8 Ekim 2007 Pazartesi

Modernizm Krizi Aşılabilir mi?

İbrahim Kalın
Moderniteye hususi bir tarihî tecrübe olarak baktığımızda pek çok temel özelliğinden bahsedebiliriz. Bu tecrübeyi oluşturan ekonomik ve siyasi şartlar, Batı medeniyetinin Greko-Romen ve Yahudi-Hıristiyan kökleri, Reformasyon sonrasında yaşanan gelişmeler, Avrupa sömürgeciliği ve yeni kıtaların keşfi, kapitalizmin ortaya çıkışı, ulus-devlet gibi unsurlar, herhangi bir modernite tartışmasının değinmek zorunda olduğu konulardır.
Biz burada modernitenin iki kurucu unsuru olan özgürlük ve rasyonalite kavramları üzerinde duracağız. Bu iki unsur, moderniteyle ortaya çıkan yeni yaşam biçimlerinin de temelinde yer alır. Moderniteyle girişilen her ilişki ve hesaplaşma, bu kavramlarla hesaplaşmak durumundadır. Aksi halde modernitenin bilim, teknoloji, bireycilik, bürokrasi, ulus-devlet gibi tezahürlerine yoğunlaşıp, bu tezahürleri belirleyen temel saikleri ıskalayabiliriz.
Dahası özgürlük ve rasyonalite, hem Batı hem de İslam toplumlarının anlamaya ve hayatlarında gerçekleştirmeye çalıştığı değerler. İki kavram arasındaki ilişki, bize modernitenin önemli bileşkelerinden de birini verir. Weber'in tabiriyle modern toplumlar, bir tarafta geleneğin sınırlarından kurtularak özgürleşirler öte tarafta rasyonelliği kurumsallaştırarak verimliliği artırırlar. Aynı anda hem bireysel özgürlüklerin hem de verimliliğin artırılması, modernitenin mutluluk vaadidir. İslam toplumlarının modernite tecrübesi, aynı zamanda bu iki kavramla hesaplaşmalarının tarihidir.
Özgürlük ve rasyonalite kavramlarına biraz daha yakından bakalım. Özgürlük, moderniteyle ortaya çıkan otonom bireyin temel özelliğidir. Hegel'e ve onu izleyen Weber'e göre modernitenin en temel özelliği, seçme hürriyetidir. Modern otonom birey, birey olmanın sayısız imkânları arasından istediği tercihi yapabilir. Modern bilim ve teknoloji, bize bu imkânı sunar. Tercihlerin artması özgürlük alanının genişlemesi demektir.
Bireyin tercihi olarak özgürlük
Fakat buradaki temel nokta, neyi seçtiğimiz değil, bir şeyi seçiyor olduğumuz gerçeğidir. Weberyan manada özgürlük, seçme eyleminin ya da yeteneğinin kendisinden ibarettir. Seçimin ne yönde olduğu, nasıl bir muhtevaya sahip olduğu önemli değildir. Daha doğrusu bunun bir anlamı yoktur. Çünkü bir tercihi anlamlı kılan, onun bireyin dışında bir gerçekliğe dayanması değil, bireyin ortaya koyduğu iradedir.
Kısacası modern özgürlük anlayışı, muhteva ile ilgilenmez. Bu konuda ahlaki bir hüküm vermez. Hükmü bireyin tercihine bırakır. Örneğin bir hippi olmak, dindar bir hayat sürmek yahut farklı bir cinsel tercihte bulunmak, bireyin seçme hürriyetini ortaya koydukları için anlamlıdırlar. Bu tercihlerin muhtevasını oluşturan değerler ve yaşam biçimleri hakkında hüküm vermek modern ahlak anlayışının dışındadır.
Buna karşın gelenek özgürlüğe değil, anlama vurgu yapar. Bireyin özgür olmasından önce, anlamlı bir hayat yaşamasını öngörür. Hatta bireysel ve toplumsal yaşama anlam kazandırmak için özgürlüklerin kısıtlanmasını kabul eder. Yani özgürlükleri sadece negatif manada değil, aynı zamanda pozitif olarak tanımlar. Sadece tercih etme yetisinin değil, tercih edilen şeyin de özgürlük kavramının bir parçası olduğunu söyler. Modern olmak, anlam verme iddiasında bulunan geleneğin sınırlarından kurtulmak demektir.
Fakat modern özgürlük anlayışının kendisiyle çeliştiği yer tam da burasıdır. Çünkü bir tarafta özgürlüğün prensipte bir değerler skalasına bağlı olmaması gerektiği ileri sürülmekte, öte tarafta özgürlük hakkındaki hükmün değer-yüklü bir tutum olduğu göz ardı edilmektedir. Tercihlerin anlamını bireyin seçme hürriyetine bağlamak, seçme eyleminin değerden bağımsız olduğunu kanıtlamaz.
Modernitenin temel krizlerinden biri burada ortaya çıkar: Muhtevadan yoksun özgürlük, bir anlam krizine yol açar. Özgürlük ve anlam, iki karşıt değer haline gelir. Ya özgürlüğü seçip anlam dediğimiz şeyi kendi bireysel tercihlerimizde inşa etmeye çalışacağız demektir; ya da anlamı seçip özgürlüklerimizi kendi irademizle kısıtlamayı tercih edeceğiz demektir.
Dahası özgürlük ve anlam soyut kavramlar olarak bize insan oluşun manası hakkında fazla bir şey söylemezler. Bunlar insanların somut yapıp-etmelerinde, yaşam alanlarında işlev kazanan, daralıp genişleyen, incelip kalınlaşan kavramlardır. Muhtevadan yoksun bir tercih fetişizmi, küresel kapitalizmin, reklamların, televizyon ve eğlence kültürünün muazzam gücü karşısında bizi tamamen savunmasız bırakır.
Bu iki değer arasında bir çatışma ilişkisi olmak zorunda mı? Elbette değil. Fakat bunu sağlamak sanıldığı kadar kolay bir şey değil. 20. yüzyıl, bu ikisi arasında denge kurmaya çalışan, fakat ya anlam adına totaliter ideolojilere, ya da özgürlük adına nihilist söylemlere götüren örneklerle dolu.
Peki hayatımıza anlam veren, fakat özgürlüklerimizi de ortadan kaldırmayan bir siyasi ve ahlaki duruş mümkün müdür? Gerçekliğin tanımını bireylerin tercihine (Weber'in "metodolojik bireyciliği") bırakmayan, ama özgürlüğü de anlamlı bir değer olarak kabul eden bir tasavvura nasıl ulaşabiliriz? Bu soruya tatmin edici bir cevap bulabilmek için, modernitenin ikinci kurucu unsuru olan rasyonalite kavramına bakmamız gerekiyor. Çünkü bizi özgürleştiren süreçle rasyonaliteye ulaştıran mekanizmalar arasında yakın bir ilişki var.
Kökleri yine Weber'de olan, ama başkaları tarafından da dile getirilen modern tanıma göre rasyonalite, bir hedefe ulaşmak için belli kurallara uymaktır. Rasyonalite duygusal ya da rastgele tepki vermeyi değil, verimlilik ilkesine göre hareket etmeyi ifade eder. Rasyonalite tutarlılık demektir. Bir başka ifadeyle amaç ile araçlar arasındaki ilişkinin tutarlı bir şekilde ortaya konmasıdır.
Rasyonalite ve sınırları
Bu rasyonalite tanımına bütün dünya toplumlarında rastlamak mümkün. Burada farklı olan, rasyonalitenin bir süreç olarak tanımlanması, ama sürecin muhtevasının boş bırakılmasıdır. Yukarıda tartıştığımız özgürlük kavramı gibi rasyonalite de geleneğin belirlediği muhtevadan (yani anlam ve değer kategorilerinden) bağımsız olarak ele alınır. Bu, akıl ile ahlak, rasyonalite ile ahlakilik arasında zorunlu bir zıtlık ilişkisi manasına gelmez. Fakat ahlak, estetik, inanç gibi değerler rasyonalitenin belirlediği verimlilik ilkesine göre tanımlanır. Bu şekilde tanımlanan amaca götürmeyen her şey, irrasyonel sayılır ve reddedilir.
Özgürlük sorununda olduğu gibi burada da "muhteva" meselesine geri geliyoruz. Buna göre rasyonaliteyi ikiye ayırabiliriz. Birincisi modernite-öncesi düşüncede karşımıza çıkan içerik-yoğunluklu (substantive) rasyonalitedir. İkincisi ise muhtevadan bağımsız olarak tanımlanan formel rasyonalitedir. Birinci görüşte rasyonellik sadece bir süreç olarak değil, aynı zamanda değer-yüklü bir durum olarak tanımlanır. Değerlerin mutlak bağlayıcılığı ve vazgeçilemezliği, rasyonel süreçlerden yahut araç-amaç ilişkilerinden önce gelir. Rasyonel olmak sadece mevcut araçlar ve tercihler arasından bizi hedefe en çabuk götüren sonuca ulaşmak değildir. Rasyonalite aynı zamanda özünde anlamlı ve doğru olan hedef yahut hedeflere ulaşmaktır.
Formel rasyonalite, muhtevaya ilişkin tanımları geleneğin bir sınırlaması olarak gördüğünden değer ve içerik yüklü rasyonalite tanımından uzak durur. Şüphesiz formel rasyonalite değerlerin varlığını inkar etmez. Ahlaksız bir dünya önermez. Fakat bu temel değerleri, son tahlilde bireylerin tercihleri olduğu için anlamlı bulan şeyler olarak tanımlar. Bu tercihler her zaman bencil ve yıkıcı olmak zorunda değildir. İnsanlar iyi ve ahlaklı olmayı da tercih edebilirler. Fakat son tahlilde bu tercihlerin muhtevasını (iyi, kötü, ahlaklı, zalim, vs.) olmayı belirleyen, onların bireyler tarafından tercih ediliyor olmasıdır. Bir başka ifadeyle formel rasyonalite gerçekliği yahut varlıkların anlamını reddetmez. Fakat varlıkların bilen özne tarafından öyle tanımlandıkları için anlamlı olduklarını söyler. Böylece bilen özne, anlamın yegâne kaynağı ve yaratıcısı haline gelir.
Tam da bu noktada modern sübjektivizm, bütün cesametiyle çıkar karşımıza. Dünyaya yarı-tanrısal bir bakış açısıyla bakan modern özne, kendini anlamın yegâne kaynağı olarak görür. Kendi dışındaki bütün ötekiler (tabiat, farklı toplumlar, Doğu, geri kalmış kültürler, vs.), anlam verilmeye muhtaç varlıklar olarak tasnif edilir. Descartes geri giden modern öznenin felsefi kökleriyle "Beyaz adamın yükü" ve "vazife-i temeddün" olarak formüle edilen sömürgecilik arasındaki ilişkiyi gözden kaçırmak mümkün değil.
Özgurluk ve rasyonalite, modernlesmenin iki temel unsuru olarak bize yeni bir birey ve toplum tasavvuru sunar. Buna gore rasyonellesen toplumlar teknolojik ve burokratik nitelikleri sayesinde verimliligi arttiracak, buna parallel olarak bireyler deger ve anlam empoze eden geleneklerden uzaklasarak ozgurleseceklerdir. Din, kultur, siyaset, sanat, bilim, teknoloji, egitim, sivil toplum, sehir planlamasi, uluslararasi iliskiler, kisacasi yasam alanimiza ait her sey bu iki ilke etrafinda yeniden kurulacak; yol boyunca karsilastigimiz sorunlar yine bu ilkelere basvurularak cozulecektir.
Yine bu iki unsurun telif edilmesinden ortaya yeni bir durum daha cikacaktir: Kontrol. Burada kontrolu hem olumlu hem de olumsuz manada kullaniyoruz. Olumlu manada kontrol, insanlarin hayatlarini, cevrelerini, kendilerini belli bir duzene tabi tutmasi, yani kurallara uyarak nizam insa etmesidir. Olumsuz manada kontrol, bir tahakkum programidir. Amac insani bir duzen kurmak degil, verimliligi ve kari arttirmak icin tahakkum altina almaktir. Icinde yasadigimiz modern sanayi toplumlari kontrolun bu iki yonunu de bunyesinde barindiriyor.
Kontrol etme kaabiliyetinin insanlara bir guven duygusu vermesi beklenir. Cunku kontrolu elde tutmak, disaridan gelebilecek muhtemel tehlike ve zararlara karsi kendimizi koruma altina almak demektir. Tabiati, cevremizi, sosyal iliskilerimizi, vs. kontrol etmek, bu yonuyle hem rasyonel hem de ozgurlestirici bir nitelige sahiptir.
Fakat giderek karmasik ve gayr-i sahsi (impersonal) bir nitelik arzeden toplum yapilari ve sosyal iliskiler, bize kontrol yani duzen kurma imkanindan cok, “kontrol ediyormusuz hissi” verir. Modern teknolojinin ve ekonominin mumkun kildigi her yenilik (ulasim, iletisim, uluslararasi ticaret, on-line bankancilik, egitim, vs.) ayni zamanda bireysel mudahalede bulunma sansimizin ortadan kalkmasina neden olur. Bugun teknolojik imkanlarla ozgurlesme arasinda kurdugumuz dogrusal iliski, cogu zaman hayal kirikligi ile sonuclaniyor. New York borsasindaki bir dalgalanma, Istanbul yahut Kahire’de aldigimiz ekmegin fiyatini etkileyebiliyor. Teknolojik imkanlar, ancak onlarin belirledigi iliskiler agini kabul ettigimiz zaman kismi ozgurluk sagliyor. Suphesiz bu boyledir diye teknolojiden ve benzeri araclardan/imkanlardan vazgecmemiz gerekmiyor. Sadece neye hangi bedelle sahip oldugumuzu bilmemiz gerekiyor. Bir baska ifadeyle daha fazla kontrol ve tahakkum, daha fazla ozgurluk ve guven anlamina gelmiyor.
Insanin tabiatla olan iliskisini bir catisma ve hakimiyet mucadelesi olarak goren yaklasimin liberal, sosyalist ve muhafazakar kimlikler kazanmasi, bir paradokstan cok tahakkum gudusunun modern insan ve tabiat tasavvurunun kurucu unsurlarindan biri oldugunu gosteriyor. Turkiye’deki kimi liberal aydinlar insanlik tarihini insanin tabiat uzerinde tahakkum kurma macerasi olarak tanimliyor. Sosyalist rejimler tabiata zaten buyusunden arindirilmis, kutsalligi alinmis ve kelimenin ikili anlamiyla “istismara” yani islemeye ve somurmeye hazir bir meta olarak bakiyorlar. Muhafazakar cevreler “Tanri dunyayi insan icin yaratti” diyerek tabiati ve dogal kaynaklari istedikleri gibi kullanabileceklerine inaniyorlar. ABD’deki nukleer ve biyolojik silah ureten buyuk sirketlerin genellikle muhafazakar siyasi kanada yakin olmasi bir tesaduf degil. Ayni sekilde muhafazakar siyasi hareketlerin tabiat ve cevreyi basit bir muhendislik sorunu olarak tanimlamasina da rastlanti olarak bakmamak gerekiyor. Petrol zengini Arap ulkelerinin bir cevre politikasinin olmamasi, ayni gerekcelere dayaniyor.
Ozgurluk ve Korku
Burada Weber’in sorusunu biz de soralim: Son derece gelismis ve sofistike bir kapitalizmin tahakkumu altindaki bir dunyada ozgurluk, rasyonalite, demokrasi ve cogulculuk nasil mumkun olacak? Modern ekonomik, toplumsal ve siyasi yapilarin ve iliskilerin bu idealleri anlamsiz ve islevsiz hale getirmesine nasil direnecegiz? Bireysel anlam arayisimiz, yapisal ve kurumsal nihilizm karsisinda ne kadar bir sansa sahip?
Bati toplumlari gibi Musluman toplumlar da bugun ayni anda hem anlamli hem de ozgur bir dunya kurmak istiyorlar. Fakat bunu tarihsel bir bosluk icerisinde degil, somurgecilik sonrasi donemin sancilari icinde yapmaya calisiyorlar. Moderniteyle hesaplasmak basit manada Avrupa ulkeleri yahut ABD ile hesaplasmaktan cok, artik kokeni hem doguda hem batida olan bu fiili durumla, maddi sartlarla, manevi algilarla topyekun yuzyuze gelmek demek.
Yasadigimiz hizli degisim yuzunden butun dunya toplumlari koklu bir guven krizi yasiyor. Guvensizlik duygusu, derin bir belirsizlik ve suphe kulturunun dogmasina neden oluyor. Sivil ve siyasi bir deger olarak guven, giderek yerini kaygiya, zanna, supheye birakiyor. Guvenmemek, tek guvenlik alani haline geliyor.
Bu psikolojiden siyasi fayda temin etmek icin usta bir siyasetci olmaya gerek yok. Boyle bir guvensizlik ve belirsizlik ortaminda insanlarin suphe, korku, korkutma ve son tahlilde tehdit politikalarindan medet ummasina sasirmamak gerekiyor. Otekini dusman olarak goren kavmiyetcilik tavirlarinin boyle donemlerde ve bu korkular uzerinden yukselise gecmesi bir tesaduf degil. Soguk savas doneminde korku psikolojisi, komunizm tehlikesine dayaniyordu. Bugun bu ihtiyac kuresel terorizm ve Islam uzerinden karsilaniyor.
Suphe ve korkuya dayali guvenlik soylemlerinin temelsiz oldugunu gostermek imkansiz derecesinde zordur. Cunku korku rasyonel bir temele dayanmaz. Suphesiz rasyonel araclar kullanilarak korku uretilebilir. Gecmisin efsanelerinde yahut bugunun korku filmlerinde oldugu gibi suni korkular insa edilebilir. Bunlar insanin ‘katarsis’ yani buyuk bir heyecan ve duygu bosalimi ihtiyacini bir sekilde karsilayan araclardir. Kurtulasa ermek ve emniyette olmak duygusu, kaynagi reel ya da hayali olsun, insanlarin hayatina yon veren bir histir.
Ote yandan korku, guclu bir etkilesim alanina sahiptir. Korkuya dayali guvenlik politikalarinin tek amaci kendi guvenliginizi saglayacak tedbirler almak degil, ayni zamanda baskalarina da bu tedbirleri almak zorunda oldugunuzu ihsas ve genellikle izhar ettirmektir. Cunku korku bulasicidir. Bireyden bireye, toplumdan topluma, bolgeden bolgeye sirayet etmeyen bir korkunun kurgusu daha bastan hatali yapilmis demektir. Zira korkunun birinci hedefi kendiniz degil, baskalaridir. ABD yonetiminin 11 Eylul saldirilarindan sonra urettigi korku ve guvenlik konsepti, korkuyu kuresel bir soylem haline getirdigi olcude basarili oldu. Bu korkuya inanan ve onu icsellestiren insanlarin sayisi azaldikca, ABD’nin guvenlik soylemleri de anlamini ve etkisini yitiriyor.
Ayni sey Turkiye’de devlet elitlerinin din ve etnisite konusundaki korkulari icin de gecerli. Dini inanc ve yasam taleplerini irtica, kulturel hak ve siyasi temsil taleplerini boluculuk, bu ikisinin bileskesini devletin sonu olarak goren bir guvenlik tasavvuru, bu tezini desteklemek icin delile degil, korkuya basvurur. Aslinda korkuyla yapilmak istenen, sadece bir siyasi hareketin onlenmesi degil, yukaridan beri aciklamaya calistigimiz ozgurluk ile anlam arayisi arasindaki denge iliskisinin imkaninin ortadan kaldirilmasidir. Turkiye’nin burada dolayli olarak kaybettigi sey, ozgurluk taleplerinin “ulkenin guvenligi” gibi anlam-yuklu bir gerekceyle reddedilmesidir. 10.ncu sene-i devriyesine girdigimiz 28 Subat sureci, Turkiye insaninin hem ozgurluk hem de anlam taleplerine ket vuran bir zihniyetin urunuydu.
Insanlarin hem anlam arayisina cevap veren, hem de ozgurluk taleplerine set cekmeyen bir siyasi-ahlaki tasavvur mumkun mudur? Turkiye bu iki degeri de ozumseyebilir mi? Bundan sonra izlyecegimiz siyasi-ahlaki rota, bu soruya verecegimiz cevaba gore sekillenecek.
Doç.Dr. iBRAHİM KALIN - HOLLY CROSS ÜNİVERSİTESİ/SETA VAKFI KOORDİNATÖRÜ
ZAMAN

Hiç yorum yok: