21 Ekim 2007 Pazar

"MÜSLÜMANIM" DİYENLERİN KİMLİK SORUNU OLAMAZ





ABDURRAHMAN ARSLAN İLE KONUŞMA

Konuşan: Abdullah YILDIZ

Abdullah Yıldız: Abdurrahman Ağabey, Rabbimizin bize lütuf buyurduğu ismi taşıyan "Müslümanlar" olarak, "millet-i İslam" olarak bugün yeniden ümmet olma çabası içindeyiz. Uzun süredir yaşamakta olduğumuz bölünmüşlük ve parçalanmışlık halinden, dağınıklıktan kurtulmak istiyoruz. Ama elbette Müslümanların bir araya gelmelerinin önünde ciddi zihinsel, psikolojik, fiili ve konjonktürel engeller de var. Sizce ümmet bilincini yeniden kuşanma yani yeniden ümmet olma ihtiyacını gerçekten hissediyor muyuz? Ümmetin birliğinin önündeki engeller nelerdir?
Bölünmüş Olsa da İslam Dünyası Ümmet Olma İmkanına Sahip

Abdurrahman Arslan: Şimdi efendim, niçin ümmet olmak istiyoruz? Bu soruya bir cevap vermemiz gerekiyor. Yani bizim ümmet olma arzumuzu dış şartlar, yani içinde yaşadığımız konjonktür mü uyandırıyor? Yoksa ümmet olmak bizim inandığımız dinin gereği midir? Yani dinamizmini içeriden mi alıyor? Yoksa dışarıya karşı bir cevap olarak mı ortaya çıkıyor ümmet olma arzumuz? Önce bunun tespit edilmesi gerekir. Gerçi çok zor değil bunu tespit etmek. Yani dış şartlara bakarak bizim ümmet olma arzumuzu dış şartların gereği olarak düşünmek, bence atı arabanın önüne koşmak gibi bir şey olur. Ümmet olma arzusu bizim inandığımız dinin temsil ettiği bilgi türünün bir doğal yada zorunlu sonucu olarak ortaya çıkıyor. Bundan dolayı bütün parçalanmışlığına rağmen varlığını sürdüren bir ümmet var veya bir İslam dünyası var iddiasında bulunuyoruz. Ama burada, belki de en başlangıçta sormamız gereken bir başka soru daha var. Biz nasıl bir dünyada yada ne tür şartların belirlediği bir dünyada ümmet olmak istiyoruz? Eğer bu şartları iyi tespit etmezsek, bizim ümmet olma çabamızı bu şartların belirleme ihtimali de vardır. Dolayısıyla ümmet olalım derken bakıyoruz ki; toplum olmuşuz, ulus devlet olmuşuz yada başka bir şey olmuşuz. Evet, işin böyle bir boyutu var.
Şimdi, burada şöyle bir soru sormamız gerekiyor: Ümmet olma arzusundayız, ama nasıl bir dünyada ümmet olacağız? Bu soru, ümmet olmak istediğimiz ortamı, dış dünyayı, yani siyasal yada ideolojik dünyayı tanımlamakla ilgili. Ki biz, ümmet olma tavrımızı bir bakıma bu dünyanın şartlarına rağmen oluşturalım. Aksi halde yakın döneme kadar yaptığımız hataya tekrar düşebiliriz. İçinde yaşadığımız ve karşı olduğumuzu söylediğimiz dünyanın kavramsal yada maddi araçlarını alarak yeniden ümmet olma çabasına gireriz; ama araçların bizi belirlediğini, kendi idealleri doğrultusunda yönlendirdiğini ise ihmal ederiz. Nitekim bugün aşağı yukarı son 50-100 yıllık modernleşme tecrübemiz biraz da böyle bir yolu izlemektedir. Bütün ümmet olma arzularımıza rağmen bir türlü olamıyoruz. Çok somut bir örnek vermek istersek, mesela Pakistan'ın kuruluşu bir bakıma kendi alanında bir Müslüman devlet/ümmet olma arzusuydu. Ama biz sonradan gördük ki, ulus devlet konsepti ve ulus devlet konteynırı içinde ümmet olmanın imkanı yoktur. Niçin yoktur, nasıl yoktur, ulus devlet nasıl bir konteynırdır ki buna müsaade etmiyor? Bunu elbette analiz etmemiz gerekiyor. Ama bizim 50 yıllık kısa tecrübede öğrendiğimiz aşağı yukarı bu.

Yıldız: Yani yeniden ümmet olmayı ödünç kavramlarla veya kurumlarla başaramayız. Kendi özgün İslami kodlarımızı kullanarak kendimizi yeniden inşa etmeliyiz.

Arslan: Şimdi, tabii ki ümmet olmak, aslında sorunlarımıza ne ile sahip çıkacağımızla ilgili bir şey. Gerçekten sorunlarımıza ne ile sahip çıkacağız ki ümmet olalım? Her şeye rağmen, bütün olumsuzluklara rağmen Müslüman dünya batı emperyalizminin saldırısına maruz kaldığı dönemin öncesine kadar sorunlarına İslam'la sahip çıkmaya çalışıyordu; fakirliğine, yoksulluğuna, savaşlarına rağmen, bütün yüz yüze geldiği sorunlara İslam'la sahip çıkmaya çalıştı ve onunla çözüm aradı hep. Fakat modern dünya, İslam dünyasının üzerine varmaya başladığında ise, bu gücün karşısında bu kez karşılaştığı sorunlara batıdan ithal edilen değerlerle, araçlarla sahip çıkmaya başladı. En azından bugün dünden oldukça farklı bir tavır içinde. Belki onu dünden büyük nispette farklı kılan bir düşünce içinde olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Mesela sorunlarının çözümü için, ırk temeline dayalı ulus devleti siyasal/sosyal sorunlarını çözecek bir ihtiyacı olarak gördü. En azından, karşılaştığı bazı sorunları batıda geliştirilmiş değerler yada uzmanlar aracılığıyla çözmeye çalıştı büyük oranda. Yani sorunlarımızın çözüm kaynağı değişti bu süreç içerisinde; İslam böyle bir kaynak olmaktan çıktı, yerine batılı değerler geçti. Biz batılı değerlerle sorunlarımıza sahip çıkmaya çalıştık. Yani sorunlarımızı modernleşerek çözebileceğimize inandığımızdan, her defasında daha çok modernleşme arzusu içinde olduk. Aşağı yukarı 50-100 yıllık maceramız buydu.
Ama, bütün bunlara rağmen gerçekten bunlarla sorunlarımızın çözülmediğini gördük. Gerçekten de bugüne baktığımızda Müslümanların, sorunlarının çözümü için daha çok modernleşme talebinde bulunmadıklarını görmekteyiz. Kanımca önemli nokta bu. Huntington bir makalesinde diyor ki: Eskiden okuyanlar bizim tarafımızdaydılar, batı hayranıydılar; oysa şimdi durum değişti; okuyanlar bizden nefret ediyor, bize karşı çıkıyor, halk ise bizim tarafımıza geçti, bize yönelik bir hayranlık besliyor...
Demek ki 19.yüzyılın sonları, 20.yüzyılın başlarını bu Müslüman ümmetin parçalanma yüzyılı olarak görmek gerekir; ben öyle görüyorum. Ve ümit ediyorum, dua ediyorum ki, 21.yüzyıl İslam ümmetinin yeniden birleşme yüzyılı olsun. 20.yüzyıl nasıl bir parçalanma yüzyılı olduysa, 21.yüzyılın da bir birleşme yüzyılı olacağına inanıyorum. Müslümanların büyük bir çoğunluğu da buna inanıyor. Üstelik şartlar da bunu zorluyor.

Yıldız: Müslüman dünya böyle bir çaba içerisinde gözüküyor, elhamdülillah. Sizce, Müslümanların yeniden ümmet olmalarının yolu-yordamı nasıl olmalıdır? Ümmetin birliğini kurmak, kimi çevrelerin dillendirdiği gibi, bir ütopya mıdır?

Arslan: Bu, bizim için köken olarak çok yabancı bir şey değil elbette. Yeterli olmasa bile geçmişteki tecrübe bizim böyle bir talepte bulunmamızı gerekli kılıyor, bunu bir ütopya olmaktan çıkartıyor. Onun için ben bu işin ütopya olduğu kanaatinde değilim. Dediğim gibi, bütün parçalanmışlığa rağmen İslam dünyasında ümmet olmanın imkanları vardır. Elbette ümmet olmak demek böyle kendiliğinden olabilecek bir şey değildir. Bunun bir takım şartları vardır elbette. Kuşkusuz ki bunlar, müslümanlar olarak bizim sorumluluklarımızı hatırlatan şeyler.
Ümmet Olmak Kendi Tercihimiz Değil, İnancımızın Emridir
Yalnız, burada, benim kişisel kanaatime göre, iki şeyin üzerinde durmamız gerekiyor: Bu son dönemlerde Müslümanlar arasında, özellikle Irak'ın işgali ile birlikte sadece Türkiye'de değil, dünyanın diğer Müslüman ülkelerinde de yakın zamana kadar ümmet kavramını ağzına almayan bir çok insanın da bu kavram üzerinde yeniden düşünmeye başladığını görüyoruz. Dolayısıyla içinde yaşadığımız durumu aşmanın bir imkanı ve bir zorunluluk olarak yeniden düşünülmektedir. Şimdi, genel olarak ulus devletin bize önerdiği siyasal-sosyal projeden kalkarak bir ümmet tasarladığımız için İslam dünyasına baktığımızda bunun imkansız olduğu kanaatine varıyoruz. Benim kanaatime göre, bu yanlış bir bakış açısıdır. Önce bu kalkış noktasını, bu tasarımı terk etmemiz gerekiyor. Ümmet olmak, homojen, mono-blok bir yapı olmak anlamına gelmez. Eğer biz böyle düşünüyorsak, bu ulus devletin projesidir, o bizden uzak dursun. Hem diyeceksiniz ki, 'insanları tek-tipleştiriyorsunuz', bu konuda eleştireceksiniz, hem de ulus-devlet gibi gerçekten homojen bir ulus, homojen bir kültür, homojen bir hukuk, homojen bir toprak gibi idealler taşıyan bir projeden hareket ederek bir ümmet tasarlayacaksınız. İslam'da böyle bir homojenleştirme yok. Bu beklentiden vazgeçeceğiz. Yani İslam zaten hukuk getirmişse; sözgelimi bu, İslam hukuku olduğu için sorunlar bitecek anlamına asla gelmez. Sorunlar olacaktır, ama sorunları Müslümanlar bu hukukla çözeceklerdir. "Bunu uygularsanız her şey hallolacak"; hayır, İslam'ın böyle bir iddiası yok. İslam'ın yaşandığı bir toplulukta da doğal olarak sorunlar olacaktır, bunun kaçarı yok; ama buraya müracaat ederek çözüm bulmamız lazım. Sorun bununla ilgilidir. Dolayısıyla ümmet olmak ütopya gibi düşünüyoruz bu anlamda, yani ümmet olmak sorunsuz, mono-blok, Endonezya ile Fas arasındaki insanların büyük bir iletişim yapısı içerisinde bir birlikteliği, aynı nefesi aldıkları, aynı şekilde oturup kalktıkları bir şey; hayır, ümmet bu değil. Ümmet çeşitlilik içinde olur, hatta bazen kendi içinde olan sorunları çözemedikleri için kavga da edebilirler. Bütün bunlara rağmen kavgalı olsalar bile bunun bir ümmet olduğunu kabul etmemiz lazım. Yoksa, Rabbimizin 'iki taraf birbirleriyle zıt düştüğünde aralarını bulun'(49/9) demesi boşuna değil. Yani Müslümanlar arasında da kavga çıkabilir. Dolayısıyla bu onların ümmet olmadığı anlamına gelmez...

Yıldız: Yeniden ümmet olma ile ilgili, üzerinde durmak istediğiniz ikinci husus...

Arslan: İkinci husus ise, ümmet olmak müslümanların iradi tercihleriyle ilgili değildir. Yani sadece "yok arkadaş ümmet olmazsak 21.yüzyılda yaşayamayız" gibi kişisel bir tercih değildir ümmet olma gerekliliği. Bütün parçalanmışlığına rağmen bir İslam dünyası vardır. Peki, bir şeyi dünya kılan nedir? Hangi kriterlerden kalkıp bunlar bir dünyadır yada bir dünya değildir veya bir dünya olamazlar diyeceğiz, hangi kriterleri kullanacağız bunu derken? Şimdi 1.5 milyar nüfuslu, sınırları şu kadar genişlemekte olan İslam dünyası değil midir? Bir kişi "hayır değildir" diyebilir. Ben buna itiraz etmiyorum. İslam dünyası yada İslam ümmeti olmanın kriteri bellidir. 1,5 milyar nüfusu, sınırları ekstra şeylerdir. Ümmet olmak, bu büyük coğrafyalarda beraber yaşamakta olmak meselesi de değildir. Kanaatime göre bizi ümmet olmaya zorlayan İslam'a ait bilginin kendisidir. İslam sadece bir inanç sistemi değil aynı zamanda bir bilgi biçimidir. İmana dönüşmesi gereken bir bilgi biçimidir İslam. Dolayısıyla bizi ümmet olmaya zorlayan kişisel bir tercih, iradi bir tercih değildir. Bu bilgi türünün bizi zorunlu olarak götürdüğü güzergahtır. Bu güzergahtaki insanlar o bilgi biçimine hangi derecede iman etmişse, bu bilgi biçiminin bizi götüreceği güzergahın önderleri de onlar olacaktır. Önce inandığımız dinin bize sunduğu bilgi biçiminin gücüne inanmalıyız. Belki bugün 21.yüzyılın post-modern dünyasında Müslümanlara karşı yürütülen düşmanlığın kaynağında da bu bilginin taşıdığı alt edilmesi mümkün olmayan o potansiyel güç vardır. Ben bundan olduğunu düşünüyorum. Kişisel kanaatime göre stratejik topraklara sahip olduğumuzdan dolayı bu insanlar bize karşı bir şeyler yapmıyorlar. Bu bilgi biçiminin gücüne karşı girişilmiş hareketlerdir. Aslında bu bilgi biçiminin dışında olan insanlar, bu bilgi biçiminin insanları nasıl topyekün eğittiğini, hem bilinç olarak, hem de eylem olarak düzenlediğini görmektedirler. Bundan dolayı da bir İslam ümmeti en azından bizim vicdanlarımızda ve bilincimizde bu bilgi biçiminin zorunlu bir hali olarak vardır. Sorun bu potansiyel gücü görünür bir güce döndürmektir deyim yerindeyse.
İşte, 'biz 21.yüzyılın şartlarını öğrenmek durumundayız' deyişim de bundan dolayıdır. 21.yüzyıl, temel karakteristik yapısı içerisinde nasıl bir yüzyıl olma özelliğini taşımaktadır? Aksi halde dikkat etmezsek, 21.yüzyılın kendi karakteristik özelliği bizim bu İslami çabamıza, ümmet olma çabamıza kendi karakteristiğini katabilir. Bu katış ise bizi hep karşı çıktığımız ötekine büyük nispette benzetebilir. Aşağı yukarı bugün benzediğimiz gibi. Yani erkeklerimiz sarıklı şalvarlı halleriyle, kadınlarımız tesettürlü halleriyle hayatlarımızı sürdürürken; bedenlerimizin karşı çıktığımız ötekinin rollerini yerine getirmesi gibi.. Aslında bedenlerimizin yerine getirmesi gereken rollere baktığımızda bizim o ötekinden bir farkımız yok; farkımız sadece dış görünüşümüzde. -Gerçi kadınlarımız yine kapalılar; ama erkeklerimizde o dış görünüş farkı da artık kalmadı.- Yani fark artık nicelikseldir, dışsaldır; içeriksel yani keyfiyete ait değil.. Oysa sorun içerikle, muhteva ile ilgilidir. Ümmet olmak da bu içerikten, bu muhtevadan kalkarak bir yere, sosyal varoluşun başka bir düzeyine geçme halidir diye düşünüyorum; dolayısıyla ümmet olmak birinci derecede bir bilgi biçimini gerektirmektedir, bilginin gücü ile ilgilidir. Ancak böyle bir bilginin gücü insanları bir ümmet yapmaya yeter.
İkincisi ise bu bilginin inşa ettiği şuurla ilgilidir. Elbette bu ikisi bulunduğu yerde kalmıyor; kendilerine ait bir açılıma içkindirler. Bunlar bir amel türü olarak kendilerini tezahür ettiriyorlar, yani bir davranış biçimi bir sosyal ilişki türü olarak kendilerini tezahür ettiriyorlar. Böylece bu bilgi biçiminin yada bilinç biçiminin sosyolojik bir açılımı ortaya çıkıyor. İşte belki de ümmet bu sosyolojik açılımın kendisini ifade ettiği bir alan yada bir varoluş biçimi. Bundan dolayı da ümmet olmak, dışarıya karşı bir anti olma, karşıt olma sonucunda Müslümanların karar verip varacağı bir sosyal varoluş değil; Müslüman'ı da önceleyen, inandığı bilginin gücünden gelen bir şey. Ve bu güç yeryüzündeki bütün müslümanların bilinçlerinde ve yüreklerinde mevcuttur. Bunu Müslümanların hayatlarında açıkça görmek mümkün. Aşağı yukarı yeryüzünün bütün coğrafyalarında hangi renkten ve hangi ırktan olursa olsun 'ben Müslüman'ım' diyen insan büyük oranda gündelik hayatında sünnete müracaat ederek kendi hayatını düzenlemektedir. Bu bütün ulusal bilinçleri aşan; ümmet olma bilincinin bir ifadesidir. Eğer biz bunu daha sık dokuyabilirsek, şüphesiz ki bu ümmet olma hali belki daha çok köklü olacaktır, çok daha somut hale gelecektir diye düşünüyorum.
Ayrılıkların Sebebi Etnik Farklılıklar Değil, "Allah'ın İpi"nden Uzaklaşmak

Yıldız: Ümmetin mono-blok bir yapı olmadığını, birlik içinde çeşitlilik taşıdığını, bunun da doğal bir şey olduğunu söylediniz. Yani ümmet, farklılıkları ortadan kaldıran bir tek-tip manzara arz etmez. Peki, bu böyle iken, Müslümanların kimlik tartışmaları içinde boğulmalarına ne dersiniz?

Arslan: Şimdi, Başbakanın, kimlik tartışmalarına yol açan Hakkari konuşması hakkında, İslami kesim dahil, genel olarak herkes bir şeyler yazdı-çizdi. Ama burada, meselelerin kökenine pek inilemediği gibi, sorunların nereden kaynaklandığı, nereden geldiği üzerinde de pek kafa yorulmadı, diye düşünüyorum. Maalesef, İslami düşünceye sahip insanlar da, kendi dışındaki, o öteki diye tanımladığı dünyanın kavramlarını, benzetmeler kurarak kendi dünyasına kabaca aktardı, sonra kendi malıymış gibi kullandı. Mesela millet kavramı. Hepimizin bildiği gibi, millet kavramı aslında bu analojilerden üretilmiş bir kavramdır. Medeniyet kavramı da, kültür kavramı da bu analojilerden üretilmiş kavramlardır. Sizin de yazılarınızda sıkça vurguladığınız 'din, şeriat, hayat tarzı' anlamındaki millet kavramı...

Yıldız: Ki, 'millet-i İslam', 'millet-i İbrahim' derken tam da bu kastolunur...

Arslan: Ama bu kavramın aslı bu olmasına rağmen içerik anlamı, ulus devletin doldurduğu gibi doldurulmuştur. İslam Dini, ümmeti de bir inanç birliği olarak görür. İslam'a göre, ırki farklılıklar, etnik farklılıklar ayrılık sebebi değildir. İslam, ayrılığa sebebiyet verecek şeyi, Allah'ın ipinden uzaklaşma olarak tanımlar. İslam'a göre millet bu dine inanan insanların topluluğudur, bir ırka ait insanların topluluğu değildir. Oysa bugün ulus devlet, milleti böyle anlıyor; bir ırka ait insanların topluluğu olarak bize dayatıyor. Medeniyet kavramı da öyle; İslam'a ait bir isim olduğu için çok kolay kullanıyoruz. Aslında içerik anlamı İslam'a ait değildir, başka bir dünyanın tecrübesiyle doludur bu. Kimlik de biraz böyle. Biliyorsunuz kimlik, ulus devletle birlikte ortaya çıkmış bir sorun. Ulus devlet, birey/vatandaş olan insana bir kimlik vermiş. Kimliğin oturduğu temel ırkidir, etnik bir yapıdır. Ulus devlete göre kendi sınırları içinde yaşayan bütün insanlar o ırka ait kimliği taşırlar. Bu ulusun homojen bir toprağı vardır. Ulus devlet bir konteynır olarak bütün bu homojenliği muhafaza etmek, onu belli bir tarihin güzergahından alarak, başka bir zamana taşıyıp götürmek göreviyle yüklü bir yapıdır. Hangi dine, hangi ırka, hangi cinse ait olduğu hiç önemsenmez. Onu bir vatandaş kimliği ile kimliklendirir ve böylesine homojen bir kimlik verir ona. Dolayısıyla bugün tartışılan kimlik meselesi modern bir meseledir. Bu kimliğin getirdiği sorunlar da İslam'a ait sorunlar değil, modern sorunlardır. Nitekim 1980'lerden itibaren batıdaki ulus devletin kimliği, bu homojen toplum, homojen kültür, homojen ırk anlayışı birden bire kırılmaya uğradı. Bu pozitivist paradigmanın çöküşüyle beraber başladı. Kırılmanın sebeplerinden birisi de feminizmin ortaya çıkışıdır. Çünkü vatandaş çok soyut bir kavramdır. Bu vatandaşın kimliği, cinsiyeti hakkında bir bilgi vermez. Yani vatandaş kadın mıdır, erkek midir belli değildir. Çünkü bu cinsiyet farklılıklarını ulus devlet, vatandaş kavramı temelinde yada bir ırka ait olmak temelinde yok saymıştır. İlk defa batıda büyük oranda feminizm buna bir itirazda bulunmuştur: 'Tamam, ben bir vatandaşım ama benim cinsiyetim farklıdır; dolayısıyla benim cinsiyetimin farklılığını gözetmek durumundasınız.' Aslında bu itiraz modernitenin siyasal projesi olan ulus devlete bir itirazdır. İtiraz sadece bununla başlayıp devam etmedi. İtiraz belki 1960'lardan itibaren başlamıştı. Ama 1980'e gelindiğinde itirazlar o kadar çoğaldı ki, öngörülen siyasal, sosyal projeler çatladı birden bire. Özellikle pozitivist felsefenin kırılmaya uğraması ile birlikte bunlar yaşandı. Yani ilim, hakiki mürşit olmaktan çıkınca; ulus devletin pozitivist paradigmaya dayanarak yaptığı homojen toplum, homojen kimlik tanımı birden bire çöktü. Çünkü bunların hepsi, bir siyaset olarak pozitivist felsefe üzerinde kurulmuştu. Pozitivist felsefe, 'artık ben mutlak doğruyu temsil etmiyorum; yani artık hakiki mürşit ben değilim' deyince birdenbire bir kırılma meydana geldi. Kırılma ile birlikte de o soyut vatandaşın tanımı sorunlu hale geldi. Gerçekten eğer böyle bir durum varsa, biz insanı nasıl tanımlayacağız? Özne olarak, o varlığı neye dayanarak tanımlayacağız. Çünkü doğru olarak tanımladığımızdan emin olduğumuz pozitivist felsefe çökmüştür, kırılmaya uğramıştır. Böyle bir durumda insanı nasıl tanımlayacaktır? Bundan dolayıdır ki postmodern felsefe öznenin parçalandığını ilan etti. Yani biz artık insan denen özneyi tanımlayamıyoruz. Bundan dolayı özne parçalanmıştır. Bir vatandaş olarak, bir birey olarak parçalanmıştır. Peki, parçalanan bir insanın yeniden kimliklendirilmesi gerekir. Çünkü parçalanmak demek, o aidiyetin de ortadan kalkması demektir. O halde bu parçalanma ile birlikte bir kimlik sorunu çıktı ortaya. Yani insan olarak ben kendimi nasıl tanımlayacağım? Kimlik sorunu bu kırılmanın neticesinde 1980'lerden itibaren kendini göstermeye başladı...
"Müslümanım" Diyen Bir İnsanın Kimlik Sorunu Olamaz

Yıldız: Kendilerini, aidiyet olarak, Allah'ın Müslümanlara has kıldığı İslam dinine ait bilen Müslümanların bu türden bir kimlik sorunu olmaması gerekir, diyebilir miyiz?

Arslan: Tabi ki! Ulus devlet yada kimlik sorunu bir aidiyet meselesidir. Ve ulus devlet, kimliğin aidiyetini bir ırka, bir etnik yapıya oturtmuştur. Ulus devletin bir ırka, etnik yapıya oturttuğu kimliğin görünüşle bize çok şey söylediğine inanabilir, böyle bir aldatmacaya kapılabiliriz. Oysa kimlik sadece bir ırka aidiyeti ifade etmez. Eğer biz ırk için kimliği böyle düşünürsek o zaman işin içinden çıkamayız. Çünkü kimlik, eğer biyolojik olarak bir ırka ait kılınırsa; gündelik hayat içerisinde yaşadığımız toplum dünyasında yada evrende bizim davranışlarımızı neye göre düzenleyeceğimiz bir sorun olur. Bizim dünya görüşümüz bir sorun olur. Bundan dolayı İslam açısından baktığımızda, böyle bir kimlik tanımının mümkün olamadığını, kabul edilebilir olamadığını görüyoruz. İslam'a göre en azından kimlik, bir insanın dünya görüşünü içerir. Basit bir ifadeyle, bizim neyi yiyip neyi içmediğimiz de bizim kimliğimizin bir parçasıdır. Ticaret yaparken bir şeyin haram, helal olduğunu söylediğimiz andan itibaren bu bizim kimliğimizin bir parçasıdır. Mahremiyet ile na-mahremiyet ilişkisinin içerisindeki davranış kalıplarımız da bu kimliğin bir parçasıdır. Dolayısıyla İslam kimliği böyle bir dünya görüşü olarak tanımlanabilir. Zaten bu modernist kimlik gerçekten de insanın ufkunu daraltan bir kimliktir. Şimdi bence, 'Müslümanım' diyen bir insanın aslında bir kimlik sorunu olamaz. Oysa hepimiz hala kimlik sorununu tartışıyoruz. Ha, Kürtlerin meselesine gelince; burada bir kimlik sorunu yok mudur? İster Kürt, ister Türk, isterse Arap olsun, 'ben Müslümanım' diyorsa, onun bir kimlik sorunu yoktur. Onun kimliğini zaten vahiy belirlemiştir ve de tanımlamıştır. Bu anlamda Müslüman, kimliğini bir ulus devlete bağımlı kalarak tanımlamaz; çünkü siz eğer modern ulus devletin kimliğini taşıyorsanız, siz kimliğinizi tanımladığınızda o ulus devlete referansta bulunmak mecburiyetindesiniz. İşte Çin'de de olsanız, 'ben falanca memleketin vatandaşıyım' diyerek bir kimlik tanımında bulunursunuz. Oysa bir Müslüman olarak biz, 'İslam'a inanıyorum' dediğimizde, aslında kimliğimizi cebimizde, yanımızda daha doğrusu kalbimizde taşıyoruz demektir. Bu anlamıyla da başka bir toprağa, başka bir ırka borçluluğunuz olamaz. Böyle bir kimlik sunuyor insanlara vahiy kaynaklı dinler. Böyle bir durumda onun dünya görüşü, davranışları, neyi yapıp neyi yapmayacağı, bütün bu davranış biçimleri bu kimliğin bir parçası oluyor yada kimliğini oluşturuyor.
Buradaki sorun son dönemlerde yaşadığımız sorun. İslam, bu kimliği verdikten sonra, insanlara, farklı dilden olmalarından dolayı ne öneriyor ya da onlara nasıl bir özgürlük vaat ediyor sorusuna baktığımızda ise şunu görüyoruz: İslam böyle bir kimlik tanımını yaptıktan sonra, bu insana, "İslam'ı kendi diline göre yaşa" yada "herkes kendi dinini kendi diliyle yaşamak hakkına sahiptir" diyor. Şimdi eğer bir ırk, bir kavim kendi anadilini bu dini yaşarken kullanamıyorsa, burada ciddi bir özgürlük sorunu var demektir. Yani Kürtler açısından yada başka bir kavim açısından konuşursak, burada ümmetin bir parçası olan ve inandığı dinini kendi dili ile yaşayamadığından, kendi dilini konuşamadığından dolayı problemi olan bir Kürt meselesi ile karşı karşıya geliyoruz. Bu İslam'ın öngördüğü anlamda bir kimlik sorunu olarak düşünülemez, kabul edilemez. Çünkü o, 'La İlahe illallah' dediği andan itibaren zaten kendini kimliklendirmiştir. Artık o kendi kimliğini seçmiştir. Neyi yiyip neyi içmeyeceği, kiminle beraber olup kiminle beraber olmayacağı, kiminle hangi hukukun çerçevesi içerisinde beraber olacağı, zaten bunu söylediği andan itibaren belirlenmiştir. Dolayısıyla burada müslümanlar açısından bir kimlik sorunu söz konusu edilemez. Ama dillerinden dolayı ve inandığı İslam'ı yaşamada kendi dillerini kullanmada sıkıntı çeken müslümanların sorunlarından bahsedebiliriz. Tabi ki diğer müslümanların başta gelen görevi de bu sorunu ortadan kaldırmaktır. Çünkü bugün, eğer 20.yüzyılın kirlerinden kurtulmak istiyorsak, bilelim ki farklı ırklardan olmak bir ayrılık sebebi değil. Onun bir ayrılık olduğunu söyleyen, ulus devletin ideolojisidir.
Müslümanlar, Zihinlerindeki Batılı Kavram ve Kalıplardan Kurtulmalı

Yıldız: Yani 'ümmet' bilincine sahip Müslümanların, 'Müslümanca' düşünenlerin, ulus devletin dayattığı anlamda bir kimlik problemleri olamaz...

Arslan: Evet. Dolayısıyla bizim ümmet olma yolunda yapmamız gereken en önemli şeylerden birisi de, 20.yüzyıl ile birlikte zihinlerimize nakşedilmiş bu kirlerden kurtulmaktır. Hangi ırka ait olursak olalım, zihnimiz yoğun bir şekilde kirlendi. Bunu kabul edelim, eğer ümmet olmak istiyorsak biz bu kirlilikten kurtulmak zorundayız. Bu da entelektüel düzeyde batılı kavramlarla ve kalıplarla yeniden ciddi şekilde hesaplaşmayı gerektiriyor. Bu kolay bir şey değil. Bence müslümanların önündeki en önemli belki de en zor ama yapılması gereken hesaplaşma budur. Entelektüel bir hesaplaşma. Ben bunları kişisel olarak 11.-13.yüzyıllar arasında İslam dünyasının Grek dünyasına karşı yürüttüğü mücadelenin ikinci aşaması olarak görüyorum. Biz yine bugün Grek dünyasından kendisini mayalamış modernist düşünceyle bir hesaplaşma içindeyiz. Ve bunu entelektüel düzeyde başarmak zorundayız. Esas zor olan budur. Başkasının ürettiği kavramlarla biz kendi sorunlarımızı analiz edip ne anlayabiliriz ne de çözebiliriz.
Batı uygarlığı ile hesaplaşmamız epistemolojik bir temelde başlayıp bitmesi gereken bir süreçtir. Başka bir şey değildir. Bunun yanında, bu hesaplaşmanın siyasal ve sosyal bir özellik yada bir yapı kazanması gerektiğine de işaret etmek istiyorum; ümmet olmanın imkanları bağlamında. Şimdi biz modernist sosyal teoriye baktığımızda onun üçlü bir yapı üzerine kurulduğunu görüyoruz: Birey, toplum ve ulus; modern toplumsallığı, sosyal hayatı kuran bir üçgendir bu. Çünkü modern sosyolojiye göre toplumu meydana getiren en küçük birim bireydir. Ondan sonra toplum gelir, sonra da ulus gelir. Aslında fazlasıyla soyut kavramlardır bunlar. Benim naçizane fikrim; İslam'ın da kendi sosyal dünyası -ki biz onu bir ümmet, bir millet olarak tanımlayalım- üçlü bir yapıda oluşturulur: aile, cemaat, ümmet. Ama İslam, toplumun en küçük biriminin birey yada fert olduğunu söylemiyor. İslam'a göre birey yoktur, birey olamaz. Çünkü birey, kendini kendi aklına, kendi heva ve hevesine göre düzenleyen insandır. İslam'da Mü'min vardır; Mü'min de kendini vahye göre düzenleyen insan tipidir, insan modelidir. Dolayısıyla İslam'a göre toplumun en küçük birimini birey değil, aile oluşturur. Burada, bir mü'min bir de mü'mine vardır. Aile burada meydana gelir. Dolayısıyla, tarihte ilk defa kadın-erkek arasındaki ilişkiler Hz.Adem ile Havva arasında düzenlenerek yeryüzüne gönderilen ilişki türüdür. Bu nedenle aile ve onunla birlikte düşünmemiz gereken kadın ile erkek arasındaki ilişkiler Hz.Adem ile Havva'nın haşa bir flört neticesinde elde ettikleri bir şey değildir.
Evet o şartlar uygun düşmezse eriyip gidebilir, yok olabilir ama yine de aile verilidir. Dolayısıyla, kadın erkek ilişkileri üzerinde konuşuyorsak bu şu demektir. Biz aynı zamanda bir toplumun dünya görüşü üzerinde konuşuyoruz. Bundan dolayı da ben özellikle kız kardeşlerimizden rica ediyorum. İslam eşitlikçi ilişkiler kurmak isteyen bir din değildir. İslam adalet üzerinde ilişkiler kurulmasını isteyen bir dindir. Biz eşitlikçi düşüncelerle aile ilişkilerimize bakmamalıyız. Mü'minler kendi aralarındaki ilişkiyi eşitlik temelinde anlamlandıramazlar, meşrulaştıramazlar. Modernist düşünce, eşitlik ve eşitleştirici bir ideolojidir. Modernist kimlik anlayışı da eşitlikçi bir temelden hareket eder. Oysa İslam her şeyi adalet üzerine kurduğunu söyler. Adalet de verilidir; modern insan haklarının icat ettiği bir şey değildir.
Biz adaletin ne olduğunu Kur'an'dan ve Sünnet'ten öğreniyoruz. Dolayısıyla özellikle kadın-erkek arasındaki ilişkileri eşitlik üzerinde temellendirmekten vazgeçelim. Çünkü eşitlikçi arayış ailenin yaşamasına asla müsaade etmez. Bu şu demektir. Toplumun en küçük birimi ailenin yok olması demektir. Oysa biz ümmeti kurmak istiyorsak, ümmetin üzerinde oturduğu ilk basamak ailedir. Ondan sonra cemaat yada cemaatler gelir. Ben burada tek bir cemaati, homojen bir yapıyı kastetmiyorum. Belki de yüzlerce cemaati kastediyorum. Belki de akşamları namaz kıldığımız camideki cemaati de kastediyorum. Eğer bu anlamda bir cemaat olabilirsek; yani yoksulundan-zengininden, ölüsünden-dirisinden, sağından-hastasından haberdar olduğumuz ve sorumluluk hissettiğimiz insanların topluluğu olarak cemaati kastediyorum. Dolayısıyla ümmeti kurmanın ikinci basamağının cemaat ve cemaatlar olduğunu düşünüyorum.
Üçüncü basamak olarak ümmet ve ümmet bilincidir. Dolayısıyla İslam'ın sosyal dünyası bu üçünün üzerinden inşa edilir. Ailenin bir cemaat olduğunu hesap dışı tutmayalım. Aile kendi başına bir cemaattir. Evin erkeği akşam namazında imam olup aile fertlerini arkasına dizdiğinde, gerçekten bir cemaatin lideri olduğunu görecektir. Ama aynı zamanda bu durum formel düzeyde, askerin cephedeki diziliş biçimiyle benzerlik gösterir. Zira namaz şeytana/şeytanlara karşı verilen bir savaşı temsil eder. Önde eli kılıç tutan erkekler, arkada onları destekleyen kadınlar; bu arkada olmak hor göründüğünden değil, ümmetin geleceğini kendi rahimlerinde taşıdıklarından dolayı korunmak üzere arkaya koyulmuş kadınlardan müteşekkil bir durumdur.
Eğer Rasulüllah'ın savaşlarına bakarsanız bu mantaliteyi görürsünüz. Dolayısıyla kılınan namazın o formel yapısı ile müslümanların meydanlardaki savaş düzeni arasında doğrudan ilişki olduğunu düşünürüz. Bundan dolayı da aile bir cemaattir. Aile bir topluluğun siyasal ve sosyal kültür üretmiyorsa, bilin ki müslümanlar bir iddiada bulunamazlar. Aile sadece yemeğin pişirildiği, yatakların olduğu bir yer değildir. Mahremiyetin, siyasal kültürün üretildiği bir yerdir. Onun için kadınlarımız da erkeklerimiz de evi sıcak bir ocaktan ibaret görmekten vazgeçmelidir. Bu kültürü orada üretip cemaat olmak zorundayız. Ondan sonra camideki cemaatlerle bütünleşeceğiz. Zaten, İslam bizi alıp oraya götürecek...

Yıldız: İnşaallah, aileden, cemaatten, camiden başlayarak yeniden ümmet olacağız.

Arslan: İnşaallah!..

Hiç yorum yok: