30 Eylül 2007 Pazar

"Modernite Bir İdeolojidir"

Abdurrahman Arslan ile Söyleşi




"Modernite, bilim ya da pozitivizm dediğimiz ideoloji üzerine kuruludur"
11 Temmuz 2007 Çarşamba 09:01
Abdurrahman Arslan ile söyleşi yapmanın keyfi bir başkadır. Mütevazı kişiliği size emniyet telkin eder. Sorularınızı daha rahat sorarsınız. Cevapları ise şaşırtıcı ve ezber bozucu olmaktadır. Tanımaktan şeref duyduğum insanlardan biri. Zamanının büyük çoğunluğunu rızkını temin etmekte kullanması Müslüman düşünce dünyası için büyük kayıp! Haramdan korunmanın yolu olarak bu tercihi yaptığı için sadece kendisine gıpta ediyoruz. Sorularımıza verdiği içten cevaplar ve ufuk açıcı, ezber bozucu boyutu için kendisine müteşekkiriz…
Aşağıda Abdurrahman Arslan’ın düşünce ufkunu ve çözüm önerilerini bulacaksınız. Derin sulara girmeye hazırlanırsanız iyi edersiniz! İyi okumalar dilerim...
Röportaj: Abdulaziz Tantik
Batı modernitesinin oluşumu aşamasında temel etkenlerden biri olarak İslam düşüncesi olduğu görüşü benimsenir! İbn-i Rüşd, İbn-i Sina, Farabi ve Gazali gibi düşünürler olduğu gibi Endülüs ve Sicilya üzerinden bu etkileşimin sağlandığı düşünülür! Sizce batı modernitesi oluşumunu nasıl sağlamıştır?
Hiç şüphe yok ki batıda doğup gelişen modernite, skolâstik dönemin Hıristiyanlık düşüncesi karşısında iki dayanağa sahip olmuştur. Yani, modernist düşünce, içinde doğup gelişecek olan skolâstik dönemin Hıristiyan inancını/düşüncesini zayıflatma ve ona karşı durmanın entelektüel gücünü Kadim Grek ve İslam düşüncesinden almıştır diyebiliriz. Yine bilindiği gibi Kadim Grek düşüncesi de batı dünyasına İslam düşüncesi üzerinden aktarılmıştır. İslam düşüncesi Batıyı daha çok Sicilya ve Endülüs üzerinden etkilemiştir. Modernist düşünce cihetinden Kadim Grek ve İslam düşüncesi, ortaçağ Hıristiyanlığının siyasi, sosyal, dini fakat özellikle kozmolojik anlayışı üzerindeki etkisini zayıflatan araçsal bir işlev görmüştür diyebiliriz. Yani kurucu bir unsur halini almıştır. Batı modernitesi Ortaçağ Hıristiyanlığının dünyasını parçaladıktan sonra, kendini inşa ederken büyük nispette Grek aklı ve tecrübesinden faydalanmıştır. Bu faydalanma hem felsefi hem de hakikat nazariyesi bağlamında olmuştur. Burada Batı aydınlanmasının inşasında Grek felsefesi önemli olurken Protestanlığın oluşumunda ise İslam düşüncesinin katkısından söz edebiliriz. Ancak şunu unutmamak lazım; eğer Hıristiyanlığın kilise merkezli din tecrübesi ve manastır hayatı olmasaydı bizim bugün belki de modernist düşünceden bahsetmemiz imkansız olacaktı. Aydınlanma paradigması gökten zembille inmiş, kendi kendini inşa etmiş bir paradigma değildir. Bilakis, Hıristiyanlığın inşa ettiği dini temelli dünya görüşünün çok ciddi katkıları olmuştur. Hem siyasi, sosyal ve hem de felsefi olarak aydınlanma felsefesi Hıristiyanlığa çok şey borçludur.

Modernitenin temel parametreleri nelerdir? Modernite derken ne anlamalıyız?
Modernite daha başlangıçta kendini bir özgürlük ve özgürleştirme projesi olarak tanımlamış, böyle bir vaatte bulunmuştur. İlgi çekici bir husus olarak bugün modernite de bir özgürlük ve özgürleştirme vaadinde bulunarak ortaya çıkmaktadır. Modernite bu özgürlüğü akıl temelli bir özgürlük olarak nitelendirmiştir. Yani bu vaadin gerçekleşmesinde akıl temel alınmıştır. Ama tabii ki modernite bu kadarla sınırlı bir proje yada iddia değildir. Modernite her şeyden önce bir ‘meta söylemdir’; yani modernite aynı zamanda varlık, varlık düzeyleri, eşya ve eşyanın hakikatini açıklama iddiası taşıyan bir düşünce biçimini ifade eder. Mevcut olan her şeye kendine göre bir açıklama getirir. Modernite bu açıdan değerlendirildiğinde İslam ile bir çatışma potansiyeli taşımakta, bir ‘iktidar’ gerilimine sebeb olmaktadır. O’da din gibi varlığın hakikatini açıklama modelinin kendisi olduğu iddiasında bulunmaktadır. Bu yüzden Batı modernitesinin İslam’la gizli bir iktidar çatışması içinde olmasını doğal kabul etmemiz lazım. Eğer modernitenin temel kabullerinden biri olan akıl anlayışı üzerinde durursak; modernist insanın tanrı ve tabiata karşı özgürleşme arzusu taşıması ve bunu gerçekleştirme imkanını ancak akla tutunarak yaptığını görüyoruz. Gerçektende dinin önerdiği varlığı açıklama modelini reddeden insanın modern dönemde elindeki tek imkanı ‘akıl’dır. Modernist akıl dinin elindeki hakikat algısını almış ve yerine yeni bir hakikat algısı sunmuştur insanlığa. Ve insanoğlunun hakikat anlayışını aklın kapsam alanına sokarak onu fiziksel gerçekliğe indirgemiştir. Ve yerine modernitenin temel kabullerinden saymamız gereken başkaları da var; aklın yanında birey, toplum kavramlarını görüyoruz. Birey kavramının 1830lardadır. Toplum kavramı ise yaklaşık 1850lerde kullanıma giriyor. Dolayısıyla Batı modernitesi akıl, birey, toplum ve ulus devlet kavramları ile sahneye çıkıyor. Ama bunlara ‘kent’i de mutlaka ilave etmemiz gerekiyor.

Batı modernitesi Hıristiyanlık düşüncesinin etkisinde kalmakla birlikte belki de tarihte ilk kez akıl, birey, toplum ve ulus devlet kavramlarıyla kurgulanmış bir düşünceye ve kültüre sahip olmakta görünüyor değil mi?

Evet doğrudur. Tarihte ilk defa bir düşünce kendini akıl üzerinden kurgulamış, esas önemlisi bu kurgunun siyasi, sosyal ve iktisadi düzeyde bütün dünyadaki toplumlar için uygulanabilirliğini savunmuştur. 19. yüzyılda kendini ete kemiğe büründürmeye başlayan aydınlanma projesi rasyonel temellidir. Aklın evrenselliğini iddia ettiğinden dolayı kendisini yeryüzündeki bütün insanlar için kurtarıcı bir proje olarak görür ve yakın zamana kadar da böyle bir evrensellik iddiası taşımıştır.

Ne oldu da modernite bir kırılma ile karşı karşıya kaldı ve çoğulculuk diye nitelediğimiz yeni felsefi bakış ortaya çıktı?
Modernite, bilim yada pozitivizm dediğimiz ideoloji üzerine kuruludur. Kendini bu temelde meşrulaştırmıştır. İnsan, toplum ve dünya başta olmak üzere her şeyi pozitivist temelde açıklamaya ve anlamlandırmaya çalışır. Aklın ve bilimin taşıdığı iddialara baktığımızda bu kırılmayı daha rahat görebileceğimize inanıyorum. Modernite ye göre varlık dünyası yani fiziki dünya akıl temelli bir işleyiş sürdürür. Ona göre tabiatın işleyişi ile aklın düşünürken sürdürdüğü işleyiş aynı yasalara tabidir, ortak özellikler taşır. Bu şu demektir: tabiatın işleyişini sağlayan ve tanrının eseri olan fizik yasaları akıl tarafından anlaşılabilir ve keşfedilebilir özelliklere sahiptir. Modernite ye göre hakikat, insanın dışındadır. Eğer insan zorlu ve sabırlı çaba sarf ederse hakikati elde edebilir. Hakikate, insanın tabiattan elde edeceği yasaların yardımı ile ancak ulaşılabilecektir. Burada akla atfedilen özellik şudur: akıl varlığa bütünüyle nüfuz edebilen, varlığın künhüne varabilen ve bunun neticesinde de bize yasa getiren bir özelliğin sahibidir. Burada hiçbir şeyden etkilenmeyen, bütünüyle saf bir akıl anlayışıyla karşı karşıya geliyoruz. Saf akıl anlayışı modernist düşüncenin daha sonra önemli bir zaafı haline gelecektir. Yalnız bununla sınırlı değil, modernist anlayışa göre ‘dil’ de saftır, yani aklın bulduğu her yasayı, bilgiyi o saf haliyle insana kolayca iletebilmeye imkan veren bir kapasiteye sahiptir. Dolayısıyla varlığa ait bilgi o varlığın bizzat kendisini bütünüyle yansıtan saf bir bilgi olarak akıl tarafından elde edilirken, dil tarafından da bu anlaşılır iletilir duruma getirilmektedir modernite ye göre. Bunun mümkün olamayacağını, aklın bu süreçlerde kendinden de bilgiye bir şeyler kattığını ilk defa İ. Kant dile getirdi. Fakat Kant’ın dile getirdiği yanlışlığın yine akıl tarafından telafi edilebileceğine inanıldığından, akıldan ve onun inşa ettiği model dünyadan insanlar fazla şüphe duymadan 1945lere kadar geldiler. Deyim yerindeyse iki bomba modern projeye duyulan imanı olduğu kadar aklın inşa ettiği pozitivist imanın yada ideolojiyi de ciddi şekilde kırılgan hale getirdi. Aslında bu, aklın artık akılla tamir edilemeyeceğini gösteriyordu.
Birinci ve ikinci dünya savaşları ile birlikte modern zihinde oluşan karabulutlar; insanlığı özgürleştireceğini iddia eden aydınlanma projesinin kendi karanlığını beraberinde getirdiğine işaret ediyordu. Atom bombasının patlaması, tarihin mükemmele doğru bir evrim süreci içinde olmaktan çok, insanın kendi elleriyle kendini yok etmeye hazırlandığına dair düşünceleri kuvvetlendirdi. Böylece aydınlanma projesi yoğun bir şüphe altına girdi.

Özellikle atom altı fiziğin gösterdiği gelişmenin modern felsefe ve düşünceyi ciddi bir sarsıntıya soktu. Aklın ve dolayısıyla bilimin bize mutlak bir bilgi sunmayacağı, bilimin kesinlik iddiası taşımayacağı fikri giderek taraftar bulmaya başladı. Eğer bize bilim mutlak doğruyu söyleme kapasitesine sahip değilse bizim kim olduğumuzu ve neye göre yaşayacağımızı nereden ve nasıl öğrenecektir. 1960’lardan itibaren bilim felsefesinde meydana gelen bu gelişmelerin siyasete, sosyolojiye yansıması uzun sürmedi. Yeni felsefe hakikatin insanın dışında yani nesnel değil öznel olduğunu, yine gerçekliğin yoruma bağlı olduğunu, sürekli ve evrensel değil geçici ve bağlamsal olduğunu söylemeye başladı. Bu epistemolojide, dolayısıyla, bilginin teorik yapısında ciddi bir alt üst oluş anlamına geliyordu. Dolayısıyla, 1960’lardan itibaren bilimin evrensellik iddiası tartışılır olmaya başladı. Bilim mutlak bilginin sahibi değilse, biz hangi iddianın sahibi olabiliriz denmeye başlandı. Eğer hakikat evrensel değilse kişinin kendisine bağımlı ise hakikatin sürekliliğinden bahsedilmiyorsa bu durumda aydınlanmanın hakikat tanımının hegemonik bir özellik taşıdığı iddia edilebilinirdi. Nitekim edildi de. Bu durumda bir dünya görüşüne ait bir değerin başka bir dünya görüşüne ait değerle mukayese edilemezliği, hiç kimsenin kendi değerlerini başkalarınınkinden üstün olduğunu savunamayacağı gibi yeni bir felsefe ile karşı karşıya geldik. Böylece dinlerin ve toplumların değerlerinin, yaşam tarzlarının birbirlerinden üstünlüklerinin asla tartışılamayacağını savunan yeni bir kültürle yoğrulmaya başlandık. Bu, her şeyi izafileştiren yeni bir düşünce tarzını aslında ifade ediyor; yeni bir felsefeyi yani post modernizmi.

Göreceliliğin siyasi ve sosyal hayata girmesi sağlanmış oldu böylece… Bu arada yeni durumu izaha çalışırken yeni toplumsal, ekonomik ve siyasal kırılmaların olacağını söyleyebilir miyiz?

Bu yeni dönemin yarattığı süreçlerde üç büyük, derin ve keskin kırılmadan geçtiğimiz söyleyebiliriz. Bunlardan biri kapitalizmin uğradığı mantıksal kırılma yada dönüşümdür. Kapitalizmin tabiatı özelliğini korurken kapitalist üretimin mantığı ciddi bir dönüşüm yaşıyor. İkincisi ise, toplum dediğimiz sosyal varoluşun mantıksal bir dönüşümden geçmesidir. Monoblok toplum anlayışı geride kaldı. Aslında zaten toplum hiçbir zaman teoride tanımlandığı gibi olmamıştır. O her zaman farklıydı. Ama ulus devlet kendi hegemonik gücü altında onun homojen bir birliktelik tarzı olarak görüyordu. Üçüncü olarak, toplum dediğimiz varlığın idare tarzı olan demokrasinin mantığında meydana gelen dönüşümdür. Yeni dönemde mantığı değişmiş bir üretim biçimi, mantığı değişmiş bir toplum hali ve mantığı değişmiş bir siyasal yapı bulunmaktadır. Peki bu ne anlama geliyordu? Kapitalizmin mantığı değişirken bunun meydana getireceği siyasal ve sosyal neticelere baktığımızda öncelikle yeni bir tüketim kültürü ile karşı karşıya olduğumuzu belirtmeliyim. Bu, klasik diyebileceğimiz dönemden farklıdır. Bu, tüketim kültüründe doğru olanı belirleyen bizzat insanın bedensel deneyimidir. Çünkü farklı deneyimlerin üstünlüğü tartışılamadığı gibi, bireyin deneyiminin hakikatini bildirecek bir güç veya kaynak bulunmamaktadır. Zira hakikat artık ‘dışsal’ değildir. Burada yeni bir sosyal ve siyasal deneyim tarzının da ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Üretimin mantığı değişiyor, birçoğuna göre bu Fordist üretim mantığının değişimidir. Ama şu bir gerçek ki bu yeni üretim biçiminde tüketim alışkanlıkları ciddi bir dönüşüme uğramaktadır. Ortaya sadece tüketim için yaşayan ve bu tüketimi de kendi bedeninin hakikati olarak değerlendiren yada bedeninin hakikatinden hareket ederek yeni bir tüketim modeli geliştiren bir insan modeli ve tüketim tarzı ile karşı karşıyayız. Bu durum Müslüman cihetinden yeni bir trajediye işaret ediyor. Şalvarı yada tesettürlü giyimi içinde kendine ait olduğuna inandığı bedeninin, bu yeni tüketimin alışkanlıklarını edindiğinde bu bedenin artık ne kadar kendine ait kaldığını düşünmek, günümüzün Müslümanlığını belirleyen bir karar sayılır.

Modernitenin ve dinlerin hakikat algısı verili olduğu için post modern durumun modernitenin hakikat algısını yapı bozumuna uğrattığı zaman zorunlu olarak hakikatin tekliği inancına sahip olan dinin değerlerine de zarar vermekte olduğunu söyleyebilir miyiz?
Hakikatin öznelliği meselesi, doğal olarak bir özne olarak bireyin dini anlama ve algıma mantığının biçimini de dönüştürüyor. Bu kültür içinde kişi dindardır, ancak kendi dininin öngördüğü mantığı da yapı bozumuna uğratarak kendi mantığına göre yeniden düzenleyen bir dindardır. Bu durumda Kutsal Kitabın sonsuz yorumu, ahlakın sonsuz anlaşılma biçimi, yani bizi ortak kılan, bir araya gelmemizi sağlayan ontolojik düzlem parçalanmaya başlamıştır. Ama çoğu zaman dindar insan bu ontolojik zemini çatlattığının, kırılgan hale getirdiğinin dolayısıyla anlam kaybına uğrattığının farkında değildir. Bu durum post modernliğin mantıksal dönüşüme uğratarak oluşturduğu kuşkucu kültürün bir sonucudur. Bu kuşkucu kültür, bireyin, toplumun ve demokrasinin dönüştürülmesini sağladığı gibi iletişim aygıtlarıyla da bu kültürün bütün yeryüzünde dolaşımını sağlamaktadır. İletişim teknolojisi pozitivizmin kırılmaya uğramasıyla ortaya çıkan kuşkucu kültürü bütün dünyada insanların zihnine yerleştirmekte, bu zihinleri yeniden kendine göre düzenlemektedir. Zihinlerin yeniden inşa edildiği bu süreci, getirdiği tehlikelerle birlikte bir devrim olarak görmek mümkündür.
Yeni post modern durum Müslüman aydın ve entelektüelleri de etkilediği söylenebilir. Özellikle iki isim dikkati çekmektedir. İranlı mütefekkir Abdülkerim Suruş ve Avrupa da yaşayan Müslüman aydınlardan Tarık Ramazan özgürlük söylemine dayanarak yeni bir din algısının oluşumunu savunuyorlar. Buradan kalkarak Müslüman aydınların ve entelektüellerin görecelilikten etkilendiğini söyleyebilir miyiz?
Ben etkilendiklerine, hem de çok etkilendiklerine inanıyorum. Doğal olarak her kesim etkilenmektedir. Önemli olan etkilenmek değil tam tersi bu durum karşısında direnebilmenin yollarını bulabilmektir. Varlıkların çevresine uyum göstermesi insana ait ortak bir özelliğe göndermedir. İnsan, kendi idealleri çerçevesinde yeni bir dünya kuran ve kendisine yönelik baskıları göğüsleyebilen, bunun yollarını bulabilen yegâne varlıktır. Bu durum insanın sorumluluğu ile örtüşmektedir. Post modern durumun bizden isteği, onun inşa etmeye çalıştığı bu mevcut ve verili duruma uyum göstermemizdir. Post modern kültür mevcut durumu muhafazaya yönelik bir tutumu ve kapıyı herkese açık tutarak uyuşturucu bir kültür olarak hem zihinlerimize hem de hayatlarımıza nüfuz ederek onları yeniden düzenlemektedir. Modernitenin kendi ilkelerine uymadığı için hayatımızda dışarıda tuttuğu bazı tutum ve davranışları bu kültür içeriye davet etmektedir. Yani modernite tarafından kadınlarımızın başörtüsü ve erkeklerimizin şalvarı dışlanırken post modernite kültürü bunları içeriye davet etmektedir. Modernleşme bunarlı dışarıda tutarak Müslümanlara cehennem hayatı yaşatırken bugün post modernite aynı hayatı yaratmak üzere bunları içeriye davet etmektedir. Bu kültürün süreci böyle kurgulaması Müslüman zihin için özgürleştirici bir özellik görüntüsü vermektedir. Bir de 28 Şubat gibi bir baskıyı yemişseniz, bu reddedilemez bir davete dönüşmektedir. Hele dünya sevgisinin giderek kök salıp kuvvetlendiği kalplerin sahibi durumundaki Müslümanların yediği bu tokat onlara acı verirken bu yeni özgürlükçü söylem çok davetkâr ve kışkırtıcı olmaktadır. Müslümanların bu davete icabet ettiklerinin inkârı gerekmemektedir. Fakat Müslümanların kahir ekseriyeti bu davetin sadece Müslümanları şekilleri ile kabul ettiğini ancak hakikat algılarını dışta tuttuğunu ve bu kültürün kendi hakikat temelini görecelilik üzerine kurduğunu maalesef görememektedirler.
Yaşanan bu yeni durum, Batı’nın özgürlük anlayışını kendi ülkelerinde bulamayan, böyle bir özgürlük anlayışının İslam’da olmadığını düşünenler; post modern kültürün inşa ettiği yeni zihinsel algıdan hareket ederek İslam’ı yeni şartlara uyum gösterecek şekilde yeniden yorumlamak istemektedirler. Elbette bu yeni bir durum değil, dün sosyalizme göre, moderniteye göre İslam’ı yorumlarken bugün de post moderniteye göre, daha doğrusu Neo Liberalizme göre İslam’ı yorumlamaya başlamış oluyoruz. Fakat bütün bu yorumlar içerisinde modernitenin ve İslam’ın monist hakikatleri kendi konumlarını muhafaza ediyorlardı. Fakat bu yeni kültür monist bütün hakikat anlayışlarını özgürlük bulacakları vaadi ile bütün hakikatleri kendi göreceli dünyasına davet ettiğinde, özellikle de İslami hayat biçimimizi naif ve kırılgan hale getirdiğinin farkına varamıyoruz. Yoksa birazda fark etmek mi istemiyoruz pek emin değilim.

Sizin konu ettiğiniz iki kişiden özellikle Abdülkerim Suruş üzerine konuşursak eğer; Suruş sürpriz biri değil, sofistike bir sunumu da yok. Yorumlamada kullandığı yöntem batıya aittir. Bu da O’nu bırakın özgün kılmayı bütünüyle taklitçi yapıyor. Suruş bence Popperci yaklaşım biçimi ile İslami görüşü, İslami yaşam biçimini ve İslami düşünceyi yeniden yoruma tabi tutmaktadır. Bu yöntemin doğal bir neticesi olarak bilhassa Müslüman Alimleri hedef almakta, zira fakih yada müçtehitler Popperci bilgi anlayışının temsil ettikleri otorite olarak kabul edebileceği işlev görmemektedirler. İctihadi bir mesele İslam’ın ilim geleneğinin belirlediği süreçler içinde düşünülüp karara varılmak zorundadır. Yoksa Popperciliğin söylediği gibi onun doğruluğu rasyonel aklın eleştirisinden geçirilerek değil. Kaldı ki İslam’da içtihat bir ‘doğruluk’ meselesi değildir. Hiçbir zaman da olmamıştır. İslam’da bu daha çok bir ‘isabet’ meselesi olmuştur. Yani Suruş’un yeniden yoruma tabi tutma biçimi Popper’ci bir yöntemdir. Yeni bir ufuk açmadığı gibi bizi ancak Neo Liberalizme taşıyıp götürecektir. İlgi çekici bir şekilde Poppercilik daha önceleri Marksizm’e karşı kullanılmıştı. Popper’in ‘Açık Toplum ve Düşmanları’ adlı kitabı bir zamanlar oldukça revaçtaydı. Son zamanlarda dikkat çeken şey İslam’ın ‘yapı bozuma’ uğratılma çabalarında Popperci felsefenin etkinliğidir. Pozitivist paradigmanın kırılgan hale gelmesinde oynadığı önemli rol ile Poppercilik dikkat çekmektedir. Aynı neticenin İslam’ın paradigması için geçerli olacağını düşünmek de doğal karşılanmalıdır.

Post modernitenin devreye girerek kuşkuculuğu bir kültür ve yaşam biçimine dönüştürmesi modernitenin zihni üzerine kuşkular ve ciddi kırılmalara neden olabilmektedir. Bu önemli ancak Hegemonik gücün 11 Eylül ile birlikte başlayan ötekileştirilmiş İslam dünyasına yönelik saldırının arka planında yatan şey sizce ne olabilir? Özgüven kaybına yönelik bir durum mu var?
Kişisel kanaatime göre göreceli kültür, o kuşkucu kültür, hakikatin hiçbir biçimini tanımak istemeyen kültür batıda bir özgüven kaybına neden olmuştur. Bu çeşit epistemolojik kopuşlar ender olur, ancak aynı zamanda müthiş bunalımlara sebebiyet verirler. Yaklaşık 400 yıldır Batı kendisine çok güveniyordu. Batı, sadece doyumsuz bir zenginliğe ulaşmadı aynı zamanda modernitenin kendisine sağladığı teknoloji ve kültür ile dünya üzerinde belki de ilk kez bir hegemonya kurdu. Bütün dünyayı, kendini merkeze alarak yeniden düzenledi. Bugün biz küreselleşme dersek ancak batı merkezli bir kültür, siyaset ve küreselleşmeden söz açıyoruz demektir. Bu durum yeryüzünün tanık olduğu bir şey değildir diye düşünüyorum. Mutlak hakikatin kendi kültüründe mevcut olduğundan şüphesi olmayan batı düşüncesinin kendi hakikatinden kuşkuya neden olan bir felsefi düşünceye ulaşması, batının kendisinde siyasal ve sosyal kurumlarında ciddi bir özgüven kaybına neden olmuştur. En azından toplumu nasıl artık bir arada tutabilirim gibi bir sıkıntı söz konusudur. Nasıl bir temelde ve hangi idealler adına bir birlik sağlanabilir? Bu sorunun şimdilik ciddi bir cevabı bulunmamaktadır. Dolayısıyla özgüven kaybından kaynaklanan bu yeni durum batı için kendi dışındaki kültürlerle sorunlara neden olmaktadır. Bu açıdan bakıldığında İslam’ın neden bir din değil de bir sorun olarak görüldüğünü anlamak kolaylaşıyor. İslam, batının post modernite ile ulaştığı yeni değerleri yok sayan ve bu yeni dönemde tek alternatif bilgi, yaşam biçimi sunan bir din olarak ortaya çıkmasıyla hem dikkat çekiyor hem de önem taşıyor. İslam’a inanıp inanmamak şüphe yok ki insanlara ait bir tercihtir. Ama İslam bir alternatiftir hiç kimse bunu yok sayamaz ve reddedemez. Bu hususta bir alternatif olarak Uzak Doğu felsefe ve dinlerine bakıldığı zaman post modern felsefenin taşıdığı hakikatten bağımsız bir hakikat algısı olduğunu söyleyemeyiz. Uzak Doğu felsefe ve dinlerinin sosyal ve siyasal boyutuna baktığımız zaman batıyı taklit eden bir tutumu içerdiğini söyleyebiliriz. Dolayısıyla batıya bilgi ve hayat düzeyinde alternatif değillerdir. Uzak Doğu- Batı ilişkilerinde bir taklit ve tüketim tarzı yatmaktadır. Bu haliyle tabii olarak Batı bunlardan kuşku duymamaktadır. Kaldı ki siyasal, sosyal ve hukuki düzlemde ellerinde fazla imkanları olmadığını da biliyoruz. Pagan bir kültür post modernitenin yeni paganizmine karşı bir alternatif olarak düşünülemez.
İslam söz konusu olduğunda Müslümanların kısmi bir taklit ilişkisine sahip olduklarını söyleyebiliriz. Ama buna rağmen İslam düşüncesi mevcut durumu, geçerli bilgi biçimini ve yaşanan hayat tarzının sürekli olarak sorgulamakta, buna muhalefet etmekte ve söz konusu hususların meşruiyetini tartışmaya açarak onları anlam krizine sokmaktadır. Peki, ona bu direnci veren nedir?
O’nun post modernitenin çoğulcu ve şüpheci kültürüne katılmamasını sağlayan şey nedir?
Kendi hakikatinden kuşku duymayan bir dünya ve din ve onların dünyası ile kendi dünyasına ve kültürüne kuşku duyan bir dünya ve onun kültürü ile karşı karşıya geldiğini düşünüyorum. Bu durum 400 yıldır kendi güvenliğinden kuşku duymayan bir zihin için şok edici bir etkidir. Ortadoğu’da gelişen olayları –petrol, ekonomi, enerji evet bunların önemli olduğunu kabul ediyorum – bu özgüven kaybının getirmiş olduğu durumdur. Batılı güçleri ellerinde artık tek imkan olarak kalan savaş makineleri ile orta doğuya getiren sebeplerin en önemlisinin bu olduğunu düşünüyorum.
Bugün batı uğradığı özgüven kaybının üstesinden gelemeyeceğini biliyor. Bu durum müthiş bir toplumsal çözülmeyi ve o nispette bir konformizmi beraberinde getiriyor. Bu süreç aslında batının tarihsel evriminin onu getirdiği yerdir. Batıyı bu noktaya getiren paradigma acaba kendi içerisinde bu yarayı sarabilir mi, kendisi için bir tedavi imkanı bulabilir mi?
Kendi imkanları içinde bir çözüm bulabileceğini sanmıyorum. Batının Greklerden gelen tarihine baktığımızda bunun olabileceğini söylemek zor. Bu durumla mukayese edildiğinde İslam bir meydan okumadan çok kendi ayakları üzerine durmakta ve kendi hakikat algısından taviz vermeksizin ayakta durmaktadır. Bu gün batı bu duruşu bir tehdit olarak algılamaktadır. Bu yüzdende batı, İslam dünyasından ya kendisine benzemesini yada zararsız hale getireceğini söylemektedir. Bu, küreselleşme kılıfı altında yapılmaktadır. Batının bu iki seçenekli tavrı aslında onun tarihsel tecrübesine de uygundur. Zira Batı düşüncesi kendi dışındaki felsefi ve dini düşüncelere sadece iki seçenek sunmaktadır: Ya asimile olmak veya elimine olmak! Modernitenin tarihi bu durumun ifadesidir. Sömürgecilik, emperyalizm, batılılaşma; bütün bunlar batı tarihinin asimilasyoncu ve eliminasyoncu tarihinin laboratuarıdır.

Günümüzde İslam dünyası ile batı dünyası arasındaki ilişki yeniden bu noktada düğümlenmektedir. Bu bize şunu ifade etmekte; İslam ile modernite ve post modernite ilişki biçimi sorununu! Ben tarihin bu kırılma noktasında Müslüman entelektüellerin bu konuyu çok daha derinlemesine düşünüp, tartışıp, konuşmaları gerektiğine inanıyorum. Hatta bunun tek çıkış yolu olduğunu düşünüyorum. Ancak bu konuda da büyük bir çekimserliğin olduğunu söylememiz mümkündür. Acaba böyle bir durumda İslam dünyasının- Batı’nın taşıdığı kuşkucu kültürün getirdiği problemlerle birlikte- küreselleşme ve post modernleşme ile ilişkilerini yeniden düşünebilir miyiz? İçinde yaşanan totaliter ve tahakkümcü rejimleri bahane ederek daha nereye ve ne zamana kadar bunları tartışmayı erteleyebiliriz?
Bunları tartışmayan Müslümanların, bir gün bunların tutsağı olması kaçınılmazdır. Aynen bugün Neo Liberalizmin tutsağı olduğumuz gibi. Kanaatimce bu meselelerde Müslümanların önünde iki tercih bulunmaktadır. Müslümanlar ya İslam’ın teorik yapısına dönerek kendileri için yeni bir paradigma inşa edecek ve bu post modern dünya ile entelektüel bir hesaplaşmanın içine gireceklerdir. Bu paradigma ile kendilerine ait bir dünyayı ve böyle bir dünyanın tüm insanlık için bir kurtuluş ve rahmet olduğunu açıkça ilan eden bir dünyayı inşa edeceklerdir. Ya da batıdan elde ettikleri araçlarla, imkânlarla, kavramlarla, kalıplarla ve hepsinden önemlisi ideallerle İslam’ı yorumlayacak, İslam’ı batının bir parçası, yani modern veya post modern dünyanın bir parçası haline getireceklerdir. İkinci şık; modern uygarlığın taşıyıcılığını yapmaya talip olmaktır, ki bu, Müslümanları nesneleştirecektir. İlk şık Müslümanları özne olmaya davet etmektedir. Bir özne olarak bu uygarlığın insanlığı içine soktuğu ciddi felaketleri deşifre ederek modern- post modern uygarlığın dışında insanlığa yeni bir gelecek ve yaşama biçimi sunma iddiası taşımaktadır. Kanımca her şey burada düğümlenmiştir!
O zaman temel sorun şu: Kaos diye nitelenen yeni durumu, ya dini hakikatin penceresinden görerek veya modernitenin monist hakikat bakışından bakarak bir kaos ve karmaşa nitelemesi yapılmakta. Öyle mi?
Burada dinin(İslam’ın) monizmi ile modernitenin monizmi arasında bir ayrım yapmak lazım. Şimdi Batı’da -eski Greklerde de durum böyleydi- düzen kaostan çıkmıştır. Ama her zaman kaosa dönme ihtimali vardır. Düzenin, yani kozmosun tekrar kaosa dönüşmemesi için ona dikkat edilmesi gerekiyor. Eski Greklerde felsefenin önemi birazda buradan geliyor. Batı düşüncesi düzen ile kaos arasında her zaman sıkı bir ilişki kurmuştur. Bu en azından günümüzün post modernist anlayışına kadar böyleydi. Tabii ki burada kaos derken düzenin karşıtı olan karmaşayı, belirsizliği kast ediyoruz. Düzen, modern dönemde bilimin imkanları ile kuruldu. Elbette ki burada zihnimizin düzeni ve onun zıddı olan kaosu okuma biçimi önem taşır. İzninizle Müslüman muhayyile ile batılı muhayyilenin kaosu okuma farkına bir örnek verelim. Hac bu konuda kanımca iyi bir örnektir.hac’ın gerçekleştiği mekanlara baktığımızda kozmostan gelen bir zihin için bu merasim bir kaosu çağrıştırır. Şeytan taşlama, Arafat’ta vakfe durmada vs. gibi. Ancak Kabe, etrafında tavaf yapıldığında veya ezan okunduğu vakit o muazzam kaos düzene dönüşüverir. Dışarıdan komut yoktur. Ama herkes ne yaptığını ve ne yapacağını bilir. Müslüman’ın yaşadığı sosyal hayat da böyledir. Bir cihetten sosyal dediğimiz hayat Müslüman’ın ne yapacağını bildiği bir hayat türüdür. Demek ki İslam kozmosu rasyonel kriterler ile tanımlamıyor. Aksine batının kozmos tanımı rasyonel olduğundan buna uymayan sosyal yapıları kaos olarak tanımlamaktadır. Rasyonel olanın dışında kalan her şey ona göre kaostur. İslam’ın kozmos tanımından hareket ettiğimizde görülecektir ki İslam niteliği farklı muazzam bir özgürlük alanı insanlara sunmaktadır. Yani, kaos, düzensizlik olan, bu yüzden de bir dış müdahale ile düzene dönüşmesi gereken bir yapı, İslam’da ezanla birlikte gönüllü katılımla bir düzene dönüşüveriyor. Sizi herhangi bir düzen, düzen haline getirmiyor. Batı’da ise düzen insanı düzenler! Yâda bir üst kurum sizi düzenler. Ancak günümüzün yeni teorilerinin ışığında bu klasik düzen ve kaos ilişkisi değişiyor. Artık kaosun da kendi içinde bir düzen taşıdığı fikri yaygınlık kazanıyor. Bu da bize batılı mantığın dönüştüğüne işaret ediyor.
O zaman şunu söyleyebiliriz sanırım! Karmaşa yeni bir düzenin işareti olarak okunmalıdır, öyle mi? Amerika’nın Ortadoğu üzerine uyguladığı baskı politikaları ile – Afganistan, Irak işgali vb.- bir kaos ve karmaşa oluşturarak bir düzen inşa etme isteğinde olduğunu belirleyebiliriz, değil mi?
Burada kanımca iki boyut vardır. Olayın silahlı boyutu ile ‘kültürel’ boyutu gibi. Kültürel boyutu; ılımlı İslam, kültürel İslam, ve daha çok Popperci veya Neo Liberal yorumla oluşan İslam algısı. Fakat burada öngörülen değişimin odağında aslında kadın bulunmaktadır. Özellikle kadın üzerinden gerçekleştirilmek istenen yapısal bir değişim öngörülmektedir. Sosyal değişimin gücünü bu oluşturmaktadır. Unutmamak gerekir ki kadın ve erkek arasındaki ilişkilerin değişmesi veya değiştirilmesi sıradan bir ilişki biçiminin değişmesi olarak algılanamaz. Kadın ve erkek arasındaki ilişkiyi bir toplumun inanma biçimini, dünya görüşünü yada kimliğini ifade eder. Bu yüzdende kadın ve erkek ilişkilerinin yeniden tanzimi toplumun dünya görüşünün de yeniden tanzimi demektir. Modernite semavi dinlerin ‘yumuşak karnı’ olarak hep kadın erkek ilişkisini, özellikle mahremiyeti hedef alır. Bu saydıklarımızın bağlamı içinde kültürel diyebileceğimiz bir değişim söz konusu. Ayrıca elbette ki Batı bu değişimi sağlayan bir unsur olarak askeri bir dil de kullanmıştır.
Batı, bugün kendisine yönelik tehdit algısının sahibi olarak din ve onun müntesiplerine karşı her zaman olduğu gibi bu günde askeri ‘dil’ kullanmaktadır. Bu onun kolonyalizminden gelen geleneksel diline çok uygun bir dildir. Ancak bugün bu dilin İslam karşısında iş görmesi biraz zor, bunu kendileri de biliyor. Post modernist dönemde kültürel boyutun kazandığı önemin o da farkındadır. Dolayısıyla kültürel boyutun İslam dünyasının değişimi konusunda önemli bir faktör olduğunu, bu faktörü batının fazlasıyla zorlayacağını görmemiz doğru olur. Bütün bu olanlar karşısında ne olabilir diye baktığımızda, kişisel kanaatime göre, buradaki sorun şudur: ortada bir kaos oluşturma uygulaması var. Peki, bu kaostan bir düzen çıkar mı? Çıkar, en azından bu kaostan Müslümanların talepleri çıkmaz. Bu ise önemli bir husus olarak görülmektedir. Şunu kabul etmemiz gerekir ki, bu öyle başıboş bir kaos nitelemesini hakkeden bir karmaşa değildir. En azından ben öyle düşünüyorum! Bu kaos sürecinde, dikkatinizi çekerim, Irak’taki Müslümanların başlangıçtaki bir takım varolan talepleri artık gündemden düşmüştür. İslam devleti, İslami idare kurma gibi talepler... Kaos durumu bu düşünceyi gündem dışına itmiştir. İkincisi bu kaos ne getirebilir? İslam dünyasındaki İslami toplumsal ve siyasal talepleri çözüyor, toplumsal algıyı değiştiriyor ve toplumsal ilişkiye hâkim, toplumsal hayatımızda ne kadar kalmışsa, İslami değerlerin, ilişkilerin bütününü çözüyor. Bu çözüm ise, post modern dönemde mantığı ciddi bir şekilde dönüşüme uğramış yeni liberal demokrasi için bir hazırlık olarak anlaşılması mümkündür diye düşünüyorum.

Son olarak Müslüman aydınlar ve entelektüeller ne yapmalı? Kendi hakikatlerine sarılarak mı ayakta durmalıdırlar?
Müslüman aydınlar kendilerine ait hakikati hangi okuma biçimi ile savunacaklar. Popper’ci akılla mı, Newton’un aklı ile mi? Veya bazı sınırlı kesimlerin hala terk edemediği Marks’ın aklı ile mi okuyacaklar? Açıkçası ben klasik ulemamızın aklı ile yeni bir okumanın gerekli olduğuna inanmaktayım. Tercihlerimin içinde başta Gazali gelmektedir. Modern- post modern aklı Gazali’nin aklı ile okumak bana müthiş bir zevk veriyor.
Dolayısıyla burada meseleleri öncelikle hangi akıl ile okumamız gerektiği konusunu gündeme getirmemiz şart! Ancak esas üzüldüğüm şey Müslümanların bu işe talip gözükmemesidir. Bu asla bir ümitsizlik değildir, ancak talip olmak bir görevdir. Göreve sadakat göstermemiz lazım. Şunu da söylemeliyim ki bunun böyle gitmeyeceğine dair inancım tamdır. Allah’ın izni ile bu fetret dönemi kapanmak üzeredir.
Bu verimli konuşmanız için Teşekkür ederiz Abdurrahman Bey
Ben teşekkür ederim...

2 yorum:

Adsız dedi ki...

Hocam,
son 150 yılın felsefe savaşşalına etkileşim noktasından güzel bir bakış açısı getiren bu söyleşiyi "yeryüzü gündemi"ne taşıdığın için teşekkürler.

SERKAN YENİCİ

Adsız dedi ki...

prondzynskis establishes arrived blurbs channelled inexorable emed overly listeners izfr turner
masimundus semikonecolori