3 Şubat 2008 Pazar

BİR DİN MÜHENDİSLİĞİ PROJESİ OLARAK "EURO-İSLAM"

Ahmet Cemil Ertunç



Özellikle son birkaç yıldır, ABD'den veya Avrupa'dan gelen İslam'la ilgili bazı haberler gündemde önemli bir yer tutmaya başladı. Bunun en son örneklerinden birisini, Müslüman geleneğine aykırı şekilde, bir kadının imamlığında kadın-erkek yan yana saf tutmuş ve üstelik aralarında 'tesettür' şartına uymayan kadınların da bulunduğu bir grubun 'cuma namazı' kılmaları oluşturdu.

ABD'deki 'Muslim Wake Up' (MWU) isimli sivil toplum örgütünün girişimleriyle uygulamaya konan bu namaz kılma 'eylemi', üstelik bir mescitte değil, bir katedralde; St. John The Divine Katedrali'nde gerçekleştirildi.

Bunun yapılmasındaki amaç nedir?

Bu yapılanla, namazla ilgili 'yanlış' olduğu düşünülen geleneksel bir uygulamanın 'doğru'sunu göstermek mi amaçlandı, yoksa daha başka amaçlar mı taşınılıyor?

Bu, İslam'la ve İslam'ın gerekleriyle ilgili son zamanlarda daha sıklıkla şahit olunan bazı düşünceleri ve uygulamaları doğru anlayabilmek için muhakkak sorulması ve dikkate alınması gereken önemli bir sorudur. Zaten bu yazı da ilgili soruya cevap bulma çabasının bir ürünüdür. Fakat, ilgili sorunun asıl cevabını makalenin ileri sayfalarına bırakarak, söz konusu 'namaz'la ilgili kısa bir değerlendirme yapmakta fayda var. Çünkü bu 'eylem', bizleri asıl cevaba ulaştıracak hareket noktası niteliğine sahiptir. Söz konusu 'eylem' bağlamında öncelikle dikkat çeken şeylerden birisi, namazın cemaatle kılınışının geleneksel biçimini yanlış bulan ve Müslümanların bundan böyle kadın imamların arkasında, modeli sunulan tarzda namaz kılabileceklerini savunan derneğin isminin mesaj taşıyan bir anlama sahip olmasıdır. Derneğin ismi 'Müslüman kalk/uyan!' dır. Bu 'kalk/uyan' çağrısının, ABD'deki Müslümanlara, kendilerini kuşatan ekonomik, toplumsal, siyasi, askeri... sistemle ve uygulamalarla ilgili bazı yanlışlara tepkide bulunmaya çağrı olmadığı, söz konusu 'namaz'a imamlık yapan Prof. Amina Wadud'un bir açıklamasından açıkça anlaşılıyor. Wadud, sözcülüğünü yaptığı ve eylemlerinden birisini uygulamaya aktardığı 'Amerikan İslamı'nın mevcut İslam anlayışlarının en doğrusu olduğunu ifade etmiştir. Onun bu iddiası, 'kalk/uyan' çağrısının tamamıyla, Müslümanların geleneksel inançlarına ve bu inançlarının gerektirdiği uygulamalara uymamaya yönelik bir çağrı olduğunu göstermektedir. Söz konusu çağrı ile 'Amerikan İslamı' ismine sahip, İslam görünümlü bir din inşa etmenin amaçlandığı anlaşılmaktadır.


Elbette ki, Müslüman geleneğinde yanlışlıklar olabilir; 'doğru' bilinen bazı şeylerin 'yanlış' veya 'yanlış' bilinen bazı şeylerin 'doğru' olması her zaman söz konusudur. Hiçbir gelenek için bunun aksi iddia edilemez. Üstelik bu, Müslümanların gündeminde her zaman yer bulmuş önemli konulardan birisidir. Oldukça köklü bir geçmişe sahip olan 'ihya' hareketleri bunun sonucudur. Çünkü, bir gelenek, her şeyin doğrusunu bilen seçkinlerin ürünü değil, tüm toplumun; cahil halkın da dahil olduğu tüm kesimlerin ortak ürünüdür. Dolayısıyla, Müslüman geleneğinde de değiştirilmesi, tamamlanması veya İslam adına reddedilmesi gereken bazı şeyler vardır ve istenmese de olmaya devam edecektir. Ancak, Wadud'un imamlığı ve cemaatinin durumu örneğinde olduğu gibi, son zamanlarda İslam adına şahit olunan bazı fikirler ve uygulamalar, İslami geleneğin sahip olduğu 'kusurlar' bağlamında değerlendirilecek şeyler değildir. Üstelik, İslam'a ilişkin dile getirilen bu bazı açıklamalar ve uygulamalar, hem biçim ve muhtevasıyla, hem de dile getirildikleri yer itibarıyla ilgi çekici ve kuşku uyandırıcı niteliktedir.

Durumun ilginç ve kuşku doğuran tarafı, sürecin liderliğini Hıristiyan/seküler Batı dünyasındaki birilerinin yapıyor olmasıdır. İlginç bir şekilde, Hıristiyan/seküler Batı dünyasındaki birileri 'İslam'ı yenileme' düğmesine bastılar ve yoğun bir şekilde bu amacı gerçekleştirebilmenin çabasını yürütmeye başladılar. Artık, konuşmasına veya yazısına 'Esasen İslam...' diye başlayan ve İslam'ın 'aslının' halihazırda bilinenlerden ve uygulananlardan çok farklı olduğunu söyleyen Batı orijinli birilerine daha sıklıkla rastlanır oldu. 'Demokratik İslam', 'Amerikan İslamı', 'Avrupa İslamı', 'laik İslam', 'Modern, çağdaş, gelişmiş... İslam' söylemleri son zamanda hemen her gün duyulan isimler ve tanımlamalar haline geldiler. Bu aşamada yukarıdaki sorumuzu, önemi gereği tekrar edecek olursak: Tüm bunlar neden oluyor? Neden, Batı dünyası gözünü İslam'ın 'eksiklerine', 'yanlışlarına' çevirdi ve 'hayrına' bir görünümle bunları gidermenin, düzeltmenin çabasını yürütmeye başladı? Bu soruların cevabını verebilmek için, Batı dünyasının tasarlayıp uygulamaya koyduğu ve esasen bir din projesinin ürünü olarak gündeme gelen bu şeylerin oluşumunda belirleyici iki ayrı durumu dikkate almak gerekiyor. Bunlardan birincisi Hıristiyan/seküler Avrupa'nın geleneksel İslam düşmanlığıyla; ikincisi ise yine Hıristiyan/seküler Avrupa'nın inanç ve düşünce olarak İslam tarafından, fiziksel anlamda da Müslümanlar tarafından kuşatıldığını hissetmesiyle ilgilidir.

Batı'nın Geleneksel İslam Düşmanlığı:

İslam, ilk gününden itibaren, Avrupalı için hep büyük bir problem olarak algılanmıştır. Çünkü Hıristiyanlığın 'son ve doğru' din olma iddiası İslam ile sona ermiştir. Bu nedenle, Hıristiyan dünya, İslam'ı savaşla selamlamış, bu selamlaması ise ilk defa hicretin sekizinci yılındaki Mute savaşı ile gerçekleşmiştir. Hıristiyan Avrupa, İslam'ın bu ilk günlerini takiben, hakkındaki kanaat ve duygularını hiç değiştirmediği bir düşman edinmiştir. Fırsat buldukça gerçekleştirdiği Haçlı seferleri, Avrupa'nın İslam'a ve Müslümanlara karşı en olumsuz duygularla sahip olduğu düşmanlığın dozajını göstermesi açısından önemlidir.

1099 tarihinde Kudüs'ü ele geçirdiği zaman, şehirdeki Müslümanların tamamına yakınını katlederek gerçekleştirdiği katliam ise, bu düşmanlığın hangi boyutlara uzanabileceğini gösteren önemli tarihsel örneklerden sadece birisidir.

Hıristiyan Avrupa'nın yoğun saldırılarına maruz kalan Endülüs'teki İslam devleti yıkıldığı zaman ise, amacın sadece bir muhalif devleti yıkmak olmadığı, son ferdine kadar bütün Müslümanların yok edilmesinin arzulandığı açıkça anlaşılmıştır. Müslümanların sekiz yüzyıl gibi uzun bir süre egemen oldukları, kültür ve medeniyetin zirvelere ulaştığı Endülüs İslam toplumundan ve devletinden bugüne hemen hiçbir şeyin kalmamış olması, söz konusu düşmanlığın boyutunu gösteren bir başka önemli örnektir.

Hıristiyan Avrupa, Müslümanlara yönelik fiili saldırıların yanı sıra, fikri saldırılardan da geri kalmamış, örneğin, XV. yüzyılın önemli Alman kardinallerinden Nicholas, doğrudan ve sadece İslam vahyine saldırmıştır. O, yazdığı kitaplarıyla ve kitleleri etkileyen konuşmalarıyla İslam'ın Hıristiyanlık ve Yahudilikten çalıntı bilgi ve düşüncelerle oluşturulmuş ilkel bir din olduğunu ispatlamaya çalışmıştır. Bu konuda üstad olarak tanınmış, bir çok halef yetiştirmiştir. Avrupa'nın önemli inanç ve fikir mimarlarından Luther ise, hem İslam'ın ve hem de Müslümanların yok edilmesi gerektiğini dile getirerek, maddi ve manevi yeni haçlı seferlerinin fikir babalığını yapmıştır. Sömürgecilik dönemi ise, İslam'a ve Müslümanlara yönelik saldırıların yeni yöntemlerinin icat edildiği bir dönem olarak anlam kazanmıştır.

İslam'ın nasıl kontrol altına alınacağı, sömürgecilik dönemi Avrupasındaki düşünür ve devlet adamlarının en önemli problemlerinden birisidir. Çünkü, İslam'ın kontrol altına alınmaması durumunda sömürgeciliğin devam edemeyeceği görülmüş ve bu açıkça dillendirilmiştir. Konuya ilişkin önemli ve Avrupalı için çözüm sağlayıcı fikirlerden birisinin sahibi, Fransız Katolik Enstitüsü üyesi ve ünlü İbn-i Sina uzmanı Baron Carra De Vaux'dur. De Vaux, Fransız yönetimine sunduğu bir raporda, 15 Aralık 2004 tarihinde açıklanan ve İslam dünyasını parçalayıp yok etmenin yöntemlerinin gösterildiği RAND raporunun öncülüğünü yapacak bir tarzda, 'etnik ve politik bölünmeleri kullanmak suretiyle İslam dünyasını parçalamak ve manevi birliklerini kırmak için çaba sarf etmeyi' teklif etmiştir. Bunun nasıl sağlanacağını ise şöyle açıklamıştır: 'Milliyetçilik duygularını canlandırmak, ve Müslümanlar arasında güçlü olan dini cemaat anlayışını sarsmak için sürekli farklılıkları gündeme getirmek'. Ona göre yapılması gereken 'İslam'ı parçalamak ve İslam'ı büyük uyanışlara güç yetiremeyecek bir hale getirmek'ten ibarettir.

'Sömürgeciliğin keşif kolu' olan oryantalizm, Hıristiyan/seküler Avrupa'nın İslam/Müslüman düşmanlığının en önemli silahlarından birisi olarak önemli roller üstlenmiş ve İslam'ı iradesizleştirmek için oldukça sistemli ve yoğun çalışmalar yürütmüştür. Bu konuda örnek olarak Stobart'ın, Kur'an'ın sıhhatini sarsmaya yönelik çalışmalarını ve Stobart'ın yolunu büyük oranda benimseyen Bell'i, Rodinson'u ve Montgomery Watt'ı hatırlamak yeterlidir. Bunlara göre Kur'an, peygamberin 'şairane coşkusunun' veya daha çok Watt'ın iddiası olduğu üzere 'bilinçaltının' ürününden başka bir şey değildir. Oryantalistlerin, gerçekleştirdikleri son derece başarılı hadis çalışmalarının arasına serpiştirdikleri bütün hadislerden kuşkulanmayı doğuracak iddia ve görüşler de yine Avrupa'nın İslam düşmanlığının ürününden başka bir şey değildir. Müslümanların hayat tarzını sekülerleştirmek için yapılan çalışmalar da konu dahilinde büyük öneme sahiptir. Bu bağlamda şekillenen İslam hukukuna yönelik saldırıların amacı, İslam'ın toplumsal ayağını yok etmekten ibarettir. Goldziher, Margoliouth, Schacht ve Coulson gibi oryantalistler, kitap ve konferanslarıyla bu amacı gerçekleştirmenin çabalarını yürütürlerken, Müslüman coğrafyasında açılan sömürge ve misyoner okullarında ise, okutulan siyaset bilimi dersi aracılığıyla, tamamı seküler olan anayasa, demokrasi, parlamento, siyasi parti, sosyalizm, milliyetçilik gibi kavramlar bağlamında Batının seküler politik kültürü Müslüman yeni nesillere aşılanmıştır.

XIX yüzyılın tamamı ile XX. yüzyılın ilk çeyreğinde zirvesine ulaşan misyonerliğin amacı iki yönlüydü. Öncelikle cahil Müslüman halkı Hıristiyanlığa kazandırmayı hedeflemişlerdi. Bunun gerçekleşmemesi üzerine, Hıristiyanlaştıramadıkları Müslümanları sekülerleştirmeye çalıştılar. Bu konuda en sistemli çalışmayı yürütenlerden birisi İskoçya Presbiteryen Kilisesi'ne mensup misyonerlerden Duncon MacDonald'dı. Uzmanı olacak kadar mükemmel şekilde öğrendiği Arapçasının yardımıyla İslam kaynaklarına yönelen MacDonald, İslam dünyasında bile çokça okunan ve hatta bazı yüksek öğrenim kurumlarında ders kitabı olarak kabul edilen çalışmalarında, misyonerliğinin gerektirdiği emeline ulaşabilmek için İslam'a doğrudan saldırmak yerine, yeni fikirlerle onun temellerini sarsmayı denemiştir.

Avrupa, yok etmek için fırsatını bulduğu her aşamada Müslümanlara ve İslam'ın ilke ve kaynaklarına saldırmış olmasına, 'öteki' ilan ettiği Müslümanları yok etmenin çabalarını en üst düzeyde göstermiş olmasına rağmen; İslam'ın, Hıristiyanlara ve Yahudilere yaklaşımı çok daha başka bir tarzda gerçekleşmiştir. İslam, elbette ki Yahudilik ve Hıristiyanlığa teolojik düzeyde önemli tenkitler yöneltmiştir. Tevhit inancını tahrif edip bir toplumun dini haline getirdiği için Yahudiliği eleştirirken, Hıristiyanlığı ise özellikle teslis inancı yüzünden eleştirmiştir. Fakat İslam bu eleştirileri yaparken, diğer dünya dinlerinde görmediğimiz bir şey daha yapmış ve Ehl-i Kitap statüsü vererek Yahudilik ile Hıristiyanlığı hukuki koruma altına almıştır. Bu ise Avrupa'nın İslam düşmanlığının tek taraflı ve meşrulaştırıcı sebeplere sahip olamayan bir düşmanlık olduğunu göstermesi açısından önemlidir.

Bugünün Batı dünyası, İslam'ı ve Müslümanları geleneksel bir düşmanlığın nesneleri olarak gördüğü içindir ki, İslam veya Müslümanlarla ilgili değerlendirme veya düşüncelerinde, söz konusu düşmanlığın etkilerini hiç çekinmeden kolaylıkla ortaya koyabilmektedir. Hatta farklı inanç ve kültür mensuplarının bir arada yaşamasını dillendiren 'çok kültürlülük' söylemini sürekli denecek sıklıkta ve son derece önemli bir ideal olarak ifade etmesine rağmen, konu İslam ve Müslümanlar olduğu zaman kutsadığı söylemini kolaylıkla terk edip, asimilasyondan bahsedebilmektedir.

Yine, düşmanca duygu ve düşüncelerin etkisiyledir ki, buzulların arasında sıkışıp kalmış bir balinayı kurtarmak için büyük harcamalar yapan, nesli tükenmek üzere olan canlıları kurtarmak için yüksek maliyetli ve uzun vadeli programları uygulamaya koyan Hıristiyan/seküler Batı, katliamların, açlıktan ölümlerin, savaşların mağdurları Müslümanlar olunca, hiçbir şekilde sesini çıkarmamakta, hatta Müslüman erkekleri öldürmenin ne kadar 'zevkli bir iş' olduğunu söyleyebilmektedir. Üstelik bugünün Müslüman coğrafyadaki katliamların failleri de sadece kendisidir.
Kuşatıldığını Hisseden Batı Genel olarak neredeyse tüm Batı ülkeleri, özel olarak da Batı Avrupa ülkeleri son 30-40 yıldır, her gün biraz daha artan bir yoğunlukla kuşatıldıklarını, etraflarındaki çemberin gün geçtikçe daraldığını hissetmektedirler. Zira, yüzyıllardır temel dayanaklarını sarsmaya çalıştıkları ama başaramadıkları İslam, egemen Avrupa kültürüne, inanç ve hayat tarzına oldukça etkili eleştiriler yöneltmeye devam ederken; yok edilmeye çalışılan Müslümanlar ise Avrupa'nın sayısal olarak önemli bir kitlesi haline gelmiştir. Bugün itibarıyla sadece Avrupa ülkelerinde 13 milyonu aşkın Müslüman kitle yaşamaktadır. İslam bu kitlenin şahsında, Avrupa'nın gidişatına müdahale eden ve zamanla müdahalesinin kapsamını büyütecek potansiyel bir 'tehdit' olarak algılanmaktadır. Söz konusu Müslüman kitle her ne kadar Avrupa ülkelerinin nüfusunun %3.5'unu teşkil ediyorsa da, bu sayı, ülkeler arasında dengeli bir dağılıma sahip olmadığından bazı ülkeler için 'tehdit'in boyutu oldukça büyük oranlara ulaşmaktadır. Bu açıdan Fransa'da 5 milyon, Almanya'da 4 milyon, İngiltere'de 1,6 milyon, Hollanda da 1 milyon Müslüman'ın yaşadığını bilmek önemlidir.

Almanya, toplum olarak daha yakından tanıdığımız ülke olması aşısından daha büyük bir önem ifade etmektedir. Almanya'daki göçmenler arasında Türkler sayıca ilk sırada yer aldıkları için, ülkede Müslüman kitle olarak Türkler öne çıkmaktadır. Ülkede 2400 civarında cami dernekleri var ve bunların çoğu Müslüman Türklerin kurduğu çatı örgütlerine bağlı olarak faaliyet yürütüyorlar. 1980'li yıllara kadar, yalnızca dini vecibelerin yerine getirilmesi amacıyla kurulan bu cami dernekleri, 1980 sonrasın da Almanya'daki toplumsal ve sosyal yapıdan kaynaklanan problemlere çözüm yolları aramaya, bu konuda üyelerine danışmanlık hizmeti vermeye başlayarak farklı bir misyon üstlendiler. Misyonlarını da büyük oranda yerine getirdikleri anlaşılmaktadır. Konuyla ilgili olarak 'Türkiye Araştırmalar Merkezi' nin (TAM) yapmış olduğu bir araştırma bu durumu net olarak ortaya koymaktadır. Araştırmaya katılanların üçte ikisi kendilerini dindarlığa eğilimli kimseler olarak tanımlarlarken, yüzde 7'lik bir kesim ise kendisini koyu dindar olarak tanımlamıştır.

Bir diğer önemli nokta da Almanya'da uzun yıllar ikamet edenlerin dinlerine daha sıkı bağlı olduklarının tespit edilmiş olmasıdır. Bu sonuç, Müslüman olmayan bir çevrede uzun süre yaşamanın, Müslüman göçmenlerin kendi dinlerinden kopmalarına neden olmadığı anlamını taşımaktadır. Veya, bir başka söyleyişle, asimilasyonun uzun vadede etkisizleştiğini dile getirmektedir. Hatta söz konusu asimilasyonun yön değiştirdiği ve bizzat faillerine döndüğü bile söylenebilmektedir. Bu nedenle, ABD'nin ünlü Time dergisi, Avrupalılarla Müslüman göçmenler arasında yaşanan problemleri kapak konusu yapmış ve Monalisa'ya başörtüsü takarak asimilasyon sürecinin kimin aleyhine döndüğünü Hıristiyan/seküler Batıya göstermeye ve uyarmaya çalışmıştır. Dergi, 'Kimlik Krizi' başlığıyla verdiği haberinde, birçok Avrupalının yaşanan Müslüman göçü karşısında ulusal kimliklerini kaybetme endişesine düştüğünü belirtmektedir. Dergi, 3. sayfasında kullandığı başörtülü Türk kızlarının fotoğrafını da, 'Avrupa'nın yeni yüzü' olarak tanımlamıştır. Dergi, Belçika'daki sağcı partilerden birisinin lideri Filip Dewinter'in, 'Avrupa'nın şu anki en büyük sorunu İslamlaşma. Eğer hızla bir şeyler yapmazsak, çok geç olacak' sözlerine de yer vermiştir.

Ünlü tarihçi Bernard Lewis ise, Hamburg'da yayınlanan Die Welt gazetesine verdiği demecinde, Avrupa'nın 'en geç' bu yüzyılın sonunda İslamlaşacağını söyleyerek, dikkatleri İslam'ın güçlenmesi 'problemine' çekmiştir. Hollandalı Avrupa Komisyonu üyesi Frits Bolkestein'e gelince; O, işlerin Lewis'in tahmin ettiği gibi gidip gitmeyeceğini bilmediğini 'Ama eğer haklıysa 1683'te Viyana'nın Türk ordularından kurtuluşu boşuna olacak' diyerek Hıristiyan/seküler Batı'nın bir kaygısına tercümanlık yapmıştır.

Bu aşamada New York Sun'da 'İslam'ın Modernize Edilmesini Teşvik Etmek' ismiyle bir makalesi yayınlanan Batı dünyasının önemli kanaat önderlerinden Daniel Pipes, 'Yakın savaş hedefi militan İslam'ın çökertilmesi, son hedef ise İslam'ın modernize edilmesi olmalı' diye yazmıştır.

Tüm bunlar, Hıristiyan/seküler Batılıları, İslam'ın güçlenmesini önlemeye ve Müslümanları dağıtıp zayıflatmaya yönelik yeni önlemler aramaya sevk etmiş bulunuyor.

Gelinen bugünkü aşamada hedeflenen şeyin, Müslümanları, dinleriyle ilgili bilgilerinde ve uygulamalarında kuşkuya düşürmek olduğu anlaşılıyor. Bir yanda son derece olumsuz İslam/Müslüman imajı oluşturulup, diğer dinlere mensup insanların, özellikle de Batı ülkelerinde yaşayan halkların İslam'a ve Müslümanlara yönelik muhabbetleri yok edilmeye çalışılırken; bir yandan da dinleri konusunda bilgileri doğrudan kaynağa referanslı olmayan Müslüman halk kitlelerinin zihinlerini alt-üst edecek bir bombardıman sürdürülüyor. Euro-İslam projesi ise işte bu aşamada devreye girdi.

Bir Din Mühendisliği Projesi Olarak Euro-İslam ABD'nin ve Avrupa'nın din mühendisleri, daha önce bir çok kez yaptıkları gibi, özellikle şu son zamanlarda yeni bir atraksiyonda daha bulundular. Bu atraksiyonlarıyla da, özel olarak Avrupa'da, genel olarak da tüm dünyada egemen olan ve insanlığı her gün biraz daha sefalete, yok oluşa, hakikatten tamamen uzaklaşmaya sürükleyen 'tek boyutlu' , 'materyalist' modern düşünceyi ve hayat tarzını sorgulayan İslam'ı yeniden kurgulamanın ve böylelikle yeni bir din inşa etmenin adımlarını atmaya başladılar. İnşası sürdürülen din, Batının inanç ve düşüncesine, hayat tarzına müdahale etmeyen, mevcut anlayış ve uygulamalarla her hangi bir problemi bulunmayan, İslam'dan bozma bir 'din' olarak tasarlanmış bulunuyor. Bu yeni dinin Avrupa kıtasındaki versiyonunun ismi de belirlendi; o, 'Avrupa İslam' olarak anlam kazanan Euro-İslam'dır.

Paganist modern kültürün egemenliğindeki dünyanın gidişatını sorgulayan ve dünyanın kötü gidişatını önleyecek imkana da sahip bulunduğunu her haliyle belli eden İslam'la baş edebilmek ve böylelikle dünyanın 'küçük mutlu azınlığı' olarak varlıklarını sürdürebilmek için, Batının egemenlerinin, İslam'ı değiştirmeyi tek çare olarak belirledikleri görünüyor. Bunu yaparken de, İslam'ı, mevcut gidişatın ismi olan sekülarizme uyarlamaya özellikle çaba sarf ediyorlar. Bunun şahsımıza ait sübjektif bir tespit olmadığını, sürecin bizzat kendisini dile getirdiğini anlamak için, inşası sürdürülen dinin isim babası Prof. Bassam Tibi'nin iddia ve görüşlerine göz atmak fazlasıyla yeterlidir. Almanya'nın Göttingen Üniversitesi'nde görevli Prof. Bassam Tibi'nin açıklamasına göre, 'laik-modern' karakterli bir din olması tasarlanan Euro-İslam'ın bütün dinleri kapsayan bir 'hoşgörüye sahip olması' planlanmış bulunuyor. Tibi, 'Problem, Avrupalıların çoğunluğunun İslam'a dahil olup olmamaları değil, daha çok şeriatçı İslam'ın mı yoksa Avrupa İslamı'nın mı Avrupa'da egemen olacağıdır' diyerek, İslam'la ilgili son zamanlarda gündeme gelen düşünce ve uygulamaların amacını, doğrudan değilse bile, hiçte gizli olmayan bir tarzda ifade etmektedir. Tibi'ye göre, Euro-İslam'a dönüştürülecek İslam'ın, bu yeni konumuyla, kültürel ve dini çoğulculuğu kabul etmesi ve geleneksel iddialarını terk etmesi beklenmektedir. O, modern dünyanın bir dini olarak, modern söylemleri dile getirecek ve liberal demokrasi, bireysel insan hakları ve sivil toplumun gerekleri ile uyum içinde olacak.

Konu üzerinde çalışan ve Euro-İslam yaklaşımına destek verip bu yönde çalışmalar yapan Prof. Faruk Şen ise, Euro-İslam'ı tanımlarken olmazsa-olmaz şu beş maddeyi sıralamaktadır: 'Şeriat anlayışına karşı çıkmak; laikliği benimsemek; İslami yaşam tarzını, sanayi toplumunun normlarına uyarlamak; yaşanılan ülkenin anayasasına sadık kalmak; çoğulcu demokrasiyi benimsemek.' Prof. Şen bu düşüncelerini herhangi bir yerde değil, 'Türkiye Araştırmalar Merkezi Vakfı' (TAM) tarafından gerçekleştirilen Avrupa'daki Müslüman göçmenlerin İslam anlayışı ile ilgili araştırmanın sonuçlarını açıkladığı ve 'Euro-İslam' anlayışını tanıttığı, AB Komisyonu Almanya Temsilciliği'nde yapılan basın toplantısında dile getirmiştir. Bu da Euro-İslam projesinin sahibinin sadece ve tamamen Batı dünyası olduğunu göstermesi açısından ayrıca önemlidir.

Batının din mühendisleri, söylemi değiştirilmiş, temel iddialarından vazgeçmiş, Hıristiyan/seküler kültürle uyum sağlamış bir din inşa etmeye çalışırlarken, bir yandan da olanca yoğunluğuyla, inşasını sürdürdükleri dinin aslını değersizleştirmeye; İslam'ı insanlığın gözünden düşürmeye çalışıyorlar.

Kısa vadeli stratejilerinin İslam'la terörü özdeşleştirmeye çalışmak ve sonuçta İslam'ın yeniden tarih sahnesine çıkışını engellemek olduğu açıkça anlaşılıyor. Bu nedenle, terör olayları ile İslam'ı yapışık ikizler olarak takdim ediyorlar. Bunu yaparken de planlanan hedefe ulaşmak için çok ilginç ve iğrenç bir yönteme başvuruyorlar. Bu, Umberto Eco'nun 'göstergebilimsel gerilla savaşı' dediği medya yoluyla sürdürülen; yani hem sanal hem de reel yönleri olan bir yöntemdir. Söz konusu savaşta doğrudan İslam veya Müslümanlar hedef alınmıyor. Görünüşte, terörist olarak adlandırılan insanlar hedef alınıyor, ama görüntülere bakıldığında doğrudan İslam'ı çağrıştıracak temel semboller; namaz kılan insanlar, camiler, ezan sesi, başörtülü kadınlar, uzun sakallı erkekler vs. kullanılıyor. Dolayısıyla İslam'ı, fanatizm ve terörizmle aynılaştıran bir formül üretilmeye çalışılıyor. Böylelikle, Müslüman olmayan tüm insanlar, İslam'ı ve Müslümanlığı tarihi ve kültürel zenginliği içinde değil, şiddet olayları bağlamında öğrenmiş oluyorlar.

İslam'ı terörle eşleştirme çalışmalarında ne oranda başarılı olurlarsa olsunlar, Batılı din mühendislerinin uzun vadeli stratejilerinin daha başka olduğu, İslam'ı sekülerize etmeyi, protestanlaştırmayı hedefledikleri kesin. Bunu yapabilirlerse, daha önce Hıristiyanlığa yaptıkları gibi, İslam'ı da siyasi, ekonomik, toplumsal, entelektüel taleplerinden tecrit ederek kamusal alandan uzaklaştırıp, sadece bireysel bir inanç meselesine indirgemiş olacaklar. Bu konuda Huntington'un, Fukuyama'nın ve Kissenger'ın isimleri sadece birer örnektir. Hatırlanmalı ki, Huntington'ın modeline göre İslam ve Batı kültürü arasındaki ilişki, jeopolitik çıkar çatışmalarının ötesinde bir değerler ve tasavvur çatışmasına doğru evrilmek zorundaydı. Fukuyama'nın 'tarihin sonu' tezine göreyse İslam'ın, dünyasının mevcut gidişatının teşkil ettiği tarihe direnen tek din olarak 'hizaya' getirilmesi gerekiyordu.

Kissenger ise 'İslam, diğer dinlerle değil, kendi içinde çatışacak' derken bir öngörüde bulunmuyor, programladıkları şeyin ip ucunu veriyordu. Bugün yapılan ve yapılmaya çalışılanların ise tüm bunların gerekleri olduğunda kuşku yok. Yazımızın girişinde değindiğimiz Amina Wadud'un 18 Mart 2005 tarihli cuma namazı imamlığı sürecin örneklerinden sadece birisidir.

20 Mart 2005 günü, Amsterdam'da açılan 'Feminist Müslüman Kadınlar' camisi de örneklerden bir diğeridir. 2001 yılındaki bir yazısında, hac ibadetinin İslam'ın şartları arasından çıkarılmasını savunan Mısırlı Feminist yazar Nevval es-Saadavi'nin açılışını gerçekleştirdiği, imamlığını ve müezzinliğini kadınların yapacağı bu cami, sürecin önemli halkalarından birisi olarak anlam kazanacağa benziyor. 'Feminist Müslüman Kadınlar' camisinin finansmanını Hollanda hükümeti sağlamış ve bu 'cami'yi Euro-İslam'ın önemli bir sembolü olarak takdim etmiştir. Sadece bu iki örnek dahilinde yaşananlar bile son derece manidardır. Bir yanda, kadın-erkek yan yana ve namazın şartlarına uymayan görünümlerle, bir kadının imamlığında 'cuma namazı' kılanlar; diğer yanda ise sadece kadınların girebileceği bir 'cami'.

Bu arada, sürecin daha başka çalışmalarla devam edeceği ve her adımda başka bir uygulamanın veya kafa karıştıran düşüncelerin devreye sokulacağı da anlaşılıyor. Bunların arasında İncil, Tevrat ve Kur'an'ın karışımından oluşan ve Kur'an'a alternatif olarak sunulan 'Gerçek Furkan' isimli kitabın dağıtımına başlanmış olması oldukça önemlidir. Ayrıca, bir anda neredeyse tüm Müslüman coğrafyasını, İslam ile demokrasiyi, laiklikliği veya modernizmi karşılaştıran ve İslam'ın bunlarla örtüştüğü iddialarını dile getiren sempozyumlar sardı.

Bu arada Mısır'ın da İslam dünyası için 'model' ülkelerden birisi olarak belirlendiği, bu çerçeveden olmak üzere Mısır'dan seçilen 500-600 civarındaki imamın ABD'de özel kurstan geçirilerek 'Amerikan İslamı' için seferber edilecekleri ve ayrıca El-Ezher'in eğitimin müfredatının ABD'li akademisyenler tarafından yeniden oluşturulacağının haberleri de geliyor.

Bu arada, öncelikle ve doğrudan Türkiye'yi ilgilendiren, ancak takiben Müslümanların yaşadığı diğer tüm ülkeleri ilgilendiren bir başka gelişme daha yaşandı. Bu, Diyanet İşleri Başkanlığı'nın Çanakkale savaşları ve misyonerlik faaliyetleri nedeniyle 11 Mart 2005 tarihinde camilerde okuttuğu hutbeyle ilgili olarak gündeme gelen bir gelişmedir. AB'nin genişlemeden sorumlu komiseri Olli Rehn, söz konusu hutbeden rahatsız olduklarını, Dışişleri Bakanı Abdullah Gül'ün Bürüksel ziyareti sırasında dile getirdi. Olli Rehn, hutbede geçen 'İslam'ı ve Müslümanları tarihten silmek için sözde kutsal ordular oluşturdular, ancak nihai amaçlarına ulaşamadılar' ve 'Allah katında tek din İslam'dır' ifadelerinin rahatsızlık yarattığını, bunlarla 'ayrımcılık' yapıldığını bildirdi. Buna bağlı olarak da ABD ve AB'nin önümüzdeki günlerde İslam ülkelerine yönelik bazı yeni uygulamalar başlatacağı bildirildi. Bu uygulamalar arasında özellikle de cami imamlarının ve cuma hutbelerinin kontrol edilmesi var.

Anlaşılan o ki Müslümanları zor günler bekliyor. Bu zorlukların nasıl aşılabileceği önemli ve üzerinde ayrıntılı bir şekilde durulması gereken bir konudur. Ancak burada işin özünü ifade etmek adına kısaca şu söylenebilir: Müslümanlara düşen, her zaman olduğu gibi, izzet ve kuvvetlerinin kaynağı olan Kur'an'a yönelmeleridir. Zira 1500 yıldır her türlü saldırılara O'nunla karşı konuldu ve bundan sonra da ancak O'nunla izzet ve kuvvete sahip olunabilecektir. Aksini düşünenlerin, 'Müslüman' kimliklerinin sadece bir isimden mi ibaret olduğunu, yoksa gerçekten Kur'an'a refaransları olan bir inanç ve hayat tarzına mensubiyeti mi ifade ettiğini gözden geçirmeleri gerekecektir.

Hiç yorum yok: