13 Kasım 2007 Salı

Anlamın Yitik Hikâyesi




Kaostan Düzene

Abdulaziz Tantik

Batı düşüncesinin oluşum safhasında iki temel dayanaktan biri olan İslam düşüncesi, batı düşüncesinden bu kadar etkilenebileceğini düşünememiştir. Batı düşüncesi kadim Grek düşüncesinden ve İslam düşüncesinden Endülüs ve Sicilya üzerinden beslenmiştir. Ancak batı düşüncesi kurucu özneyi Grek kültürü ve ortaçağ Hıristiyanlığı üzerinden gerçekleştirmiştir. İslam düşüncesinden ise Hıristiyanlığın siyasi, sosyal ve toplumsal boyutta geriletilmesi çerçevesinde faydalanmıştır. Fakat bütün bunlar batı düşüncesini kendi özgünlüğünü tartışma konusu yapmamızı sağlamaz.

Batı düşüncesi kendi özgün kültürünü oluşturmuş ender kültürlerden biridir. Beslendiği kaynakların farklılığı önemli olmamıştır. O gözü dönmüş bir şekilde iktidara susamış bir sınıfın bütün dünyaya hâkim olacak ideolojisi olabilmiştir. Ayrıca çok süratli bir şekilde bütün dünyayı kasıp kavuran bir kültüre dönüşmüş ve dünyanın her tarafında kabulü sağlanmış ender kültürlerden biri olagelmiştir. Batı düşüncesi kendini bir özgürlük projesi olarak tasarlar ve pazarlarken önündeki engelleri de kendine özgü tanımladığı ve bilim adını koyduğu akıl üzerinden kaldırmayı becermiştir. Hakikatin yegâne temsilcisi olduğundan en küçük bir kuşkuya düşmeyen batı düşüncesi, alternatif olabilecek dini düşünceyi de metafizik ve tanımlanamayan kategorisine atarak siyasi, sosyal ve toplumsal etkisini zayıflatmıştır. Tek egemen güç haline gelmiş ve bunun şımarıklıklarını da yaşamıştır.

Batı düşüncesi bu şımarıklığının verdiği sarhoşlukla –iktidar olmanın dayanılmaz hafifliği ile- iki dünya savaşı yaşamış ve binlerce kişiyi –özgürleştirme vaadinde bulunulan insanı- öldürmüş, sakatlamış ve akıl sağlığını yitirmesine neden olmuştur. Siyasi olarak geldiği tıkanıklığı katmerleştiren ise; batı teknolojisinin ürettiği silahlarda –atom bombası, hidrojen bombası, nükleer başlıklı füzeler vs.- ve bu silahların yok ediciliğinde bulabiliriz. Batı düşüncesi ve bu düşüncenin oluşturduğu zihin öncelikle kendi hakikat algısının yetersizliğini anlamaya başlıyor. Özgürlük vaat ettiği insanın ölümünü kutsayan bu yaklaşım ciddi sorunlara dönüşüyor. Ve belki de ilk kez; batı tarihi boyunca ki 400 yıla tekabül eden bu tarihte kendinden kuşkuya düşüyor. Siyasi olarak bu böyle iken felsefi düzlemde durum ne merkezde acaba!

Kant ile birlikte başlayan felsefi süreç – metafizik bilgi ile bilimsel bilginin farklılığına yapılan gönderme- bilimsel verilere dayanmayan bilgi düzeylerinin de hakikat olma imkânı taşıdığını belirtmek önemli bir adımdır. Ayrıca, batı biliminin dayanakları 1800lerden itibaren de tartışılmaya başlanmış; Newton’cu mekanik fizik ile dünyayı anlamlandıran bilim; neden sonuç ilişkisi üzerine kurguladığı varlığın hakikatinin mutlaklığını Einstein fiziği ile birlikte başlayan Kuantum fiziğinin taşıdığı hakikat algısı ile birlikte kırılmaya uğrattı. Bu durumun 1900lerin başından itibaren giderek felsefi düşünceleri ve disiplinleri belirlemesi üzerine bu şüphe bulutları koyulaştı. Tıkanıklık had safhaya ulaşmışken; siyasi, sosyoloji, psikoloji ve bilim felsefesinde ciddi kırılmalar gerçekleşti. Ve bugüne kadar süre gelen hakikatin mutlaklığı kırılmaya uğradı. Yeni durumun adı post modern durum olarak algılandı. Görecelilik öne çıkarıldı. Ve eğer batı hakikatinin mutlaklığı kesin değilse başka hakikatlerin kesinliği de olamazdı. Böylece bütün hakikatler batının göreceli hakikat dünyasına çağrıldı. Bu seferde batı yine eskisi gibi göreceli hakikat algısını mutlaklaştırdı. Bu durum batı dışı hakikat algılarını da dönüşüme uğratma çağrısıydı. Ve batı modernite döneminde olduğu gibi post modernite döneminde de kendi hakikat algısını kendi dışındaki dünyaya dayatmaya başladı. Monist hakikat algısının batıda kırılması ve bunun toplumsal, sosyal ve siyasal hayatı etkilemesi, birey ve toplum kurgusunda da dönüşümler sağladı. Burada en önemli ayak ise; batı dışı toplumların bu yeni duruma ayak uydurmaları için kendilerine dayatılan şiddet ve siyasi baskı idi… Özellikle İslam dünyası bu durumdan yeterli derecede nasibini almaktadır.

Batı da meydana gelen post modern kültür bir paradigma değişimini zorladı. Batı kendi hakikat algısındaki çatlak dolayısıyla İslam ve İslam dünyasındaki mutlak hakikat algısını kendisine yönelik bir tehdit olarak yorumladı. Ve süreç böyle başladı…

Görecelilik beraberinde anlamsızlığı da getirdi. Batı kültürü karşısında bir anlam arayışı içinde olan İslam dünyası bu yeni bela ile yüzleşmeye başladı. İçerde kendi egemenliklerini pekiştirme ve gönüllü batılı kültürün taşıyıcısı kişi ve kurumlar yeni kültürün halka yansıması için gereken özveriyi göstermeye başladı. Aslında bu durum İslam dünyasına uymuyordu. Daha çok totaliter rejimler tarafından yönetilen ve batılı güçler tarafından yönetime getirilen bu kişiler, göreceliliğin dünyasına bir numara büyük geliyordu. Ancak, batı yine pragmatist tarafını devreye sokarak kendisine yönelik tehdit olarak tanımladığı İslam’ı anlamsızlıkla boğma girişimini destekleyen bu yerli işbirlikçilere desteğini vermeye devam etti.

Bu arada post modern kültürün üzerine inşa edildiği temel parametrelerin siyasi ve sosyal hayata indirgenmesi için yeterli çabayı fazlaca göstermektedirler. Bu parametrelerin birincisi, başlangıcın belirsizliği ilkesidir. Yani başlangıcı doğru olmayanın sonu da doğru gelişmeyecektir. Böylece siyasi ve sosyal hareketlerin doğalarına müdahale ederek başlangıçlarının sağlam zeminde olmamasına azami dikkat sarf ediyorlar. Baskı politikaları ile de Müslüman zihin mengeneye sıkıştırılarak bir dönüşüm sağlanması için özgürlük şarkıları besteliyorlar. Ve böylece Müslüman zihni ayartmaya çalışıyorlar. En küçük alt kültürleri öne çıkararak bütün kültürlerin hakikat olduğu savını savunuyorlar. Böylece tek parça yutamadığı İslam dünyasını parçalara –etnik, mezhebi, inanç- ayırarak yutmaya hazır hale getiriyorlar. İşgaller ile de Müslüman zihin üzerine bütün gücüyle abanarak yerinden oynatmaya ve siyasileşmemiş büyük Müslüman kütleyi istedikleri kültürü almaya hazır hale getirmeye çalışıyorlar. Bunları yaparken büyük bir titizlikle bilimsel bir işi yapar gibi titizleniyorlar. Bunun farkında olmayan Müslüman aydın ve entelektüeller saf felsefi sorunlar gibi meseleyi algılayarak tuzağa düşüyorlar. İçerden baskı ve dışarıdan özgürlük şarkıları Müslüman zihni karmaşaya itiyor. Böylece Müslümanların kendi topraklarındaki yönetimlerle kötü ilişkiler kurmasını sağlayarak yöneticilerin kendi saflarında kalmasına imkân sağlıyorlar.

Müslüman aydınlar ve entelektüeller Müslümanların gerçek kurtuluşu için kafa yorma yerine ellerine verilen şekerlerle oyalanmaya çalışıyorlar. İslami gerçeğin ve kurtuluşun reçetesi yerine spontane gerçekliklere takılı kalarak meseleden uzak tutuluyorlar. Ve işin acı tarafı bu durumun farkında olmamalarıdır. Anlamsızlığın toplumsal boyut kazandığı bir dönemde cemaatlerin eritilmesi ve Müslüman şahsiyetin yara alması olumsuzluk olarak yeter! Ancak içe yönelik cemaat eleştirisi ise kime yaramakta olduğu dile gelmemektedir. Sığınılacak limanlar Müslüman ahali elinden tek tek alınmakta ve bu çoğu zaman gönüllü olmaktadır. Sağlam duran cemaatlere yönelik baskı ve sindirme politikaları halkı bu tarz cemaatlerden uzaklaştırmakta ve bu yine batılı güçlere yaramaktadır. O zaman aklımızı başımıza almanın vakti geldi ve geçmektedir.

Tartışmalarımızı ve kavgalarımızı yeniden değerlendirmek zorundayız. Önümüze konulan sorunların gerçekten bizim için bir sorun olup olmadığı konusunda derin düşüncelere dalmalıyız. Yeni tartışma alanları oluşturma yerine Müslüman zihni sağlamlaştıracak düşünceler ve felsefi bakışlar elde etmeliyiz. Anlamsızlığa yenik düşmemek için ayaklarımızı sabit tutacak ilkelere ve ahlaki yapıya olan ihtiyacımızı dile getirmeli ve bundan kaçınmayı olumsuzlamalıyız.

Burada dikkat çekmemiz gereken İslami hareketlerin –ihvan, Cemaatül İslami gibi ülke sınırlarını aşan yapılar dahil- ciddi anlamda kriz içerisine girmeleridir. Bir dönemler komünistler karşısında güçlendirilen yapıların bugün esamesi okunmamaktadır. İslami hareketler kendi paradigmalarından kalkarak kendi akıl algısını inşa etmekten başka çareleri yoktur. Yeni bir dünya görüşü ve yeni bir uyanış hamlesine olan ihtiyaç her şeyden daha çok elzemdir. Batı eski ve yeni düşünceleriyle İslam dünyasını ve Müslümanları zehirlemeye devam etmekte iken Müslümanların yanlış başlangıçlarla yola koyulmaları akıl karı değildir.

Müslüman aydın ve entelektüellere düşen temel sorumluluk, dile getirdikleri düşünce ve yorumun kime yarayacağını hesaba katmalarıdır. İnandıkları düşüncenin ve İslami yorumun gerçekten kendine ait olup olmadığı konusunda da bir eminliğe sahip olmalıdır. Yoksa hakikat adına dile getirdikleri sadece batılı değerlerin hakikat algısına güç katmaktan başka bir işe yaramayabilir. Bunun taşıdığı sorumluluğun bilincinde olmaktan başka çaremiz kalmamaktadır.

Savaş yeni başlamıştır. Kaybedilmiş hiçbir şey yoktur henüz! İslam dünyası içinde tam bir teslimiyetten bahsedemeyiz. Sadece zihinlerimize vurulan prangalardan kurtularak uyutulduğumuz uykudan uyanmanın vaktinin geldiğini anlayalım. Din, hele İslam dini kendi hakikatini bütün zemin ve zamanlarda inşa etmeye muktedirdir. Yeter ki gereken samimiyeti ve sahihliği gösterebilelim! Mevcut toplumsal bütün sorunların kökeninde yatan batılı paradigmanın sağladığı akli ve ahlaki zemini tespit ederek İslam aklına ve ahlakına sıçrama yaparak çözümünü kolaylaştırabiliriz. Bugüne kadar sahte akıllarla bilgilenme ve değerlendirme yapıyorduk. Artık bundan sonra vahyin temel değerlerini dikkate alan yeni bir akıl ve ahlak zeminini kurmalıyız. Kendi topraklarımızın yabancısı değil sahibi gibi davranmayı önemsemeli ve bu topraklarda yaşayan bütün insanların kurtuluşu ve özgürlüğü için hareket etmeyi ilke haline getirmeli ve bu konuda yanlış anlamaları gidermeliyiz. Kendimizle barışık olmayı içselleştirdiğimiz gibi bu topraklarda yaşayan bütün insanlarla da barışık yaşamayı içselleştirmeli ve bu durumun dini algımızı değiştirme değil bizzat dini algının bir gereği olduğunu bilmekten geçtiğini kabul etmeliyiz. Bir Müslüman elbette ki inancına dayalı bir değeri bütün dünyaya değiştirmez ve değiştirmemeli de!

Ancak yanlış yargılardan ve düşüncelerden arınarak bunu gerçekleştirmeli ve dinin sahibinin kendisine yönelik desteğinin ancak O’nun rızasının kazanılmasına bağlı olduğunun bilincine ermeli. Bu bilinç bizi yanlış yargılardan kurtardığı gibi sahih düşüncelerin oluşumunu da sağlayacaktır. Hedefi sadece ALLAH rızası olan ve bu rızalığı da sahih bir düzeyde olmasına gösterilen özene bağlı olduğu bilinci, bizi doğru yola ve yoruma ulaştıracaktır. Göreceliliğin dünyasından mutlak hakikatin dünyasına girmeli ve anlamsızlığı anlama tahvil etmeli. Ahiret sorumluluğunu dünya sorumluluğundan koparmamalı. Şirkin bütün boyutluluğu içinde reddine ve tevhidi dünya görüşünü algı düzeyinde kavramaya; bu kavrayıştan da bir ahlak ve yönetim bilincini devşirmeli. İnsan teki olarak dünyadaki serüveninin bir imtihan bilinci içinde kavramlaştırmalı, toplumu da bu bilincin eşliğinde cemaate dönüştürmeli, etnik ve mezhebi kaygılardan ümmet bilincine varmalı ki üzerimize abanan bu şirkin hain kavram ve hayat algısına yenik düşmeyelim.

Müslümanlar ALLAH’ın vaadinin gerçek olduğunun inancını taşımak zorundadırlar. ALLAH ise Kur’an da kendi yolunda olanların izzet ve zafere sahip olacağının vaadini vermektedir. O zaman Müslüman’a düşen şey: kendisine verilen bu vaade uygun yaşamayı tercih etmektir. Akibet Müslümanlarındır ve her şey ALLAH’a döndürülecektir…


Perşembe, 01 Mart 2007



Hiç yorum yok: