5 Kasım 2007 Pazartesi

"YOL AYRIMI"NDA YOLUMUZU DOSDOĞRU TUTMAK







(Açıkoturum)

Yöneten: Abdullah YILDIZ

Katılanlar: Serdar DEMİREL, Turan KIŞLAKÇI

Abdullah Yıldız: Efendim, hoş geldiniz. Bu ayın tartışma konusu, 'yolların ayrılış noktasında yolumuzu dosdoğru tutmak'. Müsaadenizle ben, kısa bir çerçeve çizmeyi deneyeyim.
En'am suresinin 153. ayetinde şöyle buyrulur: "Şüphesiz bu benim dosdoğru yolumdur. Buna uyun. (Başka) yollara uymayın. Zira o yollar sizi Allah'ın yolundan ayırır. İşte sakınmanız için Allah size bunu emretti." Hz. Peygamber(s.), bir gün ashabıyla birlikte otururken elindeki değnekle yere kalın bir çizgi çizer. O çizginin sağına ve soluna da tali çizgiler çizer. Sonra bu kalın ve doğru yolun kendilerini cennete götüreceğini, tali yolların başlarına da şeytanların oturup insanları kendi yollarına çağırdığını, onlara uyanların ise cehenneme gideceğini belirterek bu ayeti okur.
Evet, insanlar kendilerine göre birtakım yollar tutturmuş gidiyorlar ve aslında yolların onları nerelere götüreceği de belli. Bir genelleme yaparsak, Allah insanoğluna doğru ve eğri, hak ve batıl olmak üzere iki yol gösterdi: "Ona iki yolu gösterdik."(90/10) Ve Rabbimiz her iki yolun özelliklerini, işaret taşlarını ve o yolda gidenleri nereye götüreceğini de Kitab'ında beyan buyurdu. İşte bugün, insanların önüne farklı yol haritalarının konulduğu, yolların karmakarışık hale geldiği, "hakk"a batıl unsurların karıştırılmak istendiği bir ortamda, dosdoğru yol demek olan sırat-ı müstakim ile -Peygamberimizin(s.) çizdiği o kalın ve dosdoğru çizgi ile- yolcularını cehenneme götüren tali çizgiler/yollar arasında kesin bir ayrımın yapılması gereken bir süreçteyiz. Bir başka ifade ile, yolların ayrılış noktasında Müslümanlar olarak istikametimizi sırat-ı müstakim üzre dosdoğru tutmamız gereken bir noktadayız.
Bilindiği gibi, 3 Ekim tarihinde, Türkiye'nin Avrupa Birliği ile müzakere sürecinin başlaması, bir çok açıdan önemli bir dönüm noktası ifade ediyor. Yaklaşık yüzelli yıldan bu yana kurtuluşu Batı uygarlığına girişte gören elitlerimiz, bu yolda çok önemli bir etabı da aştıklarına inanıyorlar. Türkiye elitlerinin Tanzimat'la başlayıp Meşrutiyet'le devam eden ve Cumhuriyet'le daha kes(k)in bir şekil kazanan batılılaşma macerası, son tahlilde kadim İslami gelenekten köklü bir kopuş ve bir makas değişikliği, yol/çizgi değişikliği anlamına gelir. 3 Ekim'le, bu istikamet değişikliğinde geri dönülmez bir mecraya girildiği söylenebilir. İşin ilginç yanı, başından beri Batı uygarlığına köklü bir itirazda bulunup Batılılaşmayı da 'taklitçilik' olarak mahkum eden İslami düşünce çizgisindeki insanların önemli bir bölümü, 28 Şubat travmasının etkisiyle, herkesten hızlı AB'cı olup çıktılar.
Öbür taraftan Amerika'nın Türkiye dahil bazı İslam ülkelerine dayattığı Büyük Ortadoğu Projesi -ki daha sonra Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi denildi- hala gündemde ve İslam ülkelerindeki kimi elitler de bu projeyi bir imkan olarak görüyorlar. Bunlara karşılık, Türkiye örneğinde görüldüğü üzere, ulusalcı tepkiler de giderek yükseliyor.
Gerek AB gerekse BOP, İslamiyet'in bloke edilmesi ve geriletilmesi noktasında hemfikir. Hatta, İslam'ı dönüştürerek 'zararsız' hale getirme çerçevesinde işbirliği halindeler; 'ılımlı/light İslam' ve 'Batı İslamı' gibi projeler, son tahlilde İslam'ın hayatla bağlarını koparmaya, onu 'kamusal'dan uzaklaştırmaya yönelik şeytani projeler. Dahası, hem bu sinsi projelerin etkisiyle hem de geleneksel cahili kırıntıların etkisiyle Müslümanlar arasındaki etnik ve mezhebi ayrılıklar zaman zaman yolların ayrışmasına dönüşebiliyor. Hasılı, Müslüman dünya bugün ciddi bir istikamet krizi yaşıyor. Sırat-ı Müstakim üzre aynı istikamette yürümesi gereken ümmet, vahdetin sağladığı güçten, bereketten mahrum bulunuyor. Tek ve Hak yolda yürümeyi başaramayan Müslümanların zihinsel kodları da değişime uğruyor, istikametleri şaşıyor ve farklı yol haritaları izlemeye başlıyorlar.
Evet, sayın Serdar Demirel, sizin Umran'da yayınladığımız bir yazınızın başlığını da hatırlatarak sorarsak, ümmet olarak nasıl bir "istikamet krizi" içindeyiz ve bu krizi nasıl aşacağız?
Serdar Demirel: Hatırladığım kadarıyla, o yazıda özellikle "istikamet" kavramının altını çizmiştik. Kavramın önemini ve belirleyiciliğini vurgulamak için, Peygamber Efendimizin(s.), istikamet emrinin ağırlığından dolayı sakalına akların düştüğünü hatırlatmıştık. Sahabeler, sakalına düşen akları kastederek "sizi böyle ihtiyarlatan nedir?" diye sorduğunda, Peygamberimiz(s.) "Hud ve kardeşleri" demişti. Peygamber efendimiz burada Hud Suresinin 112. ayet-i kerimesini ve bu hükme vurgu yapan diğer ayetleri kastetmişti. Orada, "Emrolunduğun gibi dosdoğru ol" denilmişti. Dosdoğru olmak hakikaten çok zor bir şey. Bizler zaman zaman 'La-ilahe illallah' diyerek kurtulacağımızı sanıyoruz. Halbuki bunun uzun bir maraton olduğunu ve son çizgiye kadar aynı heyecanla, aynı duyarlılıkla gerek itikatta, gerek amelde sapmadan yürümemiz gerektiğini ıskalıyoruz. Zor olan; 'la-ilahe illallah' dedikten sonra bunun gereğince sonuna kadar bir yaşam tarzı sürdürebilmektir. Dinde bu noktada son derece ciddi vurgular vardır. Peygamber efendimiz(s.) bir hadisi şerifinde; "Halal belli, haram da bellidir. İkisi arasında da (halal mi, haram mı belli olmayan birtakım) şüpheli şeyler vardır ki, çok kimseler onları bilmezler. Şüpheli şeylerden her kim sakınırsa, dinini ve ırzını kurtarmış olur. Her kim şüpheli şeylerin içine dalarsa haramın da içine dalmış olur." diyerek İslam'ın kırmızı ve yeşil çizgilerini çiziyor. Bırakınız sadece haramlardan kaçınmayı, Efendimiz şüpheli şeylerden kaçınmanın dahi dini korumadaki öneminin altını çiziyor.

Yıldız: "Helal bellidir, haram bellidir" hadisi çok yalın ama çok da derinlikli ve anlamlı bir ifade. Siz bu haramlara yeni haramlar, helallere yeni helaller ekleyemezsiniz; bunların bir kısmını iptale kalkışamazsınız. Mesela; faizi helalleştirmenin, meşrulaştırmanın, içselleştirmenin yollarını arayamazsınız. Zinayı meşrulaştırmanın -ki AB sürecinde çok gündeme geldi ve geleceğe benziyor- eşcinselliği masumlaştırmanın yollarını arayamazsınız. Bugün İslam'ın helal ve haram çizgilerinin -yani moda tabirle- kırmızı çizgilerinin değiştirilmek istendiği bir süreci yaşıyoruz.

Demirel: Bakınız, Peygamber efendimiz(s.) bize kıyametin yaklaştığı döneme dair bazı bilgiler vermiştir. Bunlar genelde hadis kitaplarında "Kıyametin küçük alametleri" olarak geçer. Bunlarda Peygamberimiz(s.), bizim o gün hangi konularda tökezleyeceğimizden bahseder. Bunlardan birinde diyor ki: "Sizin hakkınızda korktuğum en büyük şey dünyevileşmenizdir; mala-mülke sahip olmanızdır. Öyle olacak ki, sizden kimileri mü'min olarak akşamlayacak, kafir olarak sabahlayacaktır; kafir olarak akşamlayacak, mü'min olarak sabahlayacaktır." Öyle bir kaos ve fitne dönemi ki helal ve haramın, şirk ve tevhidin birbirine girdiği, insanların zaman zaman İslam çizgisinden çıkıp tekrar İslam'a döndüğü bir süreci anlatır. Peygamber efendimiz bu konularda bizleri uyarıyor. Son yıllarda özellikle iktidara yakınlaşmakla, iş dünyasında elde ettiğimiz imkanlarla, bürokrasideki yeni konumlarımızla bir çözülme içine girdiğimiz gözden kaçmamaktadır. Helal ve haram çizgisinde duyarlılığımızı yitiriyoruz. Burada duyarlılığımızı yitirmemiz biraz donanımsız olmamızla, biraz da makam, mal-mülk hırsına yenik düşmemizle alakalıdır. Tabi ki bu işin içerisinde şeytan vardır, nefis vardır ama bununla beraber içine girdiğimiz bir süreç vardır. Bu süreç yurt dışında gizli ve güçlü mihraklarca hazırlanmıştır; İslam'ın dönüştürülmesi, sekülerleştirilmesi ve İslam'ın dünyaya yönelik bütün hükümlerinin içinin boşaltılması hedeflenmektedir. Eğer siz politik arenaya çıkıp mücadele veriyorsanız, sizden istenen ilk şey, dünkü inançlarınızı, net olarak ortaya koymuş olduğunuz helal ve haram çizgilerinizi terk etmenizdir. Çünkü onlar Hıristiyanlığı Protestanlaştırdılar ve Hıristiyanlığa uygulanan tecrübenin İslam'a da uygulanabileceğine inanıyorlar. Genelde modern paradigmanın zihinsel tutsakları olan bu insanlar kutsal tanımadıklarından -ki modernite zaten kurgusu itibariyle 'değişmez', oynanamaz sabiteler kabul etmediğinden- 'İslam neden değişmesin?, pekala değişbebilir' görüşündeler. Yeter ki planlı müdahaleler yapılsın.. Bugün Müslümanların Batı medeniyetiyle çatışan bir takım değer yargıları, helal-haram çizgileri, bir itikadi duruşları vardır. Bunun esnetilmesi, Batı medeniyetine eklemlenmesi için çalışıyorlar. Maalesef, bu sürece lojistik destek veren bir takım ilahiyatçıları ve Müslüman düşünürleri görüyoruz. Bu lojistik desteğe de kaldıraç gücü olarak, hermenötik metodolojinin ve onun tarihselci boyutunun sunulduğunu görüyoruz. Mesela, faizle ilgili bir hüküm gündeme geldiğinde, Peygamberimizin(s.) bunu o dönemin şartlarında uyguladığını, o dönemin şartlarında Kur'an'ın bunu emrettiğini ama Kur'an'ın bu emrinin kuşatıcı, evrensel ve bütün çağları bağlayıcı olmadığını, bu sebeple değişebileceğini, çünkü ekonominin değiştiğini, dinin de değişebileceğini, zaten dinde içtihat olgusu olduğunu, içtihat olgusunu da çok geniş tutarak 'değişmezler'le de oynanabileceğini söylüyorlar. Bu noktada ciddi problemlerimiz var. Ve bu ciddi problemlerimiz daha da derinleşeceğe daha doğrusu derinleştirileceğe benziyor...

Yıldız: Bir ayette Rabbimiz şöyle buyuruyor: "Hakka batıl unsur karıştırmayın"; başka bir ifadeyle "Hakka batıl elbise giydirmeyin"(2/42). Sanki Müslümanlara dayatılan şey bu gibi gözüküyor. Hak Din olan İslam'ın bazı helal ve haram unsurlarını -ifade ettiğiniz gibi- esneterek, törpüleyerek, yer değiştirerek Hakka batıl unsurlar ilave etmek. Müslümanlar da, sanki nasıl bir tehlike ile karşı karşıya olduklarının pek farkında değiller gibi; bir duyarsızlık, bir aymazlık, bize dayatılan şeyin ne olduğunun farkında olmamak gibi bir durum var. BOP için, "İyi bir fırsat; biz de istifade edelim"; AB için, "Girelim de özgürlüklerinden, ekonomik imkanlarından faydalanalım" diye düşünülüyor ama ayaklar kayıyor, zihinler/kalpler kayıyor. Helal ve haram gibi temel İslami kavramlar, Müslüman zihni şekillendiren, İslami hayat tarzını belirleyen ana kodlardır. Müslümanın hayatının merkezinde Allah vardır. Tevhid inancı; bütün iş ve ilişkilerinizin merkezine Allah'ı yerleştirmektir. Yapılmak istenense, Allah / Kur'an merkezli hayat tarzımızın içini boşaltarak o merkeze Batıl(ı) unsurlar doldurmak, ilahi olanın yerine seküler unsurlar yerleştirmektir.

Turan Kışlakçı: Burada "hakk" kavramının önemini vurgulamakta yarar var. Şimdi bir "hak yol" var, bir de şeytanın yolları var; hak yol bir tane, şeytanın yolları ise onlarca olabilir. Post modernizm'de şöyle bir şey var: her şey gider, her şeyde hak vardır; onun için tek bir doğru yoktur, 'hak yol' diye bir kavram yoktur. Bundan ötürü batılı filozoflar bile "bunalım çağı / kaos çağı" olarak nitelendiriyor yaşadığımız çağı. Postmodernizm'de bir tane doğru yoktur, onlarca doğru vardır. Dinlerarası diyalog'un da revaç bulması bir yönüyle buradan kaynaklanıyor. Sen kendi doğrunu dayatamasın ki! Oysa İslam'da dayatma yoktur sadece anlatma/tebliğ vardır. Aklı başında, doğruluğu seven ve hakperest her Müslüman "müsamaha"yı çok iyi bilir. Müslüman bir kimse, doğruluğuna inandığı akidesine, sadakat ve ihlasla ve dört elle sarılarak, inandığı davasına insanları cesaretle ve gözünü kırpmadan davet eder. Yalnız, hiç kimseyi acıtmadan, gönül kırmadan, sataşmadan, başkalarının inançlarına saldırmadan ve kimsenin ibadet ve ayinine engel olmadan bu işi yapacak ve kendi dinin doğruluğuna ikna etmeden önce hiç kimseyi bu dini kabule zorlamayacaktır. Lakin, Hakk'ın hak olduğunu söylememek, Batıl'a da batıl olduğunu bildiği halde "haktır" demek, hiçbir şekilde dürüst ve cesur insanın yapacağı bir iş değildir. Bu çok çirkin bir dalkavukluktur. Hele, hele birilerinin hoşnutluğunu kazanmak için yapılacak olursa...
İşte bizden yani İslam dünyasından hakikatlerinden vazgeçirmeye çalışıyorlar ve bunu da hem de dayatarak yapıyorlar. Bizde de 28 Şubat'la birlikte hızlandı bu süreç. Artık siz bütün bu kavramlarınızdan vazgeçin, bu sabitelerinizden vazgeçin, 'küresel' diye nitelendirilen değerleri kabul edin. Müslümanlar da, bu konuda bilgi yetersizliği ya da Din'i, Hak olanı, özellikle Kur'an'ı doğru dürüst bilmeyişlerinden dolayı bir anda buna teslim oldular. Bir zamanlar kullandıkları kavramları artık kullanamıyorlar. Adamlar şimdi yaptıkları dayatmalarla diyorlar ki; 'işte şu ayeti okumayın, şu sureden Yahudilerle ilgili bölümleri çıkarın, bütün dinlerde hak unsurlar vardır, Yahudilikte de Hıristiyanlıkta da vardır'. Yani 'herkese göre bir hak var; kimsenin kimseye kendi 'hak' anlayışını dayatamaz' diyorlar.

Yıldız: Hatırlarsanız, Diyanet bir hutbe hazırlamış ve bütün camilerde okunmuştu: "Allah katında din yalnızca İslam'dır" ayetini eksen alan bu hutbe AB çevrelerinin rahatsız etmişti. Adamlar, "bunu söyleyemezsin!" dediler; zira, ifade edildiği üzere, postmodern anlayış 'hak bir tane değil' diyor. Bu olay, 3 Ekim'le birlikte nasıl bir sürece girdiğimizin farkına varmak bakımından son derece anlamlı bana göre. Bakıyorsunuz, Amerikan büyükelçisi Diyanet'i ziyaret ediyor ve benzer dayatmalarda bulunuyor. Küreselleşmeye, ortak yaşama ayak uydurmak için bu tür iddialardan vazgeçmelisiniz diyorlar. Yani biz, hakkı "hak" olarak ortaya koyamayacağımız bir sürece, "Allah katında din sadece İslam'dır" demeye mani olacak bir sürece sürükleniyoruz. Biliyorsunuz, NATO konseptinin değişmesiyle birlikte, Komünizm tehlike olmaktan çıkıp yerine İslam ikame edildi. 11 Eylül de bu süreci hızlandırdı. 11 Eylül öncesinde Fehmi Huveydi çok önemli bir gelişmeye dikkat çekmişti: "İslam'ın özüne yönelik bir operasyon sözkonusu. İslam'ın bizzat kendisi değiştirilmek, dönüştürülmek isteniyor. Bazı temel İslami kavramlar, Müslümanların literatüründen sökülüp atılmak isteniyor. Bundan böyle, cihad, şeriat, tağut, İslam devleti gibi kavramlar kullanılamaz hale gelecek." Serdar Bey, siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Malezya'daki gözlemlerinizden hareketle, oralarda yaşanan tecrübeler ile Türkiye'de 28 Şubat'ta yaşadığımız tecrübeler arasında bir mukayese yapar mısınız?

Demirel: Malezya tecrübesine geçmeden önce vurgulamak istediğim bir husus var. Bizler biraz da 'cici' ve 'itiraz edilemez' kavramlarla esir alınıyoruz. Mesela bunlardan bir tanesi; küreselleşme. Eğer bu kavramdan kastedilen 'her tarihin barındırdığı imkanlar farklıdır, her tarih kendi içerisinde bir takım negatif ve pozitif unsurlar barındırır ve bir insan da yaşadığı çağın imkanlarından istifade, biz de kendi çağımızın insanıyız' ise bu konuda bir sıkıntı yok. Bizler zaten tarihi sürecin de Allah tarafından yaratıldığına inanıyoruz. Tarihin geldiği bu noktaya itirazımız olamaz. Globalization manasında küreselleşmede bir problem yok, zira o nötrdür. Ancak problem dilimizde çok fazla tartışılmayan globalizm/küreselleştirme olgusundadır. Çünkü küreselleştirme kavramının altında seküler Batı değerleri hakimdir. Batı değer yargıları tamamen hakim değerler olarak ele alınır; diğer medeniyetlere mesela; Hind medeniyeti, Çin ve İslam medeniyetine vurgu yapılır, lakin bunların içinin boşaltılması, sekülerleştirilip dönüştürülmesi de hedeftir. Bu cici kavramlardan bir diğeri de 'evrensel değerler' bağlamında "insan hakları"dır... İlk etapta bu kavramlar ve bunların albeniliğiyi kişiyi çarpıyor. Kim istemez ki bir insan olarak haklara sahip olsun, kim istemez ki insanlar sahip oldukları değerlerle muamele görsün?. Ama burada bir şeyi kaçırıyoruz, o da şu: Kullanılan kilit kavramlar önemlidir. İnsan diyoruz; Batı medeniyetinin insan tanımlamasıyla, ona bu dünyada biçtiği varoluşsal konumla, İslam'ın biçtiği varoluşsal yani ontolojik değer bir değildir. Haklar da bu bağlamdadır; İslam'ın insana verdiği haklar, gerek Rabbine, gerek ailesine, gerekse de topluma karşı, toplumun ve devletin de ona karşı sorumlulukları temelde farklıdır. Bize 'evrensel' olarak sunulan kavramlar değer yüklüdür ve bunun merkezinde Allah yoktur, (haşa) Allahsız bir hayat felsefesi vardır. Allah'ın yerine tamamen insanı koymuşlar. 'İnsan kutsaldır' diyorlar; 'dolayısıyla, insan kutsalsa onun arzu ve istekleri de kutsaldır! Eğer arzu ve istekleri başka birisinin hayatına zarar vermiyorsa o zaman mutlak manada bu arzu ve isteklerin tatmini helaldir. Hiçbir din, hiçbir değer ve gelenek buna "hayır" diyemez, dememeli.' İşte burada çatışma yaşanıyor. Kutsanan insana sınırlamalar getiren dinler, gelenekler modernitenin kutsal alanına müdahale etteği için dönüştürülmesi gerekmektedir. Bu çatışmayı sadece Müslümanlar olarak biz yaşamıyoruz. Bunu Hindu dininin müntesipleri de yaşıyor, Budistler de yaşıyor. Ancak orada teslim alınmış bir medeniyet olduğundan büyük kaoslar yaşanmıyor. Buna ciddi manada direnen tek medeniyet ve yaşanmış ve yaşanan tarihi birikim İslam olduğundan, İslam ana hedef olarak tezahür ediyor.

Yıldız: Ama özellikle İslam'ı hedef almalarında bir farklılık yok mu? Yani İslam'ın bir hukuk boyutunun olması, Peygamberimizin(a.s) "helaller ve haramlar bellidir" dediği manada hayatın bütün alanlarını belirleyen ilkeler içermesi önemli bir farklılık değil mi? İslam'ın siyasi, ekonomik bir modeli var; bir sistem boyutu ve insan hayatında boşluk bırakmayan bir boyutu var. Bu yüzden İslam'ı, küreselleşmenin önünde bir engel olarak görüyor ve esnetmeye çalışıyorlar, değil mi?

Demirel: Doğru. Mesela bir Çin medeniyeti, bir Hind medeniyeti kültürel olarak varlığını sürdürmektedir ama dünyayı değerler bağlamında inşa etmek, alternatif bir paradigma sunma noktasında iddiasını yitirmiş, Batı medeniyetine teslim olmuş durumdadır. Mesela bugün bir insan; Budist imanına sahip olabilir ama aynı zamanda ateist de olabilir, homoseksüel de olabileceği gibi. Tamamen dönüştürülmüştür. Bu noktada Batı medeniyetine direnen, kendi değerleriyle var olmak isteyen ve Batılı düşünürlerin tabiriyle challenge yani meydan okuyan, köklü eleştiri getiren, İslam'ın hedef seçilmesi boşuna değil. İslam'ın dönüştürülmesi lazım; dönüştürülmesi için de zaten bir takım siyasi projeler uygulanıyor; kimi yerde kaba askeri yöntemler, kimi yerde de soft kültürel çıkarmalar. 11 Eylül sonrasını ele alacak olursak, Dünyanın önde gelen bütün İslam Üniversitelerine baskılar hedefleri belli bir proje dahilinde gerçekleştiriliyor.

Yıldız: Tam da sizden bu konuda bilgiler rica edecektim. İslam üniversitelerinden başlayarak nasıl bir dönüştürme operasyonu yapılıyor? Yaşamakta olduğumuz istikamet krizini, zihinsel değişimi daha iyi anlamak ve anlamlandırmak bakımından soruyorum: Pakistan'dan başlayıp, S.Arabistan, Suriye ve Mısır (Ezher) ile devam eden ve sizin yakından tanık olduğunuz Malezya'da yansımalarını görebildiğiniz, bu üniversiteler üzerindeki operasyon nedir ve nasıl yürütülüyor?

Demirel: Aslında burada uygulanan şeyler, bundan 15 yıl önce yapılanlara kıyasla sır değil, şimdilerde talepler açık açık dile getiriliyor. Geçenlerde, Katar Üniversitesi'nden Yusuf el Kardavi, El Cezire kanalında bir şikayetini ümmete ve tüm dünyaya sundu, şöyle diyordu: 'Bizler hiçbir şekilde onların kiliselere bağlı dini okullarına müdahale etmezken, müfredatlarını değiştirmezken ne oluyor bu batılılara da bizim okullarımıza müdahale ediyorlar? Neden onlar özellikle İslamiyatla alakalı okuttuğumuz derslerin müfredatını istiyorlar, içeriğini değiştiriyorlar, şu olsun, bu olmasın diye bilfiil müdahalede bulunuyorlar?'
Bunu Pakistan'da da yaşıyoruz. Pakistan takribi olarak 150 milyon nüfusu olan bir ülke ve bu ülkenin %70'i okuryazar değil. Toplumun çoğunluğu fakru zaruret içerisinde yaşıyor. Ve çocuklarının eğitimlerini üstlenecek durumda değiller. Bu bakımdan çocuklarını sırf okuma yazma öğrensin, dinini öğrensin ve Müslümanca bir hayat yaşasınlar diye dini eğitim veren medreselere teslim ediyorlar. Resmi rakamlara göre 750.000 civarında, gayri resmi rakamlara göre 1 milyon civarında medrese öğrencisi var. Bunun tehlike oluşturduğunu gündeme getirdiler. Özellikle Taliban'ın Afganistan'da iktidara gelmesinden sonra böyle bir tecrübenin Pakistan'da da yaşanabilir olabileceği korkusuyla bu medreselere müdahale etmeye başladılar. Öncelikle bunların finans kaynaklarını kestiler. Bunlar körfez ülkelerinden yardım alıyorlardı, bunu kestiler. Medreselerin sayısını düşürdüler. Yurt dışından kabul edilen öğrenci sayısını azalttılar. Son Londra olaylarından sonra Müşerref yönetimine müthiş bir baskı oluştu. Ve denildi ki; 'bak bu bombacılardan biri, kısa süreli de olsa Pakistan'da bu medreselerde eğitim almış'. Bunun üzerine Müşerref yönetimi alelacele bir karar alarak, medreselerde eğitim alan 1400 civarındaki yabancı uyruklu öğrencinin tümünü sınır dışı etti. Konsolosluklara talimat verilerek, özellikle de medreselere dini eğitim almak için gelecek kimselere vize verilmemesi talimatı verildi. Bu medreselerin müfredatlarıyla oynanıyordu zaten. Mesela İngilizce'nin zorunlu bir ders olması konusunda devletin bir kararı vardı ve bütün medreseler dini eğitimin bir parçası olarak İngilizce'yi de ders müfredatına almıştı. Dil bir noktada kültür demektir, yeni bir hayat tarzıyla tanışmak demektir, batılılar bunu son derece önemsiyorlar.

Yıldız: Söz Pakistan'a gelmişken, Turan Bey, siz o coğrafyayı iyi tanıyan, Pervez Müşerref'le bizzat görüşen bir gazeteci olarak, Pakistan'daki gelişmeleri nasıl yorumluyorsunuz? Pakistan üniversitelerine yönelik bu dayatmalar, ABD'nin Afganistan saldırısı sürecinde mi başladı?

Kışlakçı: Aslında, üniversitelerden önce tasfiye süreci ilk olarak medreselerde başladı. Esasen, medrese kültürü Yemen, Kuzey Afrika, Hindistan, Pakistan ve Türkiye'de vardı. Biz bunu Türkiye'de de yaşadık. Bilindiği üzere doğu ve güneydoğuda medreseler kalmadı. Pakistan'da yaşananlara gelecek olursak; Müşerref yönetime geldiğinde bizim okulun yani İslamabad'daki Uluslararası İslam Üniversitesi'nin rektörü Mahmut Gazi Din İşleri Bakanı olarak hükümete girdi. Kendisi diyor ki; 'girmeden önce çok düşündüm, girsem mi, girmesem mi diye. Sonra büyük bir hizmet yaparım düşüncesiyle girdim'. 'Belli dayatmalar vardı ama sabrediyordum', diyor; '11 Eylül'den sonra dayatmalar iyice arttı; gelen her şeye imza atmak zorundaydım. Amerikan elçisi getiriyor, hemen imza atın diyor, durun okuyayım demeye kalmadan hemen imzalatıyorlar. Bir, iki, üç derken sekiz ay dayanabildim, ondan sonra istifa ettim' diyor. Yani olay şu; 'Ben dönüşümü engellerim, belki onu başka bir mecraya sürüklerim diye düşünürken, bir de bakıyorum ki dönüşüm benim elimle yapılıyor ve benim adım kullanılıyor'. Benzer şeyler bu coğrafyada da yapıldı, Kuveyt'te de yapıldı, Yemen'de de. Yemen'de şu anda ciddi bir çatışma var. Abdülmecid Zindan'ın Sanaa'da İman üniversitesi var. Amerika geçen ay Yemen hükümetine baskı yaptı; daha önce kültür bakanlığı da yapmış olan Abdülmecid Zindan'ı terörist olarak ilan et ve bize ver diye. Abdülmecid Zindan da bu olayın ardından El Cezire'ye açıklamada bulundu: 'Amerika çok büyük hata ediyor. Allah'la mücadele edenlerin sonu bellidir, senin de sonun yaklaşıyor' dedi. Zindan'ın sadece İmam Üniversitesi adında bir üniversitesi ve orada yaptığı çalışmalar var. Herhangi bir silahlı mücadeleye de girmemiştir. Amerika bu adamı Guantanamo'ya götürmek için izin istiyor ama öncesinde terörist ilan et diyor. Bütün İslami eğitim kurumlarında bir şekilde baskı var. Şöyle ki: İngilizce, bilgisayar, kimya dersleri zorunlu olsun deniyor; ancak alttan alta da Yahudilerle ilgili kısımların müfredattan çıkartılsın, Kur'an'da geçen bazı kelimelerin farklı manaları da öğretilsin, deniyor. Çünkü Kur'an-ı Kerim o dönemdeki şartlarda sadece Arapça'dan değil, birçok dilden etkilenmiştir deniyor. Örneğin; 'huri' sözcüğünün İbranice manası 'üzüm tanesi'dir, bunu böyle alın deniyor. Hatta, geçenlerde şöyle bir iddia vardı: 'Hadislerde çok sert ifadeler yok, oysa Kur'an-ı Kerim Yahudilere, Hıristiyanlara yönelik daha sert üsluplar kullanıyor. O yüzden Kur'an-ı Kerim'in dönüştürülmesi gerekir.' Bu amaçla yeni tefsir çalışmaları yapılıyor; biraz önce Serdar beyin de dediği gibi, İslam dünyasından buldukları 'yardımcılar'la birlikte yeni merkezler kuruluyor. Bu konuda NATO'nun, AB'nin ve hatta BM'nin de çalışmaları var. Şu anda Hz. Peygamber ve Kur'an üzerine çalışmalar yapıyor bu örgütler. Bir hocamız, ta 1996'da; 'Hz.Muhammed'in hayatını yazacağız ve bunu bütün dillere çevirip tüm dünyaya yayacağız, ama siz Hz.Muhammed'i peygamberlik yönünden çok, Kur'an vurgusundan çok, bir insan olarak ele alın ve insani yönünü ön plana çıkarın.' diye teklif aldığını ve çok yüksek meblağda para teklif ettiklerini anlatmıştı. Yani bu operasyonlar 1996'larda başlıyor. Üniversite hocalarına teklifler götürülüyor, bu konuda bir çalışma yapalım deniyor, tefsir konusunda şöyle yapalım, şu ayeti şöyle yorumlayalım, bu ayetlere Allah'ın kelamı olarak değil de sosyolojik bir olgu olarak bakalım diyorlar. Peygamberimiz için; 'O devrinin gereğini yaptı, ama bugün artık Muhammed'e gerek yok.' diyorlar. 'Kur'an'a, diğer dini kitaplar gibi ahlaki bir kitap olarak bakalım; faizle ilgili, ekonomi, siyaset vb. sosyal hayatla ilgili olan kısımları çıkartalım' diyorlar. Eğer siz, İslam alimleri ile bunu yapamıyorsanız bizim yetiştirdiğimiz ciddi akademisyenler var, bir araya gelelim, merkezler kuralım, bunu yapalım, diyorlar. Emine Vedud olayı bunun tipik bir örneği...

Yıldız: Biraz önce, Serdar bey hermenötik ve tarihselcilik meselesine vurgu yapmıştı. Tam da burada, Allah'ın tarihe müdahalesini gerçekleştiren şahsiyetler olarak gönderdiği peygamberleri, o konumdan çıkartıp tarihsel bir kişiliğe dönüştürürseniz ve bir 'anlam/yorum bilimi' olarak batıda doğan ve herhangi bir dini metni incelemede kullanılan bir araç olan hermenötiği alıp Kur'an'a uygulamaya kalkışmak, Kur'an'a hermenötik veya tarihselci bakış açısıyla yaklaşmak ne kadar sağlıklıdır? Kur'an'ın mesajını, özünü dönüştürmek için bunlar araç olarak kullanılıyor gibi. Pakistan'dan başlayıp Malezya'da devam eden operasyonu bu açıdan değerlendirirsek...

Demirel: Şimdi, bilgisayar, İngilizce gibi yeni eklenen dersler, medreseleri modernleştirme sloganı altında yapılıyor. Modernleşme genel kabul gören bir kavram. Ancak bu bizi aldatmamalı. Eğer problem sadece medreselerin modernleştirilmesiyse Malezya İslam Üniversitesi'nden ne istiyorlar, İslamabad İslam Üniversitesi'nden ne istiyorlar, Katar Üniversitesi'nden ne istiyorlar? Zira Malezya İslam Üniversitesine 15 bin öğrenciyi barındıran, 3 bin civarında uluslararası öğrencisi olan, 105 farklı ırkı bir arada tutan ve son derece modern alet ve edevatla donatılmış bir İslam üniversitesidir. Bu üst düzeydeki imkanlar bir çok Avrupa ve Amerikan üniversitesinde bile yok, insanlar bu imkanları gördükleri zaman çarpılıyorlar. Mesele sadece kullanılan araç-gereç bağlamında modernleşme ise, o zaman bu üniversitelerden ne istiyorlar? Amaç daha çok içerik olarak değiştirmektir, sekülerizmi bu üniversitelere kabullendirmektir. Bu bağlamda hermenötizm meselesine gelecek olursak; şimdi bir bakıyoruz, uzun bir süredir Peygamber efendimizin helal ve haramları belirleme noktasındaki konumu üzerinde sistemli tartışmalar yapılıyor. Bu yoğun tartışmalar boşlukta oluşmuyor. Onlar şunu çok iyi biliyor; Sahih bir sünnet tasavvuru olmadan sahih bir İslam tasavvuruda olmaz. Kur'an'ın sahih anlaşılması ancak sünnetten geçer. Efendimizin Kur'an'ı anlamasını, hayata geçirmesini, böylece nassların ete kemiğe bürünmesini devre dışı bırakırsak İslam'ı anlamakta imkansızlaşır. Bu bağlamda dayatılan unsurlardan birisi de, Aziz Peygamberi devre dışı bırakmak, onu tarihsel bir kişilik olarak ele almaktır. Ve hermenötik perspektiften, -ki hermenötikte metnin yani nass'sın kendisi yoktur, okuyucu vardır; okuyucu ne anlıyorsa aslolan odur- uygulanan yöntemle İslami hükümlerin içini boşaltıyor. Hala geriye içi boşaltılamamış hükümler kalmışsa, a zaman imdada "tarihselcilik" yetişiyor: Peygamberimizin helal ve haramları belirli günlerin belirli şartları içindir, dolayısıyla bu günü bağlamaz.' Bu metodoloji ısrarla bizim gündemimize neden sokuluyor? Bence sebep basit; İslam'ın helal ve haram çizgisini flulaştırmak, içini boşaltmak. Bu metodoloji yeni değil ki. Kökleri kadim Mısır medeniyetine dayanan, oradan Atina'ya, Roma'ya, oralardan da modern Avrupa'ya tışınmış ve bugün bir çok batı üniversitesinde kabul gören ve uygulanan bir yöntemdir. Bunlar bu metodolojiyi Hıristiyanlığa da tatbik ediyorlar, Yahudiliğe de. Doğal olarak İslam'a da tatbik etmek istiyorlar. Bu metodolojinin temelinde kutsal denen bir olgu yoktur bütün metinler tarihi metinlerdir. Ne birisi diğerinden üstündür, ne öteki diğerinden düşüktür. Ve bu noktada Türkiye'de de maalesef hadis etrafında yaşanan yoğun bir tartışma var. Geçenlerde bir yere davet edilmiştim. Orada yeni tanıştığımız kişilerin ilk sorduğu şey şu oldu: 'Hadis problemli bir alan değil midir?' Ben şöyle cevap verdim: Hayır, neden hadis problemli bir alan olsun; eğer bundan kast edilen hadiste zayıf rivayetlerin olup olmadığıysa, elbette vardır, uydurma rivayetler de vardır, ancak bunlar ayıklanmıştır, ulema bunun için inanılmaz gayretler sarf etmiştir, makbul olan ile olmayanı ayırt etmek üzere ilmi disiplinler inşa etmişlerdir; hala da bu gayretler bitmiş değildir. O zaman mesele ilmi olarak hadisleri ele alma meselesi değil, Allah Rasulü'nün konumuna yönelik bir meseledir. İyi niyetine inandığım o kardeşim bunun üzerine dedi ki: 'O zaman siz hadisten ne anlıyorsunuz, hadis nedir? Tek kelimeyle özetleyebilir misiniz?' dedi. Ben de: 'Tek kelimeyle hadis; dindir, iki kelimeyle hadis; Allah Rasulüdür, birkaç kelimeyle hadis; Kur'an'ın ete ve kemiğe bürünmüş halidir.' dedim.
Sahip olduğumuz ilmi gelenek Kur'an ve Sünnet hükümlerinin içininin boşaltılmasına engel. Bu noktada mesele İslam üniversitelerinin araçlar düzeyinde modernleştirilmesi değil, ideolojik manada sekülerleştirilmesidir. Bugün modernizm deyip geçmemek gerekiyor; modernizm son yüzelli yıldır ortaya çıkmış tüm izmlerin; komünizmden sosyalizme, liberalizmden kapitalizme döl yatağıdır. Özünde ise, mutlak manada din ve devletin birbirinden ayrılması, dinin hayata müdahalesinin önlenmesi vardır ve burada son derece otoriterdir. Bu bağlamda İslam'ın da buna "evet" demesini istiyorlar.

Yıldız: İslam'ın, günlük hayatı tanzim eden ilkelerini işlevsiz bırakmak, hayata müdahale eden kavramlarının içini boşaltmak suretiyle İslam'ın hayatla bağlantısını kesmeyi arzuluyorlar. Müslümanca bir hayatı kuran/kurgulayan, böyle bir hayat tarzının zihinsel kodlarını belirleyen temel kavramları iptal etmek istiyorlar. Mesela, sizin geçen aylarda Umran'da yayınladığımız "bereket" kavramıyla ilgili yazınızı hatırlayalım. 'Bereket' dahil, bazı kavramlar, Müslümanların literatüründen, zihinlerinden, söylemlerinden, eylemlerinden, hayatlarından sanki çekilip alınıyor. Zihnen modernleşen, pozitivist bir düşünce yapısına sahip olmaya başlayan Müslüman bereket kavramını artık kullanmıyor. Oysa geleneğimizde İslami kavramlar çokça yer etmiştir. "Yağmur yağdı" yerine, "rahmet yağdı" der insanımız. Yağmuru 'rahmet' olarak görmek yerine, bulut-rüzgar-nem-yoğunlaşma olayı olarak tanımlamak; evimizin, işlerimizin, faaliyetlerimizin bereketinden söz etmek yerine 'çalıştım-başardım oldu' demek bir zihin kaymasıdır, müstağnileşmedir, Allah-merkezli bakış açısından sapmadır. Mesela 'tağut' kavramı son on yıldır Türkiye Müslümanlarının gündeminden çıkıp gitti. Sanki Kur'an'da böyle bir kavram yok ve sanki bu kavramın siyasi-sosyal vurgusu kayboldu. Cihad, şeriat, İslam devleti, İslam nizamı, hukuku gibi kavramları Müslümanların literatüründen söküp alan bir süreç yaşıyoruz? Sizce bu, bütün İslam dünyasında da böyle mi?

Kışlakçı: Suudi Arabistan'dan başlarsak; burada hakim olan düşünce Vahhabilik düşüncesidir. Muhammed bin Abdulvahhab'ın meşhur bir el kitabı var, "Tevhid" kitabı; Suudi Arabistan'ın bütün dünyaya dağıttığı, ve ilkokuldan üniversiteye kadar herkesin okumasını zorunlu tuttuğu bir kitap. Bu kitapta bir 'Tevhid ve Şirk' bölümü var, bir de 'Cihad' bölümü var. Şimdi S.Arabistan bu bölümleri bu kitaptan çıkardı. Amerika'nın da baskı ve yönlendirmesiyle artık Suudi Arabistan yönetiminde önemli değişimler yaşanıyor. 'Biz aslında Vahhabi değil Hanbeliyiz' diyorlar.
Benzer şeyler Türkiye başta olmak üzere Mısır'da(el-Ezher), Tunus'ta, Cezayir'de ve diğer İslam ülkelerinde ilahiyatçılar eliyle yapılmak isteniyor. İslam'da devlet, İslam'da cihad, davet gibi konular, kavramlar Amerikalı profesörler ve onlara lojistik destek veren ilahiyatçılar tarafından sık sık sempozyumlarda, konferanslarda tartışılıyor. Değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek kavramlar tartışmaya açılarak içleri boşaltılıyor, kutsallıklarından arındırılıyor ve hakikatler çarpıtılıyor. Mesela, son zamanlarda moda oldu: efendim, İslam'da devlet yoktur, Kur'an'da böyle bir model olmadığına göre bizim için herhangi bir devlet modeli de sözkonusu değildir. Serdar kardeşimin belirttiği gibi, bunlar yapılırken tarihselci yaklaşımdan ve hermenötikten yararlanılıyor. Aslında hermenötik, tam olarak Arapça'daki "te'vil" kavramıyla aynı anlamda kullanılır. Tabi ki, "te'vil"in başka manaları da var.

Yıldız: Biliyorsunuz, "te'vil" bir kelimeyi, kavramı asli manasından saptırıp ona bilinen anlamından başka bir anlam vermek ve yorumlamaktır. Kur'an ve sünnet, bu manada te'vili olumsuzlamıştır; zira burada yapılan bir anlam değiştirme, yamultma, tahrif edip bozma faaliyetidir.

Demirel: Kavramlar deyip geçmemek gerekiyor. Çünkü kavramlar, bir zihin dünyasına, tasavvura açılan şifreler niteliğindedir. Hatta bir tasavvura şekil veren, çerçevesini belirleyen kavramlardır. Bu noktada eğer sizin tasavvur dünyanızın çerçevesi kutsal kelimelerle, Kur'ani - semavi kelimelerle bezenmişse, oluşturulmuşsa, siz doğal olarak hayatınıza 'kutsal' penceresinden bakacaksınız. Bunların yaptığı şey hayata bakışta kutsalı bertaraf etmek. Yani dini kavramları kutsaldan arındırmak. Uygulanan proje tamamen budur. Kullandığınız kelimeler, akademik dünyada, iş dünyasında, siyasi hayatta risk almanızı da gerektiriyor. Bir takım kelimeleri kullandığınızda, eğer onlar makbul kelime ve kavramlar değilse ağzınıza acı biber sürerler. Niye korkuyorlar bu kavramlardan? Zira bu kavramların ifade ettiği bir dünya bütünlüğü var. Şimdi, 'ulusalcılık'tan söz ettiğinizde, artık 'ümmet' mefhumuna vurgu yapamazsınız. Herhangi bir siyasetçi 'ben ümmetçiyim' dediğinde -ki Kur'ani bir kavramdır- ağzına acı biber sürerler, bir daha bunu kullanacağı zaman iki kere düşünmek zorunda kalır.

Yıldız: Mesela Erbakan; 'D-8' dedi, yani 'ümmet' dedi ve ağzına acı biber sürdüler.

Demirel: Evet, bu kavramların içinin boşaltılması için ciddi bir faaliyet yürütüyorlar. Son dönemlerde İslam aleminde çok tartışılan kavramlara mesela 'şehadet', 'cihad', 'vela ve bera: (İslam'da dost ve düşman) dikkat edelim. Ayet-i kerimede açıkça "Yahudileri ve Hıristiyanları dostlar edinmeyin" deniyor. Kur'an'ın açık bir hükmü bu. Şimdi, bu kavramlar ve ihtiva ettiği manalar İslam dünyasının yahut müslümanların Batılılara eklemlenmesini önlüyor. Bu noktada bu kavramların içinin boşaltılması gerekiyor. Zira boşaltılmaması entegrasyonu önlüyor. Üzülerek söylüyorum; işbirlikçi düşünürleri, ilahiyatçıları, siyaset adamlarını, yazar-çizerleri görüyoruz; bu kavramları tartışmaya açıyorlar. Bundan 4-5 sene önce yazılarıyla Filistin'de yapılan eylemlere şehadet eylemi diyenler, ya da en azından fedai eylemi diyenler 'bu kavramları bir daha tartışalım' demeye başladılar. Aslında ne değişti? İsrail'in devlet terörü mü? Mukavemet meşru olmaktan mı çıktı? Kudüs işgal altından mı kurtuldu? Neden 'biz bu kavramları gelin bir daha tartışalım' diyoruz? Arkasından 'aslında biz bunları İslami zannediyorduk, İslami değilmiş; aslında bu yapılanlar, İslam'la, cihad mefhumuyla örtüşmüyormuş; bunlar şöyleymiş, böyleymiş..' deyip Müslümanların direnç noktalarını kırmaya çalışıyorlar. Bu bağlamda kavramlarla oynama hadisesini basite indirgememek lazım, son derece önemlidir. Bundan birkaç ay önce Milli Eğitim Bakanlığı bir genelge yayınlamıştı. Bu genelgede 50 kadar kavramın kullanılması yasaklanmıştı. Ve yasaklanan bu kavramlara baktığınızda, hepsinin temel Kur'ani kavramlar olduğunu görürsünüz.

Yıldız: Müslüman zihni inşa eden, bir zihni mü'min kılan, diğer zihinlerden ayıran ilahi değer yüklü kavramları çıkarıyorsunuz, onun yerine seküler kavramlar koyuyorsunuz...

Demirel: İslam'i ıstılahların yerine konulan kavramlar, bu dünyaya, şimdiye ait, uhrevi buudu olmayan kavramlar... Toplumumuzda bencillikten bahsediyoruz. Siz kavramları dünyevileştirirseniz bencilleşme kaçınılmaz olur. Gençliğin alkol ve uyuşturucu pençesine düşmesinden yakınıyoruz. Bu insanları kutsaldan uzaklaştırdığınızda, helal-haram duyarlılığını sıfırladığınızda varacağı doğal nokta burasıdır, garipsememek gerekiyor. Zira Perşembe'nin gelişi Çarşamba'dan bellidir.

Yıldız: Kur'an-ı Kerim'de "Onlar kelimelerin yerlerini değiştirirler"(5/13) buyurulur. Rahmetli Muhammed Esed, bu ayetin mealini şöyle verir: "Onlar sözleri asıl bağlamlarından kopararak çarpıtırlar." Yani, bir dinin, bir zihin dünyasının temel kavramlarını asıl anlamlarından, bağlamlarından koparıp içini boşaltırsanız, o dinin müntesiplerinin davranış kalıplarını ve hayat tarzlarını da değiştirirsiniz. Temel kavramlarınıza asli anlamlarını yüklemeden, onların içlerini asli manalarıyla doldurmadan yol haritanızı doğru çizemezsiniz, istikametinizi de düzgün tutamazsınız.
Son zamanlarda eskisinden daha çok dikkatimi çeken bir ayet-i kerime var; Bakara suresinin 120. ayeti. Mealen, "Sen onların milletlerine tabi olmadıkça yahudiler de hıristiyanlar da senden asla hoşnut olmazlar. De ki: 'Her halde yol Allah yoludur.' Şanım hakkı için sana vahiyle gelen bu kadar bilgiden sonra, faraza onların hevalarına uyacak olsan, Allah'tan sana ne bir dost, ne de bir yardımcı bulunur." Burada, Rabbimiz, peygamberinin şahsında bize hitap ediyor: Siz onların (yani Yahudi, Hıristiyan, Batılı, Amerikalı, Rus...) milletlerine uymadıkça... Buradaki millet kavramının çok iyi anlaşılması gerektiğine inanıyorum. Genellikle biz bu kelimeyi 'din' diye çevirip kullanıyoruz. Oysa Rabbimiz "siz onların dinlerine girmedikçe" demiyor, "milletlerine" diyor. (Kur'an'da inkarcı kavimleri tarafından tehdit edilen Şuayb, Nuh gibi peygamberlerin, Ashab-ı Kehf gibi iman erlerinin "ya sizi taşlayarak öldürürüz ya da sizi zorla milletimize döndürürüz"(7/88; 18/20) dediklerini görüyoruz. Keza, Hz.Yusuf da zindan arkadaşlarına İslam'ı tebliğ ederken "Ben bir kavmin milletimi terkettim"(12/37) der.) Peki 'millet' yerine 'din' desek ne değişir? Şimdi, bugün bile, sadece 'kimlik müslümanı' olan birine; 'şöyle yaparak, şu tarzda yaşayarak Yahudileşme, Hıristiyanlaşma, onların dinine girme!..' deseniz; size tepki gösterir: 'Yok canım, ben dinimi hiçbir şeye değişmem, ben elhamdülillah müslümanım' der. Oysa yapıp ettiği ile, hayat tarzı ile, zihniyet dünyası, ilişki biçimleri ve davranış kalıpları itibariyle onlardan hiçbir farkı yoktur. Ayetin devamında belirtildiği üzere, onların heva ve heveslerinin belirlediği hayat tarzlarını, heva medeniyetlerini aynen yaşamaktadır. Yani aslında o, onların milleti üzredir. Burada 'din' ile 'millet' ve 'kavim' arasında büyük fark var. Kavim bir topluluğu ifade eder; o kavmin 'millet'i ise, onların hayat tarzını, değer yargılarını, sosyal sistemlerini, zihin yapılarını, davranış kalıplarını.. içerir. Elmalılı Hamdi Yazır'ın Allame Şehristani'den aktardığına göre millet; bir topluluğun çevresinde toplandığı, üzerinde yürüdüğü, bağlı bulunduğu egemen prensipler ve tutmuş olduğu yoldur. Bugün Batı'nın bize dayattığı, bizimkilerin de girmek için can attığı şey "din" değil, "millet"tir. Ama son tahlilde, onların razı olacağı biçimde milletlerine yani değerler sistemine, hayat tarzlarına, seküler temele dayalı heva uygarlıklarına entegre olur da tam uyum sağlarsanız, fiilen 'din'lerine de girersiniz. Bakara/120. ayetin devamında "Allah'ın yolu bir tanedir" vurgusu var. Hz.Yusuf da "Ben millet-i İbrahim, İshak ve Yakub üzereyim"(12/38) diyerek istikametini dosdoğru tutuyor. Hayat tarzı itibariyle, değer yargıları, davranışı, zihniyeti itibariyle tevhid akidesinden taviz vermiyor; ne zina fitnesi ile karşılaştığında, ne zindanda ne de 50 yıl -bir rivayete göre 80 yıl- süren Mısır sultanlığı döneminde.
Biraz uzattım ama, konumuz istikamet ve yolumuzu dosdoğru tutmak olunca bu örnekleri hatırlatma gereği duydum. Şimdi soru şu: ümmet olarak yolumuzu nasıl dosdoğru tutacağız?

Demirel: Söylediklerinize tamamen katılıyorum ve ek olarak bir hatırlatmada bulunmak istiyorum: İbn-i Teymiyye'nin dilimize de tercüme edilmiş olan Sırat-ı Mustakim adlı bir kitabı vardır. Bu kitabın mihver aldığı bir hadis-i şerif vardır: "Kim bir kavme benzerse o da onlardandır."

Yıldız: Tabi ki, sadece şekil olarak değil, asıl zihniyet ve hayat tarzı itibariyle...

Demirel: Evet, zihniyet ve hayat tarzı. Bu kitabın yazılış serüveni de son derece enteresandır. İbn-i Teymiyye'ye, Şam'dayken Kıbrıs'tan mektuplar gelir. Kıbrıs ahalisi Hıristiyanlardan ve Müslümanlardan oluşuyor. Hıristiyanlar ticareti ellerinde bulunduruyorlar, toplumda güçlüler. İbn-i Haldun'un Mukaddime'de dediği gibi "güçsüz kavimler güçlü kavimlere benzemeye çalışır; mağluplar galipleri taklit ederler." Bunun orada aynen tahakkuk ettiğini görüyoruz; elbiselerinde, yeme-içme tarzlarında, hareketlerinde, ibadetlerinde, ilişki biçimlerinde Hıristiyanları taklit etmeye başlıyor müslümanlar. Kıbrıslı Müslümanlar bu çözülmeye dur demenin yollarını arıyorlar ve merhum İbn-i Teymiyye'den bir çözüm üretmesini istiyorlar. O da bu hadis-i şerifi merkeze alan risaleler yazmaya başlıyor. Diyor ki; 'siz onlara benzemeyin, kültürünüzü onlara uydurmayın, onları dost edinmeyin'. Helal ve haram kavramını anlatıyor onlara. Yani aslında Müslüman olmayı, Müslümanca yaşamayı, Müslüman kalmayı hatırlatıyor. Kitap, böyle bir çerçevede yazılıyor. Aslında bu tehlike yani bu erime dediğimiz, zaman zaman kopuşa dönüşen hadiseler ilk kez yaşanmıyor İslam aleminde. Daha önceki dönemlerde de yaşanmıştır. Mesela bir İhya-u Ulumi'd-Din havada oluşmamıştır. Toplumda bir ihtiyaç oluşmuştur, dini duyarlılık noktasında bir kırılma yaşanmıştır ve bu kitaplar buna çare olarak yazılmıştır.

Yıldız: İslam'ın özüne, İslam akaidini bulandırmaya yönelik felsefi saldırılara da bir cevaptır aynı zamanda; İslami hayat tarzını yeniden canlandırmaya dönük bir ihya...

Demirel: İhya sadece fikirde olmaz; ihya yaşantıda da olur; ihya hayatın her tarafını kuşatan unsurlarda olur. Bir yerde kırılma varsa, orada bir ihya hareketi olmak zorundadır. Bu noktada bizim yapmamız gereken de bir ihya hareketi başlatmak ve İslam'ı yeniden kuşanmaktır. Özür dilemeden, kavramlarımızdan utanmadan, gerekirse risk almak pahasına İslam'ı kuşanmaktır.

Yıldız: Bugünün dünyasında İslam'ı kuşanmak, takva elbisesini kuşanmak, hayayı kuşanmak, bir risktir doğrusu...

Demirel: Ahiretteki riski almamak için bu dünyadaki riski almak gerekir.

Yıldız: Çok güzel. Peki, nasıl bir ihya ve inşa hareketi?

Demirel: Önemli gördüğüm bir husus şudur: Bizler; ilkokul, ortaokul, lise ve üniversite sıralarında zihin formatımızı modern formatla oluşturuyoruz. Müslümanlığımızla gurur duyup, namaz kılabilir, oruç ta tutabiliriz ama düşünce sistemimiz format itibarıyla genel manada Batılıdır. Kısacası, düşünce formatımızın müslümanlaştırılması/islamlaştırılması gerektir. Bu son derece zor, ama olmazsa olmaz bir husustur. Allahu alem!

Yıldız: Kuran'da yine Peygamberimizin şahsında bize hitaben, hem de ikinci olarak inen ayet grubunda; "ve siyabeke fe-tahhir ve'r-rücze f'ehcür" buyurulur. Yani "elbiseni, elini-eteğini cahiliye pisliklerinden, kirlerinden temiz tut ve her türlü kötülükten de uzak dur."(74/4-5) Bunu maddi bir temizlik olarak almak meseleyi basitleştirmek olur ve ayetin bağlamına da uymaz. Yani, tıpkı peygamberimiz gibi, bütün bir cahili hayat tarzından, tüm cahiliye alışkanlıklarından, ilişki biçimlerinden uzak durarak işe başlamak gerekiyor.

Demirel: Hz.Ömer'in bir sözü var: "Cahiliyeyi bilmeyen İslam'ı da bilmez." Biz çağdaş cahiliye dönemini idrak ediyoruz. Bunun adına globalizm diyoruz, küreselleşme diyoruz. İslami bilinci kuşanmak için bu manada çağı tahlil etmemiz gerekir. Bugün bizim tartıştığımız bir çok mesele aslında modernitenin dayattığı problemlerdir. Biz başka mahallelerin problemlerini kendi mahallemizin problemi olarak tartışıyoruz. Farklı bir tarih tecrübesinde tezahür etmiş problemi kendi problemim gibi niye tartışayım? Niye hemen oradaki problemi kendi problemim olarak algılayayım? Türkiye Müslümanının zihin formatı daha fazla modern olduğu için bu problemleri diğer İslam ülkelerine nazaran daha fazla yaşıyor.

Yıldız: Hak olan inancımıza, Müslüman kimliğimize, hayat tarzımıza batıl ve Batılı unsurlar, modern ve postmodern unsurlar çok fazla bulaştığı için bunların ciddi olarak ayıklanması, temizlenmesi ve yeni baştan İslami hayat tarzına rengini veren "sıbğatullah" ile boyanması gerekiyor. Buradan başlanılması lazım ki yolumuzu, istikametimizi doğru tayin edelim.
Burada, Turan kardeşime dönerek; ümmet kavramının unutturulduğu ve ümmetin bir araya gelmesini engelleyecek operasyonların çekildiği, ümmet arasında kavmiyet ve mezhep çatışmalarının yeniden körüklenmek istendiği bir süreçte, nasıl bir yol haritası izlemeliyiz, diye sormak istiyorum. İslam ümmetinin halini daha iyi bilen, gören, İslam ülkelerinin birlik çabalarını yakından izleyen, bu konudaki operasyonları yakından takip eden biri olarak, ümmetin, ümmet bilincini yeniden kuşanması için neler yapması gerektiğini düşünüyorsunuz?

Kışlakçı: Şimdi, kutsalın yok sayıldığı bu Postmodern dönemde, öncelikle Müslümanların kendi kutsallarına sahip çıkması gerekir. İkincisi müntesibi olduğu dinin hak olduğuna iman edecek. Bu "hak"ka iman çok önemli. Hani 'dinler arası diyalog' deniliyor ya, 'onlarda da hak unsurlar var' filan... İşte bu, "Allah katında Hak Din yalnızca İslam'dır" inancını zedeler. Hak Din İslamdır. Onlarda bazı hak unsurların oluşu bizim dinimizin sadece hak olduğunu gösterir. Diğerleri batıl unsurlar da içeriyor; bizim dinimizde ise asla batıl unsur yok. Üçüncü olarak, Serdar Bey'in dediği gibi, Müslümanların cahiliyeyi çok iyi bilmesi, tanıması lazım. Muhammed Kutub'un "20. Yüzyılın Cahiliyesi" olarak isimlendirdiği çağımızın çok iyi tanımlanması lazım.

Yıldız: Yani "21. Yüzyılın Cahiliyesi" de yazılması gerekir. Çünkü modern cahiliye, şimdilerde postmodern kisveye büründü, 'postmodern cahiliye'ye evrildi...

Kışlakçı: Evet, cahiliyeyi çok iyi tanıyıp postmodern düşünceyi, felsefeyi köklü bir eleştiriye tabi tutarken, İslami zihin yapımızı belirleyen kavramlarımızı da asli anlamlarına yeniden döndürmemiz gerekiyor. Ayrıca, İslam'ın öngördüğü hayat tarzını bir model olarak çağa sunmamız lazım. Bugün Müslümanlar çok iyi eleştiri yapıyorlar ama nasıl bir yol haritası izleyeceklerini, nerede duracaklarını, ne yapacaklarını bilemiyorlar. Ayetleri, hadisleri, İslam tarihindeki örnek şahsiyetleri günümüze taşıyamıyorlar. Batıyı çok iyi tanımak derken, bir temsil hatırıma geldi. Müslüman diğer dinleri felsefeleri tanımlarken bir ayna gibi olmalı, sünger gibi olmamalı. Ayna karşısındakini olduğu gibi yansıtır ve o bir görüntüdür, gider ayna ise yerinde daimdir. Ama sünger olursanız, Batıdan gelen bütün olumsuzlukları, şüpheli şeyleri alır, emersiniz, içselleştirirsiniz ve sağa-sola yayarsınız. Bu yüzden Müslüman, Batı karşısında sünger olmamalı, ayna olmalı; Batıyı çok iyi tanımalı ki, cahiliyenin zıddı olan İslam'ı da çok iyi bilsin ve yaşasın. Cahiliyeyi tanıyıp ondan kurtulmadan, uzaklaşmadan İslam'ı tanıyıp yaşayamazsınız.

Yıldız: Bir ayette buyurulduğu üzere(2/256), "Tağut'u inkar etmedikçe, tağuti düzeni, hayat tarzını, tağutun önerdiği, dayattığı ilkeleri terk edip Allah'a ve O'nun nizamına uymadıkça sapasağlam bir kulpa yapışmış olmayız." Yani sapasağlam bir kulpa yapışmak ve istikametimizi doğru tutmak istiyorsak, önce -ayetin başında ifade edildiği üzere- 'doğruyu eğriden, hakkı batıldan apaçık tefrik edeceğiz', sonra cahiliyeyi tanıyıp reddedeceğiz, tağutu inkar edeceğiz, buna paralel olarak da Allah'ın vaz'ettiği İslam'ı tanıyıp kabul edeceğiz ve yaşayacağız. Formül bu.

Kışlakçı: İmam Malik diyor ki: 'İlk nesil nasıl ıslah olduysa, sonrakiler de onların yolunu aynen takip etmedikçe ıslah olmazlar.' Yani sizin kurtuluşunuz, sahabe nasıl kurtulmuşsa cahiliyeden aynen öyle kurtulmaktır.

Yıldız: Aynen onlar gibi "ümmet" olmak, "kardeşler" olmaktır.

Kışlakçı: Başlangıçta bütün insanlar bir tek ümmet idi. Yani, halis insani fıtrat üzereydiler ve onlara Allah'tan Sırat-ı Müstakim'in bilgisi gelmişti. Sonra içlerinden bazıları, kendilerine çizilen meşru hudutları geçmek, yaratıldıkları fıtri statülerini aşmak ve fıtratın kendilerine verdiği haklardan fazlasını elde etmek istemelerinden dolayı aralarında ihtilaflar zuhur etti. O zaman Allahu Teala onlara, Hakk'ı tanımaları ve aralarından sosyal adaleti icra etmeleri için, peygamberler göndermeğe başladı. İşte bu, dünyada, bütün peygamberlerin risalet görevleriydi. Bu risaleti kabul eden, onların getirdikleri ilme tam olarak tabi olan ve bu peygamberlerin yollarıyla hidayeti bulanlar, evet yalnızca onlar Hak üzere olmuşlardır. Bunların dışında kim olursa olsun- ister peygamberlerine tabi olmamış, isterse peygamberlerinin getirdikleri talimatı şahsi çıkarlarına göre değiştirmiş olsun, herkes batıl yolda olmuştur. Şu ayete bunu anlatmaktadır: "İnsanlar tek bir ümmet idi. Sonra ihtilafa düştüler." (Yunus/9) Demek ki ümmet olma şuuru ihtilaflardan uzak durmak ve hakk'a teslim olmakta yatmaktadır.
İşte Allah Rasulü(s.) Arap olduğu ve Arap toplumuna tebliğe başladığı halde, daha ilk adımda din kardeşliğini tesis ediyor, ümmet bilincini oluşturuyor, teşvik ediyor. İlk Müslüman olanlar sadece Araplar değil, Habeşi de var, Rumi de var, Farisi de var, farklı ırklardan insanlar var. Bütün çaba, bunları ümmet yapmak, kardeş yapmak. Selman-ı Farisi ne diyor: "Ben İslam oğlu, İslam oğlu, İslam oğlu Selman'ım; babam da İslam'dır, dedem de İslam'dır, ceddim de" diyor. Çünkü İslam'a girdi. Cahiliye unsurlarından arındı. İslam'la dirildi ve hayat buldu.

Yıldız: Yani Müslümanın kimliğini belirleyen şey İslam. Şu an insanlar arasında kimlik tartışması var. Kimliğini ırka mı dayandıracaksın, bir coğrafyaya mı, bir mezhebe mi nispet edeceksin? Müslüman için böyle bir sorun yok, olmamalı. "İslam oğlu ....." olmak, sizin bütün bu alt kimliklerinizin, tanımlamalarınızın üstünde hakim bir üst kimlik.

Demirel: Özetle, tasavvur dünyamızın tüm kalıplarının Müslümanlaştırılması.

Kışlakçı: Müslümanların birlik olabilmesi için birlik şuurunun yerleştirilmesi gerekmektedir. Allah Rasulü ilk davete başladığında ümmet şuurunu oluşturmak için mücadele ediyor. Devlet olmanın unsuru da, bir güç olmanın unsuru da ümmet şuuru fertten ta çoğul cemaate kadar herkeste oluşturmaktan geçiyor. Yani ümmet için bir şeyler yapmak, çaba sarfetmek. Ümmet düşüncesini yok ettiğinizde ise, Müslümanla bağınızı koparıyorsunuz; diğer bir coğrafyadaki Müslümanla bağınızı koparmış oluyorsunuz.

Yıldız: Bu bağı kopardığınız zaman da, ümmetin çeşitli üniteleri; "nasıl olsa ümmet yok, o halde herkes kendi ulusunun, ırkının, mezhebinin kaygısında olsun" demeye başlıyor ve mesela bizdeki kimi Müslümanlar gibi, "bari Avrupa Birliği'ne girelim de kendi çıkarlarımızı koruyalım" diyor. Böylece zaten derli-toplu olmayan ümmete bir darbe de biz vurmuş oluyoruz. Böylece ümmet bilincini rafa kaldırıyor ve sonra da ümmeti tedavülden kaldırıyoruz. Sonra da AB veya ABD'ye yem oluyoruz.

Demirel: Aslında burada bir ironi var. Avrupa Birliği yüzyıllarca birbirini kesmiş bir topluluk. Tarihte cereyan etmiş büyük savaşların yüzde sekseni Avrupa'da yaşanmıştır. Tarihi bu kadar kanlı olan, birbirine bu kadar düşman milletler birleşirken; yani bir ümmet olurken, bize diyorlar ki; ümmet mefhumu köhnedi, bunu artık terkedin. Bu ironi değil midir?

Kışlakçı: Tıpkı, üç öküzün hikayesi gibi. Hani kurt, sarı, siyah ve beyaz renkli üç öküzü yemek için bir plan kurmuş ve barış ilan etmiş. Çünkü onlar birlik olup sırt sırta verdiklerinde kurt onlara saldıramıyor. Onları bölmek için, önce beyaz öküz uzaktayken diğerlerine 'bunun parlak rengi yüzünden başımıza sıkıntı gelebilir; gelin bunu aramızdan atalım' diyor. İki öküz, 'doğru söylüyorsun, ama bunu arkadaşımıza nasıl söyleriz?' dediğinde, kurt 'merak etmeyin, ben hallederim' diyor ve gerçekten hallediyor, afiyetle yiyor onu. Sonra aynı yöntemi siyah öküz uzaktayken uyguluyor. Sonunda sarı öküz tek başına kalıyor. Ve bir gün kurt, vahşi gözlerle ona yaklaşınca; 'eyvah' diyor; 'meğer ben, beyaz öküzün öldürüldüğü gün ölmüşüm de haberim yokmuş!..' Ümmeti de böyle parçalayıp yiyorlar.

Yıldız: Rabbim, bizi, sadece kendi çıkarını, kendi ırkını, rengini, mezhebini, meşrebini düşünüp 'küresel kurt'lara yem olan öküzlerin konumuna düşmekten muhafaza buyursun. Amin.

1 yorum:

Adsız dedi ki...

Modernizmin mahvettiği dünyada yitirilen değerlerin açığa çıkması için verilen her çabayı ellerim kızarıncaya kadar alkışlıyorum...