13 Kasım 2007 Salı

BOP,İslam’ın Pasifize Edilmesini Esas Alan Bir Projedir.

Abdurrahman ARSLAN




Cevap 1- Büyük Ortadoğu Projesi, kanımca Amerika’nın İslam dünyasını küresel sisteme dahil etme, böylece sisteme karşı muhalefet gücü taşıyan ve ciddi şekilde muhalefet etmekte olan tek odağın, yani İslam’ın pasifize edilmesini, zararsız hale getirilmesini esas alan bir proje olma özelliği taşıyor. Bunun yeryüzünü kendine göre düzenleyerek hegemonyası altına almakta olan küresel sistemin sahipleri için fazlasıyla önem taşıdığını söyleyebiliriz. İslam dünyası, yaklaşık bir buçuk milyarlık nüfusu, en önemlisi, temsil ettiği farklı dünya görüşüyle, bugün her şeyi kendine benzeterek yutmakta olan küresel sistemin dışında duran; her türlü teşvik ve aynı nisbette her türlü tehdite rağmen kendi farklılığına vurgu yaparak ‘içeriye’ girmek istemeyen, yani batılı kültürel/siyasal hegemonyaya karşı direnme kararlılığı gösteren ve bunun yanında ‘paradigma dışı’ bir muhalefeti temsil etmesiyle önem taşıyor. İslam dünyası küresel sistemin dışında, ya da kendi başına bırakılamayacak kadar bugün önem taşıyor; bu önemi petrol/iktisadi sebeplerle açıklamanın ise, Müslümanlar için müthiş bir hata olacağını söyleyebiliriz. Bu yüzden söz konusu olan projenin başlangıç olarak iki hedefi olduğuna inanıyorum. Bunlar biri, İslam’ın dönüştürülmesi, yani küresel değerler ve hedeflerle uyumlu hale getirilerek,Protestanlaştırılmasıdır. Diğeri de Müslüman dünyanın bu temelde, dolayısıyla küresel değerler ekseninde yeniden düzenlenmeye tabi tutulmasıdır.

Bu nedenle, kanımca Müslüman dünya, bugün kendi tarihi içinde vuku bulan ikinci bir düzenleme faaliyetinin ‘nesnesi’ olmakla karşı karşıya bulunuyor. İlk düzenleme, birinci Dünya Savaşı’yla beraber Müslümanlar ve onların üzerinde yaşadıkları topraklarla ilgili olmuş; İslam dünyası siyasal ve coğrafi olarak her biri kendi ırkı için kendine, fakat daha sonraları açıkça görüleceği gibi asla bulamadığı, bir istikbal/egemenlik arayan ulus-devletler haline getirilmeleriyle neticelendiğini biliyoruz. Oysa bugün karşı karşıya bulunduğumuz bu ikinci düzenleme oldukça farklı bir özellik taşımakta, esas olarak bizzat İslam’ın kendisini hedef almakta; İslam’ın anlaşılma/yaşanma ve küresel dünyayla uyumuyla alakalı, geniş kapsamlı amaca sahip bir proje saymamız gerekiyor. Dolayısıyla bu düzenleme ilkinde olduğu gibi maddi/fiziksel olmaktan çok, daha soyut ve muhteva ile ilgili bir özellik taşımaktadır.Aslında İslam’ı ya da Müslümanların İslam’ı yaşama ve düşünme tarzlarını hedef aldığı halde, bu projenin coğrafi içerikle isimlendirilmesini kendini masum göstermeye matuf bir çaba olarak görmemiz gerekiyor. Ne var ki bazı Müslümanların zannettiği gibi bu, asla masum bir proje değildir; tersine Müslümanların geleceklerini ipotek altına almayı ve kendine göre yönlendirmeyi esas almıştır. Fakat görünen o ki, bunu yapabilmesi için önce Müslümanlara bayağı geniş ve ‘yeşili’ bol bir ‘İslami elbise’ dikeceğe benziyor; bunun yanında görünüşte İslami motifler taşıyan bir hayatı, muhteva olarak modern/postmodern değerleri temsil edecek şekilde yeniden inşa edeceğe benziyor. Bundan sonra Müslümanların, bunun aldatıcı yardımıyla öze ait taleplerinden vazgeçmeleri sağlanmaya çalışılacak, çok önemli asli unsurlar ise asla işlevsel kılınmayacaktır. Ama Müslümanların bu elbise içinde zihnen ve amel/hayat pratiği olarak çözülmeye uğrayacağı; İslam formel düzeyde yaşanırken, aynı zamanda, küresel kültürün kalıpları içinde süreçlendirilmiş mevcut hayatı onaylayan bir din anlayışı halini alacağı varsayılmaktadır. İslam dünyasının böyle muhteva olarak derin, fiziksel olarak geniş kapsamlı bir düzenlemeye tabi tutulma ihtiyacının hasıl olması, her şeyden evvel bugün dünyanın içinden geçmekte olduğu köklü değişim ve dönüşümlerle alakalı olduğu kadar, İslam ve İslam dünyasının küreselleşmeyle olan ilişkisiyle de alakalı bulunmaktadır.Her şeyi izafi bir temel oturtmak veya her şeye izafi bir içerik katmak isteyen küresel felsefe ve onun kültürü, kendine ait bir hakikat anlayışına sahip her düşünceyi, ideolojiyi, dünya görüşünü ya da inanma biçimini ve tabii ki dini, bugün kendine ve kendi siyasal düzenlemesine yönelik bir tehdit şeklinde algılamaktadır. Bu yüzden barış ve güvenliğin nihai kaynağının her hangi bir başka yerde değil, sadece neoliberal/küresel değerlerde aranması gerektiğine sık sık vurgu yapmakta; özelde ise İslam ve Müslüman dünyanın bunu onaylamasını istemektedir. Zira küresel sistem kendi güvenliğini, İslam’ın modern dünyayı kendine göre düzenleyen sistem ve uygarlıkla veya neoliberal ideolojiyle uyumunda görmektedir. Bu ideolojiye uyum göstermeyen herhangi bir şey, potansiyel tehlike, zararsız hale getirilmesi gereken bir hedef olarak görülmektedir.Burada, Büyük Ortadoğu Projesi bağlamında söz konusu ettiğimiz düzenlemenin üç önemli temelde gerçekleştirilmeye çalışılacağı veya bu düzenlemeye işlerlik kazandırılacağını söyleyebiliriz. Bunları askeri, iktisadi ve kültürel olarak sınıflandırabiliriz. Projenin askeri yönden sorumluluğu, görünen o ki, NATO’ya verilecek; gerektiğinde güç kullanımı NATO kanalıyla meşrulaştırılacaktır. Böylece NATO, İslam dünyasını –daha önce ‘demir perde’ ülkelerine yapıldığı gibi- kuşatma ve gözetim altında tutan ve bundan sorumlu olan bir yapıya dönüştürüleceğe benziyor. Zaten bu durum büyük nisbette bugün dönüştürülmüş sayılır. Projenin iktisadi yönden finansmanı eğer anlaşma sağlanırsa, ki sağlanacağına kesin gözüyle bakabiliriz, G-8’ler tarafından karşılanması planlanmakta. Diğer üçüncüsü, muhtemelen en önemlisi medyanın yükleneceği ve yakın bir gelecekte de giderek bombardımanı artacak olan görevidir. Bu iletişim teknolojisinin insan zihninin yeniden şekillendirilmesi hususunda açtığı yeni imkanlarla ilgilidir. Postmodern kültürün ‘erotizm’ yüklü özelliğini burada hesaba katmamız lazım. Dolayısıyla kültürel temeldeki düzenleme, kadın-eksenli yoğun bir medya bombardımanı altında insanlar –bir süreden beri yapılagelmekte olan- İslam’a karşı şüphe altına alınacak, Müslümanlar hayat tarzı olarak çözülmeye ve en önemlisi zihniyet olarak dönüştürülmeye çalışılacağa benziyor. Zaten Müslümanların giderek yaşadıkları gibi inanmaya başlaması, bu hususun yabana atılamayacağını gösteriyor, dolayısıyla diğerlerine cesaret vermektedir diyebiliriz. Son yıllarda medyanın yeni düşünce ve hayat kategorileri/pratikleri sunarak müthiş bir dönüştürücü güç olduğu artık biliniyor. Bilhassa 1980’lerden itibaren toplumun modernleşmesi ve dönüştürülmesi işlevini devletten medyanın devraldığını, bunun da batı-dışı toplumlarda modernleştirici misyonunu kaybeden devleti meşruiyet krizine soktuğunu görüyoruz. Bu yüzden kurucu ideolojilerin içine düştüğü krizi bundan sayabiliriz.Günümüzde küresel ölçekte bütün toplumlar bulundukları/yaşadıkları mekanlar içinde/köylerinde iletişim teknolojilerinin aracılığı ile zihnen dönüştürülmekte; belirli bir düşünce ve hayat tarzını, ona ilişkin davranış kodlarını kolayca zihinleştirmeleri artık imkan dahilindedir. Aslında bu yeni durum, yeni bir iktidar ve tahakküm biçimini temsil etmeye aday olmasıyla, kanımca Müslümanlar tarafından tahlil edilmeyi bekliyor. Aslında bu sürecin İslam’ı, Müslümanlarda artık sıkça semptomlarını gördüğümüz Protestanlaşmaya yönelik yeni kapılar açtığına, bunun ise trajik bir şekilde İslam dünyası için örnek alınacak bir misyon şeklinde görüldüğüne yaşayarak şahit olmaktayız.

C. 2. Büyük Ortadoğu Projesinin, salt İsrail’in geleceğine indirgenemeyecek kadar önemli ve geniş çaplı bir proje olduğunu düşünüyorum. Bu, Batı’nın kendi tarihinde gerçekleşmesi birkaç asır süren bir tecrübenin İslam dünyasına mümkün olan en kısa zamanda neticelerini almak üzere uygulanmasıdır. Bu bir dinin bindörtyüz yıllık tarihi tecrübesine rağmen dönüştürülmesini içeren bir projedir kanımca. Dolayısıyla bu her şeyden evvel batının kendini güvenceye alma isteğini yansıtıyor. Bunun yanında İsrail’in en azından bugüne kadar Batı’nın bir parçası olarak algılandığını biliyoruz. Büyük Ortadoğu Projesi’yle ümit edilen neticeye varıldığında, bu Batı’nın kurduğu dünya sistemini olduğu gibi, İsrail’in güvenliğini de elbette ki teminat altına almış olacaktır. Bu projenin öngördüğü gibi, küresel değerlere göre Müslümanların elleriyle düzenlenen İslam’ın sistemle uyumlu hale getirilmesi; hem Birinci Dünya Savaşı’yla beraber gerçekleştirilen ilk düzenlemeyle İslam dünyasının ‘Ortadoğu’ haline getirilişini –zira bu isimlendirme İngiltere’ye göre yapılmıştır- meşrulaştıracak, hem de güvenlik sorunlarının Batı lehine çözüme kavuşturulduğu anlamına gelecektir. Bu İsrail’in güvenliği için de aynı geçerliliği taşıyor. Kişisel olarak Anglo-Sakson dünyasının, bugün Avrupa’nın yaptığı gibi, orta bir gelecekte İsrail’e verdiği desteği çekebileceğini düşünüyorum; Batı çıkarlarına karşı sonuna kadar muhalefet eden bir zihniyetin sahibi değil.

C.3. Büyük Ortadoğu Projesi’nin her şeyden evvel iktisadi/siyasal bir proje olmadığına inanıyorum. Yani uzun bir zamandan beri bir kısım Müslümanların, Ortadoğu’da cereyan eden hadiseleri, bıkmadan tekrar ettikleri bir açıklama modeli var: ben buna ‘enerji/petrol paradigması’ diyorum. Bu paradigma klasik emperyalizmi açıklamada kullanılan bir model olarak, artık günümüzde cereyan eden olayları açıklayıcı olamadığından giderek tedavülden kalkmakta. Şunu söylemek istiyorum; bugün Ortadoğu’da sürmekte olan olaylar sadece petrol ya da başka iktisadi çıkarlar temelinde açıklanamayacak kadar karmaşık bir özellik taşıyor. Zira Müslümanların yaşadıkları topraklar siyasal/iktisadi kaynaklar olarak zaten Batı tarafından ‘düzenlenmiş’ bir dünya; hem petrolün satışı hem de diğer iktisadi nedenlerle Batı’ya bağlı ve bağımlı bir dünyadır. Bunun yanında Müslümanlar elbette ki petrollerini satmak isteyeceklerdir, kuyularda tutmayı düşündükleri söylenemez. Fakat burada esas söylemek istediğim, olayları sadece iktisadi sebeplere dayandırarak açıklamaya çalışmayı, doğrusu İslami bulmadığımdır. Biz buna Müslümanca bir gözle bakmayı ve bunu öğrenmenin yolunu bulmalıyız diye düşünüyorum. Eğer bu kanaatimiz doğruluk payı taşıyorsa, bugün Büyük Ortadoğu Projesi’nin birinci dereceden dini/kültürel/sosyal bir proje olduğunu kaydetmemiz gerekiyor: dolayısıyla sorun birinci dereceden Müslümanlarla ilgili olmaktan önce, İslam’la ilgilidir. Bir ‘hayat tarzı’ olarak İslam’ın, başka bir hayat tarzı bağlamında yeniden düzenlenmesi; tevhid ve adalet dini olan İslam’ın, izafiyeti esas alan sözüm ona çoğulcu bir dünyada yeniden düzenlenmesi; böylece İslam’ın küreselleşme süreçleriyle uyumlu hale gelmesi ve sisteme entegre edilmesi meselesidir bu. Fakat Müslümanların bunun yeterince farkında olduklarını maalesef söyleyemiyoruz.Öte yandan İslam’ın demokrasiyle bağdaşma sorunu, bugün aslında İslam’ın neoliberal ideolojiyle bağdaşma ya da bağdaşmama sorunudur. Ama kanımca demokrasiyi salt bir yönetme/yönetilme meselesine, dolayısıyla ‘teknik’ bir meseleye indirgeyerek anlamada ısrarlı olan Müslümanlar cihetinden bu projenin, yanlış bir şekilde sadece siyasal veya sadece iktisadi kaygılar taşıyan bir proje şeklinde anlaşılmasına sebep olmaktadır. Aslında demek istediğim şu: Müslümanlar Batı’yı inşa eden temel siyasal/sosyal kavramları, aslında hepsi de ideolojik kavramlardır, kendilerine göre yeniden tanımlayıp, istedikleri hedefler bağlamında kullanma alışkanlıklarını terk etmeleri gerektiğine inanıyorum. Bu pragmatizm bizi zihnen ve ahlaken yıpratmaktadır. "Ben tanımladım, oldu : istediğim bağlamda ve daha önemlisi ‘istediğim sosyal/siyasal gerçekliği inşada kullanırım" gibi bir mantığı terk etmemiz gerekiyor; bu çok zararlı bir inşacı mantıktır. Liberal demokrasinin günümüzde bütün toplumlara ihraç edilmeye çalışılması, serbest Pazar ekonomisine uygun olarak, aslında onun kapitalizmin siyasal ideoloji olmasındandır. Aslında bu proje demokrasi ve iyi tahlil edilmemiş bir kadın meselesiyle İslam’ı ve İslam dünyasını çözmeye çalışmaktadır. Demokrasi ihracı, özgürlük sağlamaktan çok bütün toplumların küreselleşme lehine çözülmesine kapı açmakta; kendinin öngördüğü belirli bir düşünme ve hayat tarzına göre bu toplumların sosyal dünyalarını yeniden inşa etmek istemesiyle dikkat çekiyor. Onları hegemonya yüklü küreselleşmeye karşı korunmasız hale getiriyor. Ama yıllardır otoriter ve tahakkümcü rejimlerin altındaki insanlar için demokrasiye bu boyutları için eleştiride bulunmak, biraz lüks sayılabilir.

C.4. Sanırım evvela şunu hatırlamamızda fayda var: bugün Batı ile Ortadoğu arasındaki ilişki, Batı ile İslam arasındaki ilişkiden başka bir şey değil. Günümüz Amerikan önderliğindeki Batı’nın İslam dünyasına yönelik tavrı, dün sosyalist bloka karşı takındığı tavırdan hiç farklı değil; demek ki Batı eski alışkanlığını sürdürdüğü gibi, bir ideolojiyle İslam dinini aynı düzeyde ele aldığından, aynı zamanda da yanıldığını gösteriyor. Dün sosyalist bloku askeri/ekonomik kıskaca aldığı ve kendi cilalı lüks hayatına insanları imrendirici propaganda yaptığı gibi; bugün İslam dünyasını da aynı şekilde, askeri ve ekonomik olarak kontrol altında tutmakta, Batılı hayatı, kadın hakları, demokrasi ve tüketimi öne çıkartarak kendine göre yeniden düzenlemek istemekte. NATO’yu da nöbet tutmak üzere bu iş için görevli kılmaya çalışmaktadır. Aslında bütün bunlara rağmen yaşanan ciddi sıkıntılar ve hesapların istenildiği şekilde tutmaması, ideolojiyle karıştırılan İslam’ın/İslam dünyasının gösterdiği ‘paradigma dışı’ bir muhalefeti temsil etmesindendir. Bu yüzden de muhalifin ‘dilini’ anlamakta zorlanıyor, dolayısıyla alınan tedbirler istenilen neticeyi vermiyor.Bu proje kapsamında Türkiye’ye düşen önemli görevlerden biri önce NATO ülkesi olmasıyla ilgilidir; diğeri de Batının öngördüğü tarzda şekillendirilmeye çalışılan bir Müslüman toplum olarak Türkiye’nin diğer Müslüman toplumlara örnek olarak gösterilmeye aday seçilmiş olmasıdır. Kanımca bu iki görev aslında birbirleriyle çatışmaktadır; zira jandarmalık görevi örnek alınmaya engeldir her zaman. Zaten tam da burada, bu projenin ‘yerli’ seslendiricileri söz konusu ettikleri ‘Osmanlı Misyonu’ ile jandarmalığa soyunmanın arasındaki hassas farkı gözden kaçırdıklarını görememektedirler; ya da ikisini aynı görevin boyutları olarak kabul etmektedirler, bilemiyoruz. NATO’nun halkı Müslüman olan tek üyesi olarak Türkiye, aslında NATO bağlamında bu projeyle ilgili olarak ciddi sıkıntılar yaşamaya aday görünüyor. Soğuk Savaş döneminde yüzünü kuzeye çeviren Türkiye, nihayette sosyalist bloka karşı halkın görece desteğini alarak yabancı bir ülkeye hasım konum içinde bulunması kolay olmuştu. Halbuki Soğuk Savaş’ın bitimiyle NATO’nun Ortadoğu merkezli, daha doğrusu İslam dünyasına yönelik stratejileri, Türkiye’nin yüzünü kuzeyden güneye çevirmekte. Bu sıradan bir yön değiştirme değil, Türkiye’nin yüzünü kuzeyden güneye çevirmek demek, aslında bir hasım olarak yüzünü ‘kendisine’ ve ‘tarihine’ çevirmesi demektir. Dolayısıyla bu oldukça riskli bir duruma işaret ediyor. Ama bu durum küçük bir azınlığın yanlış bir tarih ‘okuması’, ya da İslam adına tedavülden kalkmış bir sağcılıkla aşılmaya çalışılıyor; hiç te meşru entelektüel temellere sahip bulunmayan, aslında özünde İslam’dan soyutlandırıldığını ustaca kamufle edebilen ve diğer Müslümanlara ‘abilik’ taslamanın imkanı olarak görülen ‘Osmanlıcılık’ ile bunu aşmayı düşünenler yanılmaktadırlar. Bu kabul, İslam dünyasının tecrübe ve entelektüel kapasitesinin ağabeylik taslayanlara şans tanımayacağını görmek istemiyor maalesef. Bu anakronik düşünce Ortadoğu’nun kendi dinamizmi içinde bugün yeniden kurulmakta olduğunu göremediği gibi, bunu bir ‘ihale’ olmaktan çok kendi yeteneğinin bir ürünü sayarak yanılgısını gösteriyor. Türkiye’nin İslam dünyası için model olma meselesine gelince; burada dış güçlerin Türkiye’ye biçtiği misyonun, diğer İslam ülkeleri tarafından kabul görüp görmeyeceğini bir yana bırakarak; model olma derken ne kast edildiği, ne gibi hususlarla ilgili olduğu önem taşıyor. Anlaşılan o ki, model olmak, her şeyden evvel İslam’ın kendisiyle ilgili bir meseledir. Bu da yeni bir şeye, daha çok İslam’ın diğer İslam ülkelerinde görülmeyen yeni bir versiyonuna işaret ediyor. Aslında Malezya bu iş için çok da ‘kötü’ bir model sayılmaz, ama periferide olması sebebiyle herhalde önemli bulunuyor. Bu versiyonun özelliği neoliberal/küresel ideolojiyle uyumlu olmasında yatıyor; bunun yanında üretimden, tüketime, hakim kılınmak istenen hayat tarzına kadar uzanan; İslam’ın batılı kalıplar içine döküldüğü Protestanlaştırılmış bir İslam anlayışı söz konusudur. Hıristiyanlığın yaşadığı tecrübenin bir benzerinden geçirilerek çarpıtılmış bir İslami düşünce ve hayat tarzını, örnek almaları için Müslüman dünyaya sunulmak istenmesi, kendi meşruiyetini daha başlangıçta model olarak yitirmiş bir İslam anlayışı demektir. Kişisel olarak bunu kediye ciğer gösterme metaforuyla açıklamak istiyorum. Nasıl ki Japonya Uzakdoğu ülkeleri için batılı gibi olunabileceğinin temsilcisi olduysa; İslam dünyası için batılı olunabileceğinin temsilcisi olarak Türkiye model olarak düşünülmekte. Böyle bir model olmak evvela İslam’a ait meşruiyet imkanlarının büyük nisbette kaybedilmesini beraberinde taşıyan bir süreç olma özelliğine sahip. Küresel sistemle uyumlu bir toplum haline gelmeyi, başkaları tarafından örnek alınmayı gerektirecek yeterli sebep sayamıyoruz. Bir Müslüman toplumun –hatta Müslüman olmayan bir toplumun- küresel sistemle uyumlu hale gelmesinin vebali de bedeli de varsayıldığı kadar az değildir. Bunu Osmanlı misyonuyla meşrulaştırmaya çalışmak, meşruiyeti kendinden menkul bir tarih ‘okuması’ olmaktan başka bir şey değil.

C.5. Batı’nın İslam’la diyalog kurma arayışında karşılaştığı en ciddi sorun kanımca İslam’ın ‘kurumsal’ bir temsilcisini bulamamasıdır. Bilindiği gibi İslam kendi temsilini Hıristiyanlıktaki Vatikan gibi kurum aracılığı ile yapan bir din değil; zaten yapısı gereği istese de yapamaz. Bu yüzden de İslam, kıblesi olan ama ‘merkezi’ olmayan bir din olma özelliği taşıyor. Bu Müslümanların ‘kontrol altında’ tutulmalarına imkan vermez. Soruyla doğrudan alakası olmasa da önce şunu ifade etmemizde fayda var: Hilafet, Vatikan tarzı bir ‘temsili’ asla ifade etmez. Ne var ki, bugün İslam’ın bu tip bir temsiline fazlaca ihtiyaç duyulduğundan bunun imkanlarının arandığını söyleyebiliriz. Nasıl olsa kukla rejimlerin meşrulaştırılması için Afganistan’da gördüğümüz gibi hanedanlar sürgünden geri döndürülürken, Osmanlı hanedanlığını sembolik de olsa geri getirmeyi dış güçler kendi çıkarları için uygun bulabilirler. İslam dünyasını halifelik gibi bir kurumla ‘merkezileştirmek’, bu dünyanın kontrolünü kolaylaştırıcı gelebilir küresel güçler için. Büyük Ortadoğu gibi İslamizasyon yüklü bir projeyi şekillendirenlerin bu hususu dışta tuttukları söylenemez. Son zamanlarda bazı çevrelerin "Türkiye tarihiyle barışmalıdır" gibi savundukları fikirler, aslında ‘özgün’ olmaktan çok, buna işaret ediyor diyebiliriz. Böyle bir ‘proje’nin Müslümanlarda yapacağı bölücü etkiler eminim ki düşünülmüştür. Her ne kadar bugün Ortadoğu şartlarında yaşadığımız olaylar Birinci Dünya Savaşı öncesi dönemle büyük benzerlikler taşısa da, Müslüman dünya o günlerden bugünlere kadar, Allah’a hamdolsun ki hiç tahmin edilmeyecek kadar büyük bir tecrübenin ve onun lütfuyla kazanılan derin bir basiretin sahibidir. Bir avuç Osmanlıcının aksine, Müslümanlar balığın baştan koktuğunu iyi bilmekteler: yaşadıkları yoğun ve çok acılı bir tecrübeden sonra Halifelik gibi yüce bir makamı, kokuşmuş bir hanedanlığa teslim edecek kadar saf olmalarını beklemek, ümit ederim ki, yanıltıcı olacaktır.




1 yorum:

Adsız dedi ki...

Oi, achei seu blog pelo google está bem interessante gostei desse post. Gostaria de falar sobre o CresceNet. O CresceNet é um provedor de internet discada que remunera seus usuários pelo tempo conectado. Exatamente isso que você leu, estão pagando para você conectar. O provedor paga 20 centavos por hora de conexão discada com ligação local para mais de 2100 cidades do Brasil. O CresceNet tem um acelerador de conexão, que deixa sua conexão até 10 vezes mais rápida. Quem utiliza banda larga pode lucrar também, basta se cadastrar no CresceNet e quando for dormir conectar por discada, é possível pagar a ADSL só com o dinheiro da discada. Nos horários de minuto único o gasto com telefone é mínimo e a remuneração do CresceNet generosa. Se você quiser linkar o Cresce.Net(www.provedorcrescenet.com) no seu blog eu ficaria agradecido, até mais e sucesso. If is possible add the CresceNet(www.provedorcrescenet.com) in your blogroll, I thank. Good bye friend.