11 Ocak 2008 Cuma

BİREY OLMAK ÜZERİNE

İbrahim Kalın






Michael Foucault, bireyin, iktidar ilişkilerinin ürettiği bir araç olduğunu ileri sürdüğünde, kadercilik ve özgürlük karşıtlığı ile suçlanmıştı.
Foucault’nun tahliline göre, iktidar, her tür etkileme ve kontrol altına alma eylemini kapsayan geniş bir kavram. Bu manada bir diktatörün vatandaşlara tek tip kırmızı elbise giydirmesinden, içten bir dostluk bağına kadar hemen her tür ilişki biçimi, iktidarın kapsam alanına girebilir.
Foucault’ya göre, iktidar ilişkilerinden bağımsız, yalın ve özerk birey kavramı, Aydınlanma’nın ütopyalarından biri idi. Sanayi devrimi sonrası Avrupa’da bu ütopya hiç bir zaman gerçekleşmedi. Tersine, modern kapitalizmin ve vergi, eğitim ve nüfus sayımı gibi ulus-devletin zorunlu kıldığı toplumsal kontrol araçlarının yaygınlaşmasıyla, bireyin varlık alanı daha da sınırlı hale geldi. Bugün küresel bir nitelik kazanan tüketim kültürü, aynı sürecin önemli bir halkasını temsil ediyor: bireyi tanımlayan unsurlar, bireyin dışında ve ona hükmeden iktidar mekanizmaları olmaya devam ediyor. Siyasi güç, ekonomik nüfuz, sistemik ilişkiler, kitle eğitimi, eğlence sanayisi, monotonluk ve tekdüzeleşme, ileri sanayi toplumlarında olduğu kadar dünyanın diğer bölgelerinde de bireyin varoluş bağlamını düzenliyor, ona sekil veriyor.
Modernist projenin kriz alanlarından biri bu noktada netlik kazanıyor: Bilim, teknoloji, sanayileşme, piyasa ekonomisi ve rasyonel sosyal yapıların yaygınlaşmasıyla bireyin ve toplumun daha da özgürleşmesi ve rasyonelleşmesi beklenirken, tersine özgürlüğü kısıtlayan mekanizmalar gittikçe insan-üstü bir güce ulaşıyor ve gayr-i şahsi bir kimlik kazanıyor.
İktidar ve baskı mekanizmalarının gayr-i şahsileşmesi ve seyyal hale gelmesi, onların aynı zamanda tesbit ve tefrikini de imkansız hale getiriyor. Bir diktatörün zorba yönetiminin tersine, gayr-i şahsileşen baskı araçları, bir noktadan sonra kimliksiz ve adressiz yapılar halinde karşımıza çıkıyorlar. Bu ise, zahirde bir özgürlük ortamı olduğu zehabını doğururken, gerçekte kolayca tesbit edilemeyen ve derinlerde yatan iktidar ilişkilerini görmemizi neredeyse imkansız hale getiriyor. (Bu yüzden modernist projenin belki de görece en başarılı örneği olan Amerika’da özgürlük kavramının çok farklı anlamları var. Bu konuya bir başka yerde tekrar değineceğiz)
Foucault’nun bireyi tanımlarken iktidar ilişkileri üzerinde yoğunlaşması, özgürlük hareketlerini imkansız hale getiren kötümser bir bakış açısı olarak yorumlanabilir. Nitekim Foucault’nun pek çok münekkidi, bu yorumu tercih ettiği için, onu ‘muhafazakar’ bir aydın olmakla itham etmişlerdi. Foucault’nun tahlil biçiminin bizim açımızdan iki önemli yönü var. Birincisi, birey olma bilinci ile özgürlük kavramları arasındaki yakın ilişkiyi tavzih etmesi; ikincisi, modern toplum ve yasam biçiminin görünen, zahirdeki çehresinin ötesinde ve ‘derinlerde’ farklı bir ilişkiler ağının varolduğunu açığa çıkartması. Birey olma bilinci, kendini bilme ve kendi olma ile ne kadar irtibatlı ise, bireyin kemale eriş sürecinde önündeki baskıcı ve köreltici engellerin kaldırılmasını ifade eden özgürlük kavramı da birey oluş ile o kadar yakından ilintilidir. Dolayısıyla iktidar mekanizmalarının bireyi kitlesel bir metaya indirgediği yaşayış biçimlerinde –ki bu tanım geleneksel doğu toplumlarından ziyade, modern tüketim kültürü toplumları için daha uygundur—ne bireyden ne de özgürlükten bahsetmek mümkündür.
Foucault’nun dikkat çektiği ikinci yön, yani görünenin ötesinde ve altında yatan ilişki biçimlerinin açığa çıkartılması, Freud ve Chomsky, yakın zamanlarda da Charles Taylor gibi başka Batılı düşünürler tarafından da dile getirildi. Freud’un Medeniyet ve Ona Razı Olmayanlar (Civilization and Its Discontents) adlı eserinde dile getirdiği modern medeniyet kavramına yönelik şiddetli saldırı ve tenkitleri, benzer bir ön-kabülden hareket ediyordu: medeniyet aslında ileri, kentli, rafine ve daha yüksek bir yaşam biçimini değil, birbirine tahakküm etmeye çalışan vahşi yapılı insanların ihdas etmeye mecbur kaldığı yapay bir varoluş tarzını temsil eder.
Descartes ve Kant gibi Aydınlanma düşünürlerinin zannettiğinin tersine, insan özünde rasyonel bir varlık değildir. Bilindiği gibi, Freud’a göre insanın en baskın ve belirgin özelliği, içgüdülerinin, özellikle de cinsel güdülerinin kontrolünde olmasıdır. Bu güdüler, tarihte genellikle yıkıcı ve zorba eğilimler olarak ortaya çıkarlar. İnsanın yarattığı tarih, medeniyet, devlet, din gibi kurumlar bu eğilimlerin bastırılmasına yönelik tedbirlerden ibarettir. Özetle söyleyecek olursak, modern birey ve onun ürettiği modern medeniyet, aslında irrasyonel, karanlık ve zorba bir yaratığın başvurduğu son çaredir.
Freud’un bu köklü modernite ve medeniyet eleştirisi, sosyal bilimlerde dipteki yapıların tahlili diyebileceğimiz önemli bir eğilime kapı araladı. Örneğin linguistik alanında Chomsky’nin ‘derinlik grameri’ (depth grammar) üzerine yaptığı çalışmalar buna bir örnek olarak zikredilebilir. Chomsky, Batı düşüncesindeki ‘rasyonalist’ geleneğe dayanarak, insanın dil öğrenme ve konuşma yeteneğinin doğuştan getirdiği bir takım melekeler sayesinde mümkün olduğunu iler sürer. Zira Chomsky’ye göre gramer yapıları –hangi dilde olursa olsun-- muazzam derecede karmaşık bir iç örgüye ve mantığa sahip. Bir çocuğun böylesine karmaşık ve ‘dipte yatan’ gramer yapılarını, fonetiği, sentaks ve semantiği öğrenebilmesi ve dili ustaca kullanabilmesi, ancak bir tür ‘ön-programlama’ ile mümkün olabilir. Bu ise, bizi rasyonalist geleneğin ana tezine geri götürür; yani insanlar mantık ve matematiğin evrensel kurallarını doğuştan öğrenerek dünyaya gelirler. Dil ve konuşma kabiliyeti de ayni şekilde bu fıtri melekeden neşet eder.
Chomsky’nin linguistik tezinin en önemli yönü, dilden topluma ve bireye uzanan varlık dairesinin görünen yüzünün ötesinde farklı ve daha derin anlam katmanlarına sahip olduğu tezidir. Bu yüzden Chomsky, Amerikan hegemonyasına yönelik siyasi eleştirilerinde, aynı yöntemi kullanarak ‘söylenmeyeni’ ve ‘görünmeyeni’ ortaya çıkarmaya çalışır. Bu yaklaşım tarzı bireyin özelde modern toplumdaki, genelde de kendi zatındaki anlamını ve yerini tesbit etmemiz için önemli ipuçları sağlar. Kökleri Descartes’a giden modern birey kavramı, salt bir ruhi/zihni cevher olarak tanımlanır ve tabir caizse dünyanın ve eşyanın dışında ve üstünde bir yerde durur. Descartes’in meşhur ‘düşünüyorum o halde varım’ (cogito ergo sum) önermesi (yahut mantıksal çıkarımı), bireyin epistemik meşruiyetini düşünme eyleminde teyellendirmek suretiyle, modern felsefenin en tartışmalı sorunlarından biri olan zihin-beden ikilemini doğurmuştur.
Bizim tahlil etmeye çalıştığımız birey ve bireylik (agency) kavramları açısından önemli olan, bu tanımın ben’i, her tür ilişki ve bağımlılık matriksinin dışında ve üstünde bir cevher, bir özne olarak tanımlamasıdır. Descartes, cogito’yu düşünen bir cevher olarak tanımladığında aynı zamanda onun eşyayla ve gerçeklikle olan birincil ve asli ilişkisinin zihinsel bir ilişki biçimi olduğunu ileri sürmekteydi. Bu şekilde tanımlanan bir özne/birey, zihinsel yetenekleri konusunda vuzuha ve güvene kavuştuğunda, eşya karşısında daha sağlam ve otantik bir epistemik duruşa da sahip olur. Bu yüzden Kartezyen projenin en önemli hedefi, ‘açık ve seçik’ bilgiye ulaşmaktır ve bu bilgi türü, iyi bir matematikçi olan Descartes’in matematiksel kesinliğe ulaşma arzusunun ötesinde bir anlama sahiptir. ‘açık ve seçik bilgi’, insanoğluna eşya karşısında ontolojik bir üstünlük bahşeder: Bu tip bir bilgiyle donanan birey, eşyanın hakikatini olduğu gibi kavrar ve bu kavrayış gücü sayesinde eşyaya hükmeder. Bu açıdan bakıldığında, Descartes’ın ve onun Aydınlanma dönemindeki takipçilerinin sistemleştirmeye çalıştığı ‘dünya resmi’ ve bilgi teorileri, son derece pragmatik bir kimliğe sahiptir. Eşyayı bilim ve felsefe yoluyla anlamlandıran modern birey, bir tarafta kendini ‘ortaçağın karanlıkları’ndan azad ederken öte tarafta önünde bakir bir tarla olarak duran dünyaya yeni bir düzen verme salahiyetine sahip olur.
Kartezyen birey mefhumu, bilimsel devrimin gerçekleşmesinde merkezi bir rol oynadı ve bu, bir tesadüfün eseri olarak vücuda gelmedi. Newton’la zirvesine ulaşan modern bilim kavramı ve mekanistik evren anlayışı, bilimi eşyanın hakikatini olduğu gibi, mutlak bir biçimde tasvir eden nesnel bir eylem olarak tanımlamıştı. Buna göre Newtonyen bilim hem mutlak kesinlik ve evrenselliğe sahiptir, hem de öndeyide bulunabilecek imkanları bünyesinde taşır. Bu bilim anlayışı –ki yakın zamanlara kadar hakim olan görüş bu idi—bilimsel faaliyeti tarihsel, kültürel, dini, sosyal, ekonomik, siyasi her tür etkenin üstünde olarak tanımlar.
Aydınlanmanın ‘objektiflik’ tanımı, tarafsızlık yahut insaflı olmaktan ziyade öncelikle dünyanın ve nesnelerin dışında durmayı ifade ettiğinden, modern bilimin kendine evren içinde biçtiği yer ile Kartezyen bireyin eşya karşısındaki yarı-tanrısal konumu arasında kayda değer bir paralellik vardır.
Thomas Nagel buna ‘hiç bir yerden bakma’ (view from nowhere) adını verir; yani Aydınlanma’nın bireyi ve onu iktidar sahibi kılan bilimi, eşyaya onun içinden yahut muayyen bir yerinden değil, üstünden ve ötesinden bakar. Artık modern birey, tıpkı modern bilim gibi, tarihin, toplumun, geleneğin, duygu ve insiyakların, tabiatın, ekonominin, vs. etkisinden azade, onların üstünde tarihsiz ve mekansız bir ‘efendi’ (master) konumundadır.
Yine Aydınlanma düşünürlerine göre bu birey, rasyonel olan, rasyonelleştikçe özgürleşen bireydir. Bu yüzden ‘doğuda birey yoktur’ sloganı, Aydınlanma’nın bir mirası olarak son üç asırdır hem doğuda hem de batıda tekrar edile geldi zira doğu, rasyonelleşme surecini tamamlayamadığı için, ne birey ne de özgür olma fırsatını yakalayabildi. Aydınlamanın bu büyük ütopyasının günümüzdeki serüveni ve bunun Batılı olmayan toplumlar açısından manasını, önümüzdeki yazıda ele alacağız.

Hiç yorum yok: