31 Ekim 2007 Çarşamba

ADEM'İN 'ADAM' INDAN BİREY İNSANA





Nuri Celepci

İnsanın çevresiyle ilişkisini genel anlamda üç şekilde incelemek mümkündür: 1: İnsanın Allah’la ilişkisi 2: İnsanın İnsanla İlişkisi 3: İnsanın Tabiatla ( diğer varlıklarla ) İlişkisi Biz bu yazımızda insanın çevresiyle ilişkisi meselesinde ikinci sırada yer alan İnsanın insanla ilişkisi konusunda Batı modernizmi ve bu modernizmin dayandığı kökleri olan; Yunan felsefesi , Roma kültürü,Yahudilik ve Hrıstiyanlığın konuya yaklaşımını irdelemeye çalışacağız. “İnsanın insan için sorun oluşturması, biraz da “soru” oluşturması yüzündendir. Çünkü insan, kendisi için dahi muamma bir varlıktır. Bu onun yaratılışından gelen zaafının değil, aksine yaratılıştan gelen yüksek potansiyelinin bir sonucudur. Bu potansiyeli yüzünden insan, onu tanımaya ve tanımlamaya kalkan hemen herkesi şaşırtmış ve yanıltmıştır. İnsan konusunda en çok yanılanlar da, bölen , parçalayan ve indirgeyen bir akılla insana yaklaşan batılı düşünürler olmuştur. Descartes’ten, Hume’a, hobbes’tan nietzsche’ye, Hegel’den Marx’a, Durkheim’den Sartre’a, insanı kendi meslek ve meşrebince tarif eden her Batılı düşünür, insan sorununu çözmek yerine daha bir karmaşık hale getirmişlerdir. Sonuçta, ortaya ideolojilerin ve ideoloji haline getirilmiş pozitif bilime ait disiplinlerin paramparça insanı, insan demeye çok şahit ister insanı çıkmıştır. BATI ( MODERNİZM)’İNİN İNSANIN İNSANLA İLİŞKİSİ KONUSUNA BAKIŞI Her düşünce sisteminin bir Allah, alem, insan görüşü vardır. Batı uygarlığının incelememize konu teşkil eden insan görüşü ise; Yunan felsefesine, pagan Roma kültürüne ve Kilise ahlakına göre şekillenmiştir. Batı’nın insan görüşü de işte bu köklerden beslenmektedir. Batı modernizmi Her alanda olduğu gibi insan konusunda da bir türlü dengeyi tutturamamıştır. Bunun birçok nedeni olmakla birlikte en önemli nedenleri arasında Batı düşünce sisteminde hayatın merkezinde “adam” olan “insan değil, “beşer “ olan birey olması ve her şeyi bireye göre algılamasını söyleye biliriz. “Bilindiği gibi, Eski Yunan’ın Panteon’u; “insanlaştırılan tanrılarla” , eski Yunan mitolojisi ise, tanrılara baş kaldıran insan masallarıyla yani ‘ tanrılaştırılan insanlarla’ doludur.” (1) işte bu temel felsefe modernizmin insan anlayışını belirleyen zeminlerden birisidir. Burasını kalkış noktası olarak ele alıp yolumuza koyulduğumuzda ; Modernite’nin insan anlayışını belirleyen tarihi yolun ilk kilometre taşlarından birisi olarak kadim filozoflardan Aristoteles’e rastlıyoruz. Sonraki dönemlerde insanı hayvanla bağlantılı olarak tanımlamaların temelinde Aristoteles’in, insanı çeşitli özellikleri olan hayvan şeklindeki tanımı ve insan ruhunun en alt basamağında hayvan ruhu vardır. (2) şeklindeki düşüncelerinin belirleyici olduğunu söyleye biliriz. İnsanı anlama ve anlamlandırma sürecinde tasavvurlardaki kırılmalarda Aristo Teles’in bu düşüncelerinin hatırı sayılır bir payı olduğunu söylersek yanılmış olmayız. Aristo Teles’ten önce de, Antik- Yunan mitolojisinde bu sapmaları görüyoruz ancak sistamatik olarak bu sapmaların Aristo ile başladığını söyleye biliriz. Örneğin şöyle diyordu Aristo: “ Gözü bir hayvana benzetirsek, görmesi onun ruhu olur.”(3) Bu tanımlamada da gördüğümüz gibi, insan ve insana dair bir çok hastalığın mikropları, onun bu ve buna benzer fikirleriyle etrafa yayılmıştır. Bu dönemi hikmetten kopmaların son haddine geldiği bir dönem olarak da görüyoruz. Ancak hikmetle bağlantılar tamamen kopmuş da değildi. Batı modernizmi bir ideolojiler mezarlığı olarak, her alanda olduğu gibi insan konusunda da bir türlü dengeyi tutturamamıştı. Batı medeniyeti, bir sarkaç gibi iki aşırılık arasında gidip geliyordu. Batı Medeniyeti insanın konumuna dair bir yer bulmakta hayli zorlanıyordu. 17. yüzyıl insanın parçalara ayrıldığı yüzyıldı. Bu görevi Descartes üstlenmişti. Onun “Metot Üzerine Konuşmalar” ’da formüle ettiği dört ilkeden ikincisi, “Anlamak için ne kadar mümkünse o kadar küçük parçalara ayırma” düşüncesiydi.(4) Bu düşünceyle yola koyulan Batı aklı her şeyi ama her şeyi parçaladı. Bu parçalanmadan Tanrı, insan, tabiat, her biri kendine düşen payı aldı. Parçalanan her hakikat hakikat olmaktan çıktığı gibi, insan da Allah’ın şaheseri olmaktan çıkıp bir hayvan derekesine indirilmişti. İnsan insanlığını kaybediyordu artık. Bu süreç içerisinde insan; Tanrı’dan koparıldı, Tanrı’dan kopan insan kaçınılmaz olarak kendine zulmetti. parçalanan insan kendisine, toplumuna her şeyden önemlisi de , öz yurduna yabancılaştı. Filozof, Thomas Hobbes, “ İnsan, insanın kurdudur.” Diyerek insanı ve insanlığı bir birine düşman etti. İnsanı, sahip olduğu değerden alaşağı ederek değersizleşti ve bir hayvan konumuna indiriverdi. Yirminci yüzyıla geldiğimizde, insan , “Hümanizm “ adı altında bir kez daha, Tanrılaştırma adına insanlığından edilmişti. Her iki indirgemeci ameliye sonucunda, insan, bir tüketim aracı haline getirilmişti. Buraya kadar insan hakkında iki temel yaklaşım ortaya çıktığını gördük. Bu yaklaşımların ikisinin de indirgemeci bir yaklaşım olduğunu söyleye biliriz. Bu iki indirgemeci yaklaşımdan, ilki olan anlayışa göre: İnsan nedir? sorusuna, Descartes: “Düşünen canlı”, Andre Gide: “ insan hisseden hayvan, Emile Durkheim: “ Sosyal hayvan”, Marx: “ insan alet kullanan hayvan” diye cevaplamışlardır..İnsanı aşağılayan bu tanımlamalara dayanamamış olacak ki, A. Camus: “ insan isyan eden canlı” dır. Deyi verdi. İnsan ait olduğu yere kavuştu derken, A. Camus isyanının devamında ; “ İnsan hayvan olmak istemeyen tek hayvandır.” Demez mi? ! Bütün bu hayvansı tanımlamaların nihai sonucunu, Darwin belirledi ve insanın kökenini hayvanlar aleminin en maskara, en taklitçi ve en gülünç türü olan maymuna dayandırmayı başardı. Uzun yıllar hayvanlarla olan akrabalıklarını geliştire bilmek için mesai sarfettiler. Freud, ise insanla ilgili yaklaşımlarını, ileride Modernizimin üç ana dayanaklarından birisi olan “cinsellik” e dayandırdı. Ona göre; Cinsellik ve onun en esaslı dinamiği olan libido, insanın bütün hayatını kuşatan; dinden kültüre, medeniyetten sanata, ahlaktan hukuka ne söylenmişse hep insanın bastırılmış duygularının yüceltilmesi neticesinde ortaya çıkmıştır. Freud, olayı o kadar ileri götürdü ki, iğrençlik sınırlarını da aşarak; “insan annesini emerken ve severken, babasına kızarken dışkısını çıkarırken bile cinsel istek ve dürtüleri onu yönlendiriyor.” (5) diye bildi. Sonunda İlahi Vahyin, yaratılmışların en şereflisi diyerek taltif ettiği insan zihinleri iğdiş edilmiş, seküler aklın tutuk beyinleri sayesinde aşağılık arzu ve dürtülerin esiri olmuş bir hayvana indirgenme yolunda epey mesafe kat edilmiş oldu. Unutulmasın ki, yukarıdaki insan tanımlamalarını yapan şahısların her biri bir bilim dalının ya kurucusu, ya da en yetkili sözcüsüdür. İnsanı tanımlama (ma) ya çalışan bu isimler, Batı’nın kendileriyle iftihar ettiği isimlerdir. İnsan gibi en temel bir soruna bile dengeli bakamayan bu hastalıklı ruhlar ürettikleri fikir virüslerini kendilerinden sonraki kuşakların zihinlerine şırınga etmeyi maalesef başara bildiler. Sanayi devrimine gelindiğinde, ortada amaçsız, acımasız ve sorumsuz bir insan vardı. İnsanın bu durumuna dayanamayan Alman filozof Nietsche, dinden bağımsız bir kültür kurma sevdası ile şu hezeyan da bulundu: “merhamete, vicdana ve bağışlamaya karşı, yani insanların zalimlerine karşı mücadele edin. Zayıfları sıkıştırın, yere serilmiş cesetlerine basarak yukarılara doğru tırmanın. Çünkü siz yüksek bir ürünün çocuklarısınız, çünkü idealiniz insan-üstüdür..” (6) Bu hezeyan öyle bir noktaya vardı ki, sonunda Tanrıyı da öldürdüğünü ileri sürerek İnsana yeni bir hedef göstermişti. Gösterdiği bu hedefin belirlenmesinde ayrıca Darwin’in gelişme ve yaşama savaşı öğretisi önemli rol oynamıştı. Darwin, öğretisinde türlerin kalıcı olmadıkları, sürekli değişerek geliştikleri, bu değişim ve gelişim savaşı içerisinde güçsüzlerin yok olup gittiklerini, güçlülerin ise, hayatta kalarak daha güçlü ve yetkin bir tür yarattıklarını söylüyordu. “Nietzche’ye göre insan, aşılması gereken bir varlıktı. Her varlık kendisinden üstün bir şey yaratmıştır, öyleyse insanın da kendini aşması gerekir. ” (7) İnsan da kendini yok ederek üstün insana ulaşması gerekir diye düşündü. Nietzche, üstün insan hayaliyle insanı gerçek konumundan alıp insanlığından ederken, insanın karşısına rakip olarak Tanrı’yı koydu. Yunan Batı aklı geleneğine göre insanın iradesini yok eden, insanın iradesini kullanmasını engelleyen Tanrı idi. Bu akla göre; Tanrı, insanın aklını ve iradesini kullanmasından hoşlanmaz, insanın iradesini kullanması, Tanrı’yı rahatsız eder. İşte bu yanlış tasavvur, yamuk insan tanımlamalarının temel sebeplerinden birisini daha oluşturmuştu. Oluşan bu yanlış tasavvurla doğru bir insan anlayışı düşüncesine ulaşılması elbette ki beklenemezdi. Öyle de oldu. Çağımızdaki insan feryatları bunun bir göstergesi olsa gerek. İslam’a göre ise; “insanın iradesini kullanarak hürleşmesi sadece hemcinsi olan diğer insanları rahatsız edebilir. Özellikle de diğer insanlar üzerinde hegemonya kurmak isteyenleri. “Çünkü insan insanın rakibidir. Allah’a gelince; bu durum O’nu yalnızca memnun eder. Çünkü insan ne kadar yücelirse yücelsin, ölümlü ve muhtaç yaratıklar sınıfına aittir ve kendi sınıfını aşıp ilahlaşamayacaktır. Olsa olsa , sadece ilahlık taslayabilir ve hiçbir taslak da aslıyla rekabet edemez.” ( İslam’ın insan görüşünü başka bir yazıya bırakarak şimdilik bu kadarla yetinelim. Nietzche’ bunun tam aksini iddia ederek, Tanrı’yı öldürdüğü söylemi bir hezeyandan öteye geçememiştir. Tarih gösterdi ki, Nietzche’nin öldüğünü iddia ettiği Tanrı’ya hala milyarlarca insan inanırken o ve onun gibiler düşünceleriyle beraber fosillik müzelerinde yerlerini alalı hayli zaman oldu. İnsanı ; ” birey olarak kendi kendine yeten bir varlıktır.” Diye tanımlayarak ortaya çıkan bireycilik, birey dışındaki her şeyi “öteki” ve “yabancı” unsurlar olarak gördü. ‘Birey kendini, ötekine, yani yabancı olana karşı her tür araçla savunmalı ve tüm yığınağını bu uğurda kullanmalı düşüncesiyle insanı; çevresine, aşkına ve kendini aşan her türlü yüce değere karşı düşman etti. Bu durum, insanı kendisiyle ve etrafıyla kavgalı olmasını başlattı Kendini yeterli gören insan; kendisi dahil her şeye hükmetmeye çalışıyor. Evrene meydan okuyor, yaratıcıya kafa tutuyor. Bu tavrı, her şeyi bozuyor, evrendeki dengeleri alt üst ediyor. Böylece “ekini ve nesli helak ediyor” (30/41) Ve insan, çirkin yüzünü göstererek dünyanın ve içindeki tüm canlıların içine düştüğü kötü durumdaki en büyük payın da sahibi olmuş oluyordu. kendisini olduğundan fazla önemseyen insanoğlu, tanrı’nın, her işine müdahil olmasını kabul etmek istememekte, kendi özgürlüğünü, “tanrıyı/yaratıcıyı yok sayarak” veya tanrı/yaratıcı karşısında, “tanrıya rağmen” ilan etme arzusundadır.Ancak insanoğlunun içindeki “tapınma ihtiyacı” ve ya kendi dışındaki bir güce, dayanma , bağlanma arzusu öyle baskın çıkmaktadır ki, çok zaman, kendi özgürlüğüne kendisi son verme durumunda kalmaktadır.. “varolana”, “varolan tanrıya” “varolan dine” karşı çıkmak, onu, kendi icat ettiği tanrılarla ve ilkelerini kendisinin belirlediği bir din ile baş başa kalmasını zorunlu kıldı. Bireyci insan görüşünün ortaya çıkardığı sorunların, toplumun tümünü tehdit ettiğini gören kimi düşünürler, bireyciliğe panzehir aramaya koyulmuşlardır. Fransız düşünür Emile Durkheim, bu panzehirin isim babasıdır. O, bireyciliğin yerine, toplumculuk ideolojisini (sosyologisme) yerleştirmiştir. Bu insan görüşü, bireyciliğin tam zıt kısmında yer alır ve onun savunduklarının tam zıddını savunur. Buna göre bireyin toplum dışında bir değeri yoktur. Dolayısıyla iradesi, kendine özgü duruşu, tavrı, şahsiyeti, özelliği de olamaz. O tüm değerlerini toplumdan alır.“ (9) şeklinde başka bir indirgemeci yaklaşımla bireyciliğin karşısına durdu. Yukarıda ifade edilmeye çalışıldığı üzere;“özgürleşme” ve “başkaldırma” adına insanoğlu yeni tanrılar, yeni dinler ihdas etmekte, kendisi de bu yeni ihdas ettiğinin bir “kulu” olmak durumunda kalmaktadır.” Sonunda “Ben tutkusu kendisini, kendisinin tanrısı konumuna getirmekte”(10) gecikmedi. Öyle ki; insanoğlu, kendi ihtiyacına cevap verecek, zaaflarını örtecek, kullana bileceği, yönlendire bileceği, zaman zaman akıl vereceği, adına konuşa bileceği bir tanrı peşine düştü. Böyle bir tanrıyı bulmakta zorluk çekse de, bu konuyu kendisine fazla dert etmedi. Çünkü çok geçmeden bu ihtiyaçlarına cevap verecek bir tanrıyı kendi elleriyle inşa etmeyi de başardı.(11) Demek oluyor ki;“ Aslında, ilahi dinlerin Allah’ına baş kaldırmak, insanoğlunu tanrısızlaştırmıyor onu bir tanrıya kul olmaktan uzaklaştırmıyor. Aksine onu, bir olan Allah’akul olma yerine birçok tanrıya aynı anda kulluk etme durumunda bırakıyor.(12) Dedik ya Batı en temel konu olan insan konusunda bile bir aşırılıktan diğerine gidip geliyordu. “İfrat ve tefritten” bir türlü kurtaramıyordu kendini. İnsan konusundaki bu gidip gelmelerin temelinde yatan sebeplerden birisi beklide en önemlilerinden birisi dr, Hıristiyan inancındaki “İsa’nın; Tanrı mı?, İnsan mı?, Tanrı’nın oğlu mu?ya da tümü mü? ,değil mi? olduğu konusunda “ki, zihin bulanıklığını (13) hatırlatmayı gerekli gördüğümü ifade edeyim. Burada da O iki aşırılığı görüyoruz. İnsan Ya Tanrı, Ya da, günahkar bir varlık olarak görülüyor. Batı’nın bu kutsaldan koparılmış aklı, insanı yeniden tanımladı ve yeni bir konuma oturttu. “Modern topluma gelindiğinde insan, kendini bütün ilişkilerin maddi çevre ve nesnelerin yeniden üretilip kitlesel tüketime sunulduğu boş, amaçsız bir dünyada buldu” kendini. İslam inancına göre, mahlukat ağacının şerefli meyvesi olan insanı hayvanlığa indirgeme çabasının eseri olan bu tanımlamalarında ne yazık ki insan “hayvan” olmaktan hiçbir zaman kurtulamadı. Nihayetinde insan, önce biyolojik varlığı olan “etine-kemiğine “ indirgenerek vitrinlik bir teşhir malı konumuna düşürüldü. Sonra da, elementer kökenine indirgenerek sıradan bir “materyal” konumuna düşürüldü. (14) Yukarıda insanı tanımlamaya çalışanların tanımlarını aktarmamızın sebebi şudur: Tanımlar önemlidir. Nasıl tanımlarsanız öyle değer verirsiniz. Onların her biri körün fili tarifi hesabı, baktığı yerden nasıl görünüyorsa insanı öyle tarif etmişlerdir. Kesinlikle insan onların tariflerinin hepsi ve daha fazlasıdır. Fakat onlar insanı indirgemeci bir mantıkla okumaya çalıştıkları için bu yanlış okuma insanın ölümünü getirmiştir. Bu tespitin ne kadar isabetli olduğunu Modernizm’in ve İslam’ın insana bakışını ve insana değer verişini örnekleriyle incelediğimizde daha iyi görme fırsatı bulmuş olacağız. Tarihte İnsanı Böylesine Aşağılayan Başka Bir Medeniyet Gelmemiştir. İnsana bir köpeğin gözüyle bakıp bir köpek tanımı yaparsan; insanı, et ve kemikten ibaret görürsün. Kim bilir belki de insanı, en azından kendileri dışındaki insanları böyle görmek istemişlerdir. Öyle ya insan et ve kemiğe indirgenince onun katledilmesi ile bir hayvanın öldürülmesi arasında fark kalmayacaktı. İmaj bozma ameliyesiyle mahlukat ağacının en şerefli insanını, insandan daha aşağı bir seviyede olan hayvana eşitleyerek, katliamlarına epistemolojik bir zemin de hazırlanmış olacak. Bu uğurda Batı, sömürü ve cinayetlerini mazur göstermek için bilimi dahi kullanacak kadar soysuzlaşacak. Denile bilir ki, bilimi elde etmelerinin en büyük amaçlarından birisi İnsanı, tabiatı ve Yaratıcı’yı sömürme istek ve arzularıdır. Tabiatı ve Tanrı’yı nasıl sömürdüklerini başka bir yazıya bırakarak insanı nasıl vahşice sömürdüklerine örnekler eşliğinde kısa bir göz atalım: “ Nairobi’de Mathari Akıl Hastanesinde görevli Dr H:L. Gordon, The African Medical Journal’de (1943) yayınlanan bir yazısında şunları söylüyor: “100 adet sağlıklı yerlinin beyninde çıplak gözle ve mikroskopla yapılan, teknik olarak son derece ileri ve hassas bir dizi araştırma sonucu, yerli beynin kantitatif geriliğini gösteren ciddi kanıtlar elde edilmiştir. Bu geriliğin normal insan beynine göre yüzde 14 dolayında olduğu tesbit edilmiştir.” F.Fanon, Siyah Deri Beyaz Maske, s.36 (15) Bu tesbit işlemi elbette insanı fareyle eşitleyen bir akıl sahibi için hiç de zor olmadı. Batı’nın sömürgelerdeki utanç verici politikalarından Sovyetler’in Afganistan’ı işgaline ve orada 1,5 milyon insanı katletmesine, ABD’nin Japonya’ya attığı iki atom bombasından Vietnam’daki katliamlarına, Sırpların Arnavutluk’ta yaptıkları katliamlara varıncaya kadar hepsi bizzat ya medeni! Batının gözleri önünde ve katkılarıyla yıllarca devam etti, ya da medeni! Batı’nın bizzat kendisi bu katliamların faili oldu.(16) İsrail’in Filistin’de yıllardır sürdürdüğü devlet terörüne ne demeli? Dünya medyasının gözleri önünde bir babanın kolları arasında saklanıp bir köşeye pusan çocuğu ve babasını bilerek öldüren canilere, neden on üç yaşındaki bir çocuğu kurşuna dizdiği sorulduğunda “on üç yaşında değil, üç yaşında bile olsa aynı şeyi yapardım” diyen bir insanın zihninin, tasavvurunun yukarıda isimlerini saydığımız hastalıklı bireylerin virüslü fikirleriyle inşa edildiğini anlamak hiç de zor olmasa gerek. Vahşi Batı’nın vahşi sömürgeciliği boyunca bu vahşi cinayetlerinin haddi hesabı yoktur. Bu katliamları o kadar ileri götürecekler ki, tarihin kimi dönemlerinde kendi milletinden hatta kendi dininden olanlara bile bu vahşiliği uygulayacaklardı. Yakın tarihimizden bir örnek olarak; kendilerinden olmalarına rağmen Filistinlilerin haklarını arayan ve İsrail tanklarının paletleri altında can veren gazeteci bayan muhabir (Rachel CORRİE)’i unutmayalım. İç dünyalarını imar ve inşa edemeyen bir medeniyetten ve onun çocuklarından dış dünyayı imar ve inşa etmeleri beklene bilir mi? Elbette ki beklenemezdi. Eski sömürge dönemlerinden şu örnek de bu anlamda dikkat çekicidir sanırım: “1572 yılında Fransa’da gerçekleşen Saint Barthelémy katliamında, Katolikler yalnızca Paris’te birkaç gün içerisinde 3.000’den fazla insan katletmişlerdi. Citeaux piskoposu Arnald Amaralicus, sapıklığından kuşkulanılan Bézires kenti sakinleri için ne yapılması gerektiğini soranlara kısa bir cevap vermiştir: ‘Tümünü öldürün!, Tanrı kendinden yana olanları tanır.’ Bu fetva üzerine yaşına ve cinsiyetine bakılmaksızın 20.000’e yakın insan kılıçtan geçirildi ve kent yağmalandı.” (17) Hırıstiyan fanatizminin en büyük kurbanı olan Endülüs Müslümanlarını da unutmayalım. İnsanı, Allah’ın kulu, kainatın efendisi olarak gören İlahi vahiyler göz ardı edilerek vahşi Batı’nın cinnet geçirmiş ruhlarının, insanı insanın kurdu olarak yaptıkları tanımlamalara göre insanı, hayatı ve tabiatı yönlendirme ve yönetmeye kalkmanın bir yansıması olarak, Alman toplumunda ensest olayı % 30. Buna aile içi gönüllü zinayı da eklerseniz ortaya çıkan rakam % 60’a varıyor. Fransa’da bu rakamların daha yüksek olduğu sonucuna şaşmamalı Kapitalizmden önce “semanın çocuğu olan insan, artık “yeryüzünün kurdu” , “Alet kullanan hayvan” , “ Hayvan olmak istemeyen tek hayvan” olarak tanımlanarak ilahi bağlantıları tamamen koparılmış, hayvanla da arasında artık mahiyet ve kalite farkı değil, basit bir derece farkı kalmıştı. Hatta bu fark, daha ziyade hayvanların lehine olarak işlemeye başladı. Almanya’da köpeklere ayrılan toplam parayla Afrika’da açlıktan ölen 15 milyon insan doyurabiliyor oluşunu, Avrupa köpeklerinin yaşam standardını dünya nüfusunun üçte ikisinin yaşam standardından daha yüksek oluşunu , Avrupalı köpeklerin özel hastaneleri, özel kuaförleri, özel bakım evleri, ve hatta ‘huzur evlerinin’ (18) varlığını başka türlü nasıl izah edebiliriz. Öyle ki, İnsanın hayvan olarak tanımlanmasından bu yana hayvan psikolojisi ile insan psikolojisi de birlikte gelişmeye başlamıştı.Bu gün Batı’da hayvan psikologlarının ve hayvan psikolojik kliniklerin sayısı azımsanmayacak sayıya ulaşmıştır. Günümüz dünyasında, insancıl ve bir o kadar da masum gösterilen “hümanzim” akımının kökünün Roma’ya kadar uzandığını hatırlayalım. İnsanlığı esas kabul ederek insanı hayatın merkezine koymak ve insanı merkezde görme anlayışı hümanizmin temel düşüncesidir. Bu düşüncede Dine ve din ile ilgili hiçbir değere yer yoktu. (19) İnsanın özgürlüğü adına insanı dinden, kutsaldan, değerlerden soyutlayarak insanı özgürleştirdiğini sanan Hümanizmi de hatırlamakta fayda var. Hümanizm; Allah’ın insana irade vermesinin sebebini anlayamamıştı. İrade ne demektir? Elbette özgürlük demektir. İrade veren Allah, verdiği iradeyi insanın kullanmasını ister. Buradan şu sonuca ulaşıyoruz: Allah kulunun özgür olmasını istiyor. Gerçek özgürlük, hümanizm’de olduğu gibi insanı bütün aşkın değerlerden uzaklaştırmakla değil; gerçek özgürlük, insanı içkin alemden alıp aşkın ve lahuti aleme yükseltmesiyle olur. Kısaca insan, Yaratıcısıyla iletişim kurabildiği oranda özgürdür. Yüce değerlerle bağını koparmış bir bireyin özgürlüğünden değil, köleliğinden söz edilebilir ancak. Öyle de oldu. Hümanizm, insanı bir olan Allah’a kul olmaktan uzaklaştırıp bin sahte ilaha köle yaptı. Bu kültürden başkasını beklemek abesle iştiğal olurdu hattı zatında. Çünkü; insanları köleleştirerek sömürmek Batı kültürüne has bir özellikti. Sonuç itibariyle; İnsan tasavvurundaki sapmaların temelinde Aristoteles’in; İnsan, duyarlılığıyla, hafızasıyla hareketiyle hayvana aklıyla da Tanrı’ya benzemektedir.(20) Düşüncesini görmek mümkündür. Bu düşünce adeta bir sarkaç gibi bir hayvandan tarafa bir tanrı’dan tarafa gidip geldi. Nietsche’nin Tanrı’yı öldürmesinden sonra Bütün hümanistlerin atası sayılan İtalyan şair ve bilgin Francesco Petrarca (1304-1374)’ın (21) hümanist söylemlerine kadar hayvan olarak tanımlanan insan bu dönemden sonra tekrar İlahlığına kavuştu. Yunan-Batı aklında insan bu sefer de “sınırsız” ve “sorumsuz” bir konuma yerleştirilmiştir.” İnsan insanı kurdudur” (22) diyerek dünyayı köleleştirip sömürdükten sonra şimdi de “insan insanın tanrısıdır” diyerek Hümanizm kisvesi altında insanları modern köle haline getirmişlerdir. İnsanın bu kendine yeter oluşu düşüncesiyle, İnsan her şeyin merkezi ve ölçüsü kabul edildi. Allah’ı yok sayılarak İlahi boyut göz ardı edildi. Ve sosyal ilişkilerin düzenleyicisi olarak geriye fertlerin ve gurupların rekabet eden ve çarpışan çıkarlarından başka bir şey kalmadı, şiddet gerçek kanun haline geldi. Bunu gizlemeye çalıştıkları demokrasi, inan hakları, ilerleme vs. gibi kuzu postuyla üstünü kamufle etmeye çalıştıkları uydurmalar olsa da. (23) Bütün bu çalışmalar, insanın “ekremiyetini” ve “eşrefiyetini” iki paralık eden sonuçlar üretmiştir. Ve bütün kurum ve sonuçlarıyla modern Batı, insanı insan eden ve bir üst varlık sferine bağlayan “ruhani tarafını” zayıflatıp, insanın beşeri tarafını oluşturan ve onun bir alt aleme bağlayan “hayvani tarafını” güçlendirmiştir.(24) Batı Kültür tarihinde insana dair yaklaşımlardaki temel sapmalar nedeniyle günümüzün modern çağına ulaşıldığında; insan yok edilip, insanın yerini makinenin almış olduğunu, İnsan niyetine gezen dik sürüngenlerin var olduğuna şahit olduk. Bu süreç insanın yabancılaşmasıyla sonuçlandı. Başta kendisine olmak üzere varlığın tüm alanlarına yabancılaşan insan, sonunda kendisiyle, içinde yaşadığı çevresiyle ve nihayet kendini ve çevresini de saran aşkın varlık olan yaratıcısına da yabancılaşarak kendini tanıyamaz hale geldi, kendini kaybetti. İlahi dinlerin amacı tam da bu noktada devreye girmektedir. Dinin amacı; “insanı Allah’a her an muhtaç olduğunun bilincine erdirmektir. Kendi kendine yetmediğini, Allahsız yapamayacağını, bunun “ anlamsızlık” demeye geldiğini öğretmektir.” (25) Yazık ki, modernizm çeşitli isimler ve ideolojiler yoluyla insanın elinden bu değeri alıverdiler. Batı aklı Allah’tan kaçamayacağını, Onsuz bir hayat tasarlayamayacağını, Allah’sız bir gelecek tasarımında bulunamayacağını yaşadığı ve yaşattığı bunca acı tecrübelere rağmen hala anlamış görünmüyor. Bu durum başta modern bireyin doğduğu Batı olmak üzere tüm dünya insanını amaçtan ve anlamdan yoksun hale getirdi. Şu anda Batı toplumunda şu üç sınıf insanın çok mazlum olduğunu görüyoruz: Çocuklar, kadınlar ve yaşlılar. Almanya’da 20 milyon köpek var. Çocuk sayısı bu rakamla kıyas edilmeyecek kadar düşük.. Köpeği çocuğa tercih eden bir medeniyetin geleceğini sormaya hacet var mı? Elinde bebek taşıması gerekenlerin, köpek taşıdığı bir dönemden tarihin en kadim zamanlarına sesleniyorum: İnsanı böylesine aşağılayan bir medeniyete daha şahit oldunuz mu?

KAYNAKÇA 1- Mustafa İSLAMOĞLU; “Hayatın Yeniden İnşası için “ ,6. baskı, Denge Yay, İst.2002, s.87 2- Macit Gökberk, “Felsefe Tarihi” ,Remzi Kitapevi, İst. 1993, s.85-87 3- Ali BULAÇ; İnsanın Özgürlük Arayışı; Beyan yay. İst.1988, s.77 4- Mustafa İSLAMOĞLU; age s.88. 5- Mehmet S. AYDIN; “Din Felsefesi”, Selçuk yay. İst.1992, s.214-216 6- frıedrıch Nietzche, ”Böyle buyurdu Zedüşt”, (çev. Turan Oflazoğlu, Meb Yay.İst. 1964 , 4. bölüm. 7- Bedia AKARSU, “Çağdaş Felsefe” İnkılap yay. İst., 1987, s.134-135. 8- Mustafa İSLAMOĞLU; age s.16 9- Mustafa İSLAMOĞLU; age s 146 10- Mehmet Yaşar Soyalan; Kur’an ve İnsan, araştırma yay,Ankara,1999,s.127 11- Mehmet Yaşar Soyalan,age., s.127. 12- Mehmet Yaşar Soyalan,age., s.128. 13- Aytunç ALTINDAL,” Üç İsa” , (çev: Sibel ÖZBUDUN )Anahtar yay.İst, 1993, s..9 14- Ali BULAÇ; “İnsanın Özgürlük Arayışı”, Beyan yay. İst.1988, s.83) 15- BULAÇ , “Din ve Modernizm” , Beyan yay.İst.,1992, s.85. 16- Ali BULAÇ , age, s.86-87. 17- Mustafa İslamoğlu, “Yürek Fethi” , Denge yay.İst. 1988. s.87. 18- Mustafa İslamoğlu, ”Dağarcık”, Denge yay.İst. 1988. s.196-197. 19- Macit GÖKBERK; age, s. 189 20- Alfred Weber , “ Felsefe Tarihi” , ( çev: H. Vehbi ERALP) , Sosyal Yay. 4. basım, İst.1991,s.85 21- Macit GÖKBERK, “Felsefe Taihi”, s. 189. 22- Roger Garaudy, “ İslam ve İnsanlığın Geleceği” 3. baskı,Pınar Yay.(Çev.Cemal Aydın),İst.1986, s.156. 23- Mustafa İslamoğlu,”Yerliler ve Yersizler” , Denge yay. İst.,2003, s.51. 24- Mustafa İSLAMOĞLU; “Hayatın Yeniden İnşası için “ ,6. baskı, Denge Yay, İst.2002, s.15 25- Kitab-ı Mukaddes Eski ve Yeni Ahit, Matta, 10: 34-35 Kitab-ı Mukaddes yay,İst. 1988« : Eylül 10, 2007, 10:14:45 ÖS » nuricelepci@gmail.com

Hiç yorum yok: