcolonialism: An Historical Introduction. Oxford: Blackwell Publishers.
Yazar hakkında
Doç.Dr. Tuğrul İlter, lisans eğitimini Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nde tamamladıktan sonra Ankara ve Hacettepe Üniversitelerinde yüksek lisans, Oregon Üniversitesi’nde doktora yaptı. Ortadoğu Teknik Üniversitesi, Oregon Üniversitesi ve Wayne State Üniversitesi’nde dersler verdi. Halen Doğu Akdeniz Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde öğretim üyesidir. Dr. İlter’in akademik ilgi alanları arasında küreselleşme, küresel iletişim ağları, halkla ilişkiler ve reklamın toplumsal ve çevresel sonuçları ve etiği, siberuzay, sanal gerçeklik, hipermetin, medya ve demokrasi, düşünsel mülkiyet hakları, ben-
öteki ilişkileri ve iletişim etiği bulunmaktadır. tugrul.ilter@emu.edu.tr

Küresel İletişim Dergisi, sayı 1, Bahar‐2006
Doğu Akdeniz Üniversitesi İletişim Fakültesi