21 Ekim 2007 Pazar

HAKAN ALBAYRAK: "BATI BİTİYOR, DOĞU UYANIYOR!"






Konuşan: Abdullah YILDIZ

Abdullah Yıldız: Sevgili Hakan, geçen hafta Paris yanmaya başlayınca, herkes bir anda senin o meşhur şiirini, Asaf Hüseyin'e ithaf ettiğin şiirini hatırladı:
Her şey bir rüzgara bakıyor ağabeyBakmayın esrar çekip mayıştıklarınaBir gün var ya bu Mağripli çocuklarBir gün yakacaklar Paris'i
Bu şiiri 1996'da Yeni Şafak'ta yazmışsın. Doğrusu ben kaçırmışım, ama sevgili Tarık Tufan sık sık mırıldanır dururdu...
Şimdi, 'nasıl böyle bir kehanette bulundun' demek istemiyorum. Ama, Allah'ın verdiği aklı ve müslüman basiretini kullanarak, bir gün Mağripli çocukların Paris'i yakacaklarını 9 yıl öncesinden nasıl öngörebildin? Hangi gözlemlerine dayanarak böyle bir öngörüde bulundun?

Hakan Albayrak: Bir çok Mağripli tandım Avrupa'da. Ve tanıdığım Mağripliler ya çok dindardılar ya çok günahkardılar ama onlar bile çok derinlerde bir yerlerde dindarlardı. Mesela Frankfurt sokaklarında Faslı gençler esrar satarlar. 'Esrar kaliteli mi?' diye sorulduğunda 'Vallahilazim kalitelidir' derler; onu huşu içinde söylerler ama. Bu gençler Ramazan geceleri yine o sokaklarda dünyanın en güzel sesiyle koro halinde ilahi söylerler. Ve bu gençler pire için yorgan yakarlar, böyle bir bıçkınlıkları, gözü karalıkları var. Bir de kendilerini asırlar boyunca itip-kakmış, sömürmüş batıya karşı müthiş bir hınçları var. Ben bu insanlarla beraber yaşadım, aynı evde kaldım. Ve manzaraya baktım, dedim ki; 'bu gençler ya yok olacaklar bu topraklarda yani kimliklerini kaybedecekler tamamen, yada ayaklanacaklar.' Yani o yüzyıllardır biriken öfke bir yerde patlayacaktı. Bunları düşünürken de aslında bu çocukların kimliklerini kaybetmelerine ihtimal vermiyordum. Çünkü onlar kaybetmek istese bile, Batı'nın soykırımcı tabiatı, ırkçılığı -ki bu, kültürel ırkçılığı da ihtiva ediyor- onların Batı toplumuna entegre olmasına engel olacaktır. Almanya eski Başbakanı Helmut Schmidt Hamburger Abendblatt gazetesine verdiği beyanatta diyordu ki; "Türklerin ve diğer yabancıların Batı toplumuna -özelde Alman toplumuna- entegre olmasını biz istemedik, bizim toplumumuz istemedi. Onlar isteseydi bile biz bunu kabul etmeyecektik." Ve ekliyor: "Multi-kültürel toplum projesi hiçbir Batı ülkesinde gerçekleştirilememiştir. Bunun sebebi de bütün Avrupa kiliselerinin yüzyıllar boyunca bizi öteki dinlere özellikle İslam ve Yahudiliğe karşı düşmanca yetiştirmeleridir. Biz bu dinlere karşı içgüdüsel bir tepki geliştirdik. Ve bugün bazı idealistler multi-kültürel toplumdan bahsettikleri zaman ben onlara şunu diyorum: 'Birkaç yüzyıl geç kaldık'." Neredeyse kelimesi kelimesine aktardığım bir beyanat...
Şöyle bir şey sorulabilir: 'Avrupa'daki Türk gençleri Almanlaşmayı, İngilizleşmeyi, Fransızlaşmayı kabul etseler problem çözülecek mi?' Problem çözülecek olsaydı Bosna-Hersek'te 250 bin insan ölmezdi. 70'li yıllarda Saraybosna'da gezmiş olsaydınız muhtemelen derdiniz ki, 'bu ülkede İslam sadece mimaride yaşıyor'. Camiler bomboştu. Ama Sırplar Müslüman komşularını öldürmeye başlayınca Müslümanlar ne yaptılar; hemen camilere koştular, oradaki yeşil bayrakları alıp direnişe geçtiler. Burada bir parantez açmak istiyorum: İşte 'kurban sembolik bir ibadettir yapılmasa da olur, filanca ibadet semboliktir yapılmasa da olur, şu semboldür olmayabilir' diyen insanlar var. Halbuki sembollerin savaştığı bir dünyada yaşıyoruz. Ve semboller o kadar önemli ki. Y.Nuri Öztürk bir televizyon konuşmasında 'minare nedir kardeşim, var mıydı peygamber zamanında minare, bid'attir' gibilerinden bir şeyler söylemişti. Şimdi bakın, minare semboldür ve burada Müslümanlar yaşıyor demektir. Minarenin yükseldiği camide cemaat olmasa bile o minarenin orda olması toplumsal bilinçaltında İslam'ı canlı tutar. Ve bir gün İslam'ın bilinç üstüne çıkmasını, gün yüzüne çıkmasını mümkün kılar. Bosna'da böyle oldu. Oradaki müslümanlar bayrakları ellerine alıp direnişe geçmeden önce uzun bir süre Batıdan medet umdular. Hırvatistan'da birçok şehir yerle bir edilmesine rağmen Boşnaklar ciddi bir direniş hazırlığına girmediler. Aliya İzzetbegoviç dahil olmak üzere hepsi, Batı medeniyetinin, vazettiği değerlere gerçekten bağlı olduğuna yürekten inanıyorlardı. Ve 'Batı bu gidişata müsaade etmez' diyorlardı. Bosna gibi multi-kültürel bir toplumun Avrupa'nın ideali olduğunu, dolayısıyla bırakın Bosna'yı tahrip etmelerini, model olarak göstereceklerini düşünüyorlardı. Bıçağın kemiğe dayandığı ana kadar beklediler. Ve binlerce Müslümanın öldürüldüğü, bir o kadar Müslüman kadının da tecavüze uğradığı savaşın ilk aylarında F.Mitterand Saraybosna'ya geldi. Boşnaklar onu 'büyük kurtarıcı, hoş geldin' şeklinde karşıladılar. Mitterand büyük bir cesaret örneği göstererek bombardıman altındaki Saraybosna'ya yardıma geliyor diye düşündüler. Aliya İzzetbegoviç de çok umutluydu bu ziyaretten. Bunu savaşın sonu diye görüyorlardı. Mitterand yani Avrupa olaya el koydu, soykırım burada bitiyor zannettiler. Daha sonra İzzetbegoviç'in danışmanından öğrendim. Saraybosna'daki başkanlık sarayında Mitterand'ın Begoviç'e söylediği bir tek söz vardı: "Avrupa'nın ortasında Müslüman bir devlet kurabileceğinizi sanıyorsanız, yanılıyorsunuz!" Bunu on binlerce Müslümanın cesedi üzerinde söylüyor. Doğrusu Boşnakların İslam devleti kurmak gibi bir düşünceleri yoktu. Eserleri ve düşünceleri bilinen Aliya İzzetbegoviç gibi bilge bir Müslümanın liderliğindeki, multi-kültürel hayatı benimsemiş Boşnakların muhayyel İslam devletinin, o günlerin mevcut faşist Sırp ve Hırvat rejimlerinden daha korkunç görünüyor olması çok önemli. Sırplar ve Hırvatlar orada 250 bin kişiyi katlettiler, bunu değil muhayyel İslam devletini sorun olarak görmek sapıklıktır. Müslümanların Müslüman olarak varlıklarına tahammül edemiyorlar, bütün hikaye bu!

Yıldız: Çünkü Müslümanları, 'barbar öteki' olarak görüyorlar. Bu söylediklerinizi destekleyecek ilginç bir anekdot var, notlarımın arasında: Belçika İçişleri eski Bakanı Joseph Michael 1987'de şöyle diyor bir radyo konuşmasında: "Bugün Belçika ve Avrupa'da yaşayan göçmenler birer barbardır. Bunlar Belçika'ya gelmiş barbarlar olup dilleri ve kültürleri bizimkine benzemez. Bu barbarlar Türkler, Araplar ve Yugoslavlardır." Şimdi, bu zihin yapısı, bugün Paris'i yakan Mağripli çocukları nasıl görüyor, sizce?

Albayrak: Burada çok ilginç bir durum söz konusu. Bu adamlar bize 'barbar' diyorlar, oysa biz Müslümanlar bir yeri fethedip orada bize benzemeyen bir toplulukla karşılaştığımız zaman ilk sorumuz, 'nasıl olur da bu insanlarla barış içerisinde beraber yaşarız?' sorusudur. Frenkler ise -Haçlı seferlerinden kalma, Batı için kullanılan bir tanımlama- bir yeri işgal ettiklerinde sadece şunu sormuşlardır: 'Bunları nasıl yok ederiz?' İlginçtir, Usame İbn-i Munkız İbretler kitabında Frenklerden 'hayvanlar' diye bahseder. Bu bir hakaret değil, tespittir...

Yıldız: Çekirge sürüleri gibi önlerine çıkan ne varsa yok ettiklerini, Müslümanların kanını içtiklerini, kafa taslarında şarap içtiklerini kendileri övünerek anlatıyorlar, kaynaklarında...

Albayrak: I.Haçlı Seferlerine bizzat katılmış olan Raul de Cahen diyor ki: "Bizimkiler, Maarra kentinde (Suriye'de bir şehirdir ve orada 3 günde 100 bin Müslümanın şehid edildiği rivayet edilir) Müslümanların yetişkinlerini kazanlarda kaynatıyor, çocuklarını şişe geçirip kızartarak yiyorlardı..." Aynen böyle söylüyor. Ve ne yapıyor bu hayvanlar! Kudüs'e geliyorlar; camilere, havralara sığınmış olan Müslümanları ve Yahudileri diri diri yakıyorlar. Bu katliam devam ederken hemen Kabiri kilisesine koşup oradaki doğulu Hıristiyan Kilise temsilcilerini kiliseden atıyorlar. Hıristiyan itikadına göre Hz. İsa'nın çarmıha gerildiği yerde yükselen ve onlar için en kutsal yerlerden olan Kabiri kilisesinde her doğulu kiliseden bir temsilci bulunurdu. Fakat Frenkler bunları İsa Mesih'e layık görmedikleri için kendi tabirleriyle 'kafirlere(müslümanlara)' benzettikleri için sizin burada yeriniz yok diyerek kovuyorlar. Ve birçoğuna da korkunç işkence ediyorlar. Halbuki 1095 yılında Papa II. Urbanos, yaptığı Haçlı seferlerine çağrı konuşmasında "doğudaki kutsal topraklar Müslüman işgali altında, kardeşlerimiz Müslüman zulmü altında, onları kurtarmaya gidiyoruz" diyordu. 1200'lerin başında da İstanbul'u işgal ediyorlar. Papanın fetvasıyla, Haçlı seferlerine mani olan herkes Müslümanlarla eşit muamele görüyor, korkunç zulme uğruyor. Ortodoksların en kutsal mekanı Ayasofya'da, onları aşağılamak için fahişelerle alem yapıyorlar.
Ama, 1099 Kudüs katliamına karşılık, 1187'de yani sadece 88 sene sonra, Selahaddin Eyyubi Kudüs'ü geri alıyor ve İslam ordusuna şu emri veriyor: "İster doğulu olsun, ister Frenk hiçbir Hıristiyan'ın burnu dahi kanatılmayacaktır." Devam edelim: sonra Frenkler ne yaptılar? İspanya topraklarını müslümanlardan geri alma sürecinde inanılmaz katliamlar yaptılar. 'Canlarınıza ve mallarınıza dokunmayacağız' sözlerine güvenen Müslüman şehirler teslim oldular. Ve teslim oldukları gibi katledildiler. 15. yüzyıl, 16. yüzyıl hep böyle... 17. yüzyılda İspanya'da müslümanlar gemilere dolduruldu, limandan uzaklaştıktan sonra denize atıldılar; çünkü gemici kelle başı para alıyor, geri dönüyor, biraz daha müslüman yüklüyor, tekrar denize döküyordu. Bunun devlet kararıyla yapılmış bir soykırım olduğunu bizzat İspanyalı tarihçiler söylüyor. 19. yüzyıla geliyoruz. Artık Fransız ihtilali olmuş, eşitlik, kardeşlik, özgürlük sloganları bütün Avrupa'yı sarmış, adamlar toparlanıyorlar Berlin'de(1860'da) ve kendi aralarında Afrika'yı bölüşüyorlar ve yağmaya başlıyorlar...

Yıldız: Ve Fransızlar, Cezayir'i işgal edip 1 milyonun üzerinde Müslümanı katlediyorlar. 1990'larda Cezayir'de müslümanlar(FIS) iktidarı devralacak bir noktaya geliyor; Fransa'nın desteklediği Cunta, korkunç katliamlara girişiyor, bunu da Müslümanların üzerine yıkıyor...

Albayrak: Mesele sadece katliamlar değil... Bir Cezayirlinin en çok övündüğü, en büyük iftihar vesilelerinden bir tanesi vahyin, Hz. Peygamber aleyhisselamın dili ile aynı dili konuşmaktır. Ama Fransızlar Arapça'yı yasaklıyor, 'Fransızca konuşacaksınız' diyorlar. Neden? Çünkü bir Arap Fransızca konuşmayı içine sindirdikten sonra, her şeyi içine sindirir, köle olmayı bile. Bakın, Fransızlar Çin'de işgal ettikleri bölgelerde Çinli erkeklerin uzun saçlarını kestiler. Çünkü uzun saçlar Çinlilerin onuruydu, sembolik bir anlamı vardı onun, o uzun saçın kesilmesi adamların bitmesi, çökmesi demekti, onurunun çiğnenmesi demekti; artık ona istediğinizi yapabilirsiniz, itebilir, kakabilirsiniz, öldürebilirsiniz. Batılılar her yerde ve her zaman böyle aşağılık, soykırımcı bir tabiat sergilediler. Dediğiniz gibi, 1991 yılında Cezayir'de FİS halktan %70 oy aldığında, Fransa bütün demokrasi vs. sloganlarını çiğneyerek büyük karışıklık çıkarttı ve o günden bugüne 200 binden fazla insanı öldürttü. Ve bu adamlar yaptıklarından ötürü özür dilemedikleri gibi, bu mentalitelerini asla değiştirmeyecekleri yönünde sürekli yeni yeni işaretler veriyorlar. Özellikle Mağriplilerin yaşadığı mahallelerde Fransa devleti tarafından işlenmiş çok büyük suçlar var. Fransız polisi Avrupa'nın en şiddet düşkünü polisi olarak tanınır. Yakın mesafeden, 1 metre mesafeden kafasına kurşun sıkılarak öldürülen Mağripli çocuklar var. 1998'de Fas'taki ayaklanma neden çıkmıştı? "Mağrip Ateşi Paris'e İlerliyor" diye Milli Gazete'de yazmıştık. 2000 yılında yine bir genç, kafasına kurşun sıkılarak öldürüldü. Geçenlerde bir genç polisle tartışıyor, polis silahını çekiyor, genci göğsünden vurarak öldürüyor. Bu ayaklanmadan önce içişleri bakanı mahalleleri geziyor, buralar için çöplük diyor, oradakilere serseriler, barbarlar diyor. Bu çok ciddi bir tahrik...

Yıldız: Bu ifadeler bana, meşhur İtalyan gazeteci Orianna Fallaci'nin 11 Eylül sürecinde sarfettiği bir sözü hatırlattı. Fallaci, Öfke ve Gurur isimli eserinde, Batıdaki Müslümanlar için; "Allah'ın çocukları fareler gibi ürüyor" ifadesini kullanıyordu; dahası "tüm Müslümanların; İslamcı ülkelerde, ılımlı rejimlerde ve Avrupa'da yaşayan tüm Müslümanların Batı uygarlığı için bir tehdit olduğunu" söylüyordu. İğrenç bir bakış açısı bu... Peki, Mağripliler biraz da bu bakış açısına mı hınç duyuyorlar?

Albayrak: Bakın, bu Mağripli gençler, arabaları ateşe verirken ne diye bağırıyorlar? "Allahu ekber" diyorlar. Çok dindar olduklarından değil, fakat "Allahu ekber" diye haykırırken İslam'a yönelik saldırıları üzerlerine aldıklarını ifade etmiş oluyorlar. Yani diyorlar ki; 'ben günah deryasında yüzüyor olabilirim; zannetme ki, sana ruhumla teslim oldum, hayır ben hala Müslümanım; sen benim dinime, kardeşlerime bunu yapamazsın, bizi aşağılayamazsın'... Yani, Paris'in banliyösündeki, varoşlarındaki bu çocukların içişleri bakanı Sarkozy'i görevden alma yetkisi yok, böyle bir şey yapamıyor, gidip arabaları yakıyor. Yani siz bunları itmişsiniz, dışlamışsınız, köşeye sıkıştırmışsınız, sonra da 'niye bana saldırıyor' diyorsunuz. Kediyi köşeye sıkıştırırsanız size saldırır. Bir de diyorlar ki, 'bunlar ne kadar barbar adamlar, kendi arabalarını yakıyorlar, bizim onlar için kurduğumuz postaneyi yakıyorlar, otobüs duraklarını, mahallelerine gönderdiğimiz otobüsleri yakıyorlar'. Bakın, hapishanelerde isyanlar yatakların yakılmasıyla başlar. İki metrekarelik hücrede mahkum önce kendi yatağını yakar. Bu şu demektir: 'ölmek var, dönmek yok!' Bu adam için artık bıçak kemiğe dayanmıştır. Sabrı tükenmiştir. 'Ya olacaktır, ya olacaktır' diyor; ne istiyorsa artık. Ve siz (Fransız hükümeti) bunların karşısına meydan okuyucu bir üslupla çıkıyorsunuz. Binlerce araba yanmış, bütün Paris şehirlerinde Mağripli gençler ayakta, hala barbarlıktan filan bahsediyorsunuz; lutfedip şöyle bir cümle kurmuyorsunuz: "Bizim de hatalarımız vardır. Bunları düzeltmemiz lazım. Bu gençlerin yaptıklarını tasvip etmiyoruz ama onları anlıyoruz." gibi yatıştırıcı bir cümle sarf etmekten imtina ediyorsunuz. Aslında, Sarkozy'nin derhal görevden alınması gerekirdi. Bunu bile yapmadılar. Çünkü kibirlerine yediremiyorlar.
Şimdi, bu noktaya nasıl gelindi? Daha birkaç hafta önce Fransa'da bir imam camide, Batı medeniyetine mugayir bazı Kur'an ayetleri okuduğu gerekçesiyle sınır dışı edildi. Hem de sınır dışı için ilgili şahsa hazırlık süresi bile verilmedi. -Normalde üç dört gün süre tanınır.- Sarkozy, bu süreyi bile tanımadan imamı sınır dışı ettiriyor. İmamın avukatı mahkemeye başvuruyor; mahkeme de bakıyor, -belki kerhen- imamı haklı buluyor. Fakat mahkemenin bu kararına rağmen bir hafta içinde aynı uygulama tekrar ediliyor. Bu defa başka bir imam daha sınır dışı ediliyor. Şimdi, mesele artık El-Kaide, Taliban rejimi, fundamentalizm filan değil...

Yıldız: Hatırlarsanız, bir-kaç ay önce, Diyanetin hazırlayıp camilerde okuttuğu bir Cuma hutbesinde "Allah katında din yalnız İslam'dır" ayetine yer verildi diye Avrupa Birliği tepki gösterdi. Yani Avrupa Birliği'ne girmek istiyorsanız, bu anlayışı bir kenara bırakacaksınız!..

Albayrak: Adamlar artık İslam'a, Müslümanlığa dört cepheden saldırıyor. Bunun fundamentalizmle, El-Kaide'yle, bilmem neyle alakası var mı? Tövbe haşa, "Allah'ın oğulları fareler gibi çoğalıyor"muş!..

Yıldız: Bunu sadece o mu söylüyor? Hadi, o kafayı yemiş yaşlı bir gazeteci diyelim. Peki, 11 Eylül'ün hemen ertesinde, bir devlet adamı, İtalyan Başbakanı Berlusconi ne diyordu: "Uygar Batı, İslam dünyasını ve diğerlerini medenileştirmek zorundadır." Yani biz sizleri zorla kendimize benzeteceğiz!..

Albayrak: Tabi adam şunu da söylemiş oluyor: "Ben yeryüzünde Batı medeniyeti dışında bir medeniyet tanımıyorum!" Şimdi artık Batıda atıfsız konuşuluyor. Öyle ki bazı Kur'an ayetleri, mesela "cihad"la ilgili ayetler, "Yahudiler"le ilgili ayetler, mesela eşcinselliği yasaklayan ayetler, hayatı tanzim eden ayetler hedef alınıyor. Diyor ki adamlar; "bu ayetleri kabul eden bir insan, yani 'ben Müslümanım' diyen bir insan Batı medeniyetine karşı potansiyel bir tehdit oluşturuyor." Bunun El-Kaide üyesi olmasına gerek yok, fabrikada çalışan sıradan bir Türk işçisi de olabilir, bu işçi alkolik olabilir, camiye gitmiyor olabilir; ama ben Müslümanım demek suretiyle bu ayetleri kabul ettiğini beyan ettiği için potansiyel bir teröristtir, potansiyel bir ırk ayrımcısıdır, cinsiyet ayrımcısıdır, Batı düşmanıdır vesaire. Şimdi bakın en mutedil, demokrat, insan haklarına en riayetkar, en liberal Batılılar bile gayri ihtiyari olarak İslam'ı dışlamaktan, Müslüman'ı dışlamaktan kendilerini alamıyorlar. Mesela Alman televizyonunda bir program seyretmiştim. Program aslında iyi niyetle hazırlanmıştı. 11 Eylül sonrasında Avrupa Müslümanlarının üstüne çok fazla gidildiği, bunun doğru olmadığı, Avrupalıların Amerikalılardan farklı hareket etmesi gerektiği filan söyleniyordu. Fakat programın sonunda huzurevinden yaşlı bir amca, sakallı bir Türk gösterildi. Bu amca sabahları kalkıyor, abdestini alıyor, yakında bir yerde camiye gidiyor, sabah namazını kılıyor, geri dönüyor; biraz uyuyor, sonra kalkıyor, yine camiye gidiyor, akranlarıyla beraber öğle namazını bekliyor, öğle namazını kılıyor, emekli Türklerle oturuyor; ikindiyi kılıyor, akşamı, yatsıyı kılıyor, sonra dönüyor, yatıp uyuyor. Diyor ki programı hazırlayan: 'Hasan bilmem kim, 1960'tan beri Almanya'da yaşıyor ve Alman pasaportu taşıdığı halde hala Alman toplumunun dışında yaşıyor.' Almanya'da, Alman kanunlarına göre kurulmuş, Alman vatandaşları tarafından yönetilen bir cami kompleksi, bir süpermarket, bir kafeterya vs; ve gününü burada geçiren bir Alman vatandaşı. Ama bu zihniyet diyor ki; 'bu adam Alman toplumunun dışında yaşıyor. Alman hayat felsefesine entegre olamadı.' Bir Alman gününü birahanede geçirse yada kilisede geçirse hiç kimse 'bu adam Alman toplumunun dışında yaşıyor' demeyi aklına getirir mi? Hani devlet orada bütün dinlere eşit mesafedeydi? Bakın, bir Alman, ateist de olsa, agnostik de olsa, kilisenin yanından geçerken (müspet ya da menfi) özel bir şey hissetmez, çünkü o Almanya manzarasının tabii bir parçasıdır; ama cami yanından geçerken bir şey, bir tedirginlik hisseder; çünkü o yabancıdır, çünkü onun orada aslında yeri yoktur, bilinçaltında 'buraya nereden geldi' falan der. Bunu herkeste görürsünüz.

Yıldız: Yani başını örten, namaz kılan, İslami kimliğinin gereğini yapan, Müslümanca bir hayat yaşamaya çalışan her insan potansiyel tehlike ve Batılı hayat tarzına uymamış oluyor...

Albayrak: Tabi aynen böyle. Bu örnek mecazi değil, hakikaten böyle. Diyor ki Alman Anayasasını Koruma Teşkilatı (bundan on sene kadar önce Avrupa Milli Görüş Teşkilatı'yla ilgili bir rapor hazırlanıyor ve bu rapor basına sızdırılıyor; orada bir cümle aynen şöyledir): "Milli Görüş, Türkleri camide tutmak suretiyle entegrasyona set çekiyor." Namaz kılan bir müslüman, entegre olmamış bir müslümandır. Bu müslümanın entegre olması için namazı bırakması gerekmektedir, mesele bundan ibaret!..

Yıldız: Fransız devlet adamlarının ve özellikle de J.Chirac'ın sık sık tekrarladığı bir cümle var: "Türklerin derin bir kültürel değişimden geçmeden Avrupa Birliğine alınmaları mümkün değildir." Yani bunun manası şu mu: namazı bırakmadan, zinayı olumlamadan, içkiyi, eşcinselliği hoşgörüp olumlamadan AB'ye giremezsiniz!?..

Albayrak: Hatta yer yer açıkça ifade ediyorlar. Kur'an'da şöyle şöyle ayetler var, bunlar Batı medeniyetine mugayir diyorlar ya; biz de onlara İncil'den bazı ayetler gösteriyoruz ve diyoruz ki: 'bunlar da Batı medeniyetine mugayir'. Yani bir kutsal kitabın okunabilmesi için Batı medeniyetine uygun olması meselesi başlı başına bir skandaldır. Peki İncil ne olacak? Eski ve Yeni Ahid ne olacak? O zaman diyorlar ki: 'Tamam, İncil'de bazı sakıncalı ayetler var ama bunların eski gücü ortadan kalkmıştır. Neden? Çünkü İncil Aydınlanma süzgecinden geçmiştir; Hıristiyanlık Aydınlanma devrimini yaşadı, etkisizleştirildi, bunlar yok hükmünde. Bunları okuyan adam zihninde böyle bir şey canlandıramaz, zira bilinçaltındaki Aydınlanma buna mani olur.' Hani hep diyorlar ya, 'aydınlanma süzgecinden geçmediği için hoşgörüsüz tabiatını koruyan İslam'; dillerdeki tekerleme şimdi bu. Diyorlar ki, dini artık ciddiye almadığını ifade et, 'elhamdulillah Müslümanım ama bunun hiç önemi yok' de, gel. İddia ediyorum ki öyle deyip gelen adamı da vuracaklar. Yaptılar işte Bosna'da. Şimdi, bu tabloyu belki bu şekilde değil ama Paris'in, Lyon'un, Strazburg'un kenar mahallelerindeki çocuklar da yaşıyorlar. Bunların kız kardeşleri okula gidiyor. Sistem ilkokuldaki kız çocuğu ile dalaşıyor, Cumhurbaşkanı beyanat veriyor. Batı bütün dehşetiyle 7 yaşındaki çocuğun üstüne çöküyor... Almanya'nın bir önceki Başbakanı Gerhard Schröder diyor ki; "ülkemizde paralel cemiyetler istemiyoruz". Bu şu demek; Alman toplumuna paralel, Alman toplumunun dışında Türk bakkalına giden, Türk kahvesinde oturan, Türkçe konuşan, Türk gazetesi okuyan bir azınlık istemiyorum. İçişleri bakanı Otto Schily bunu açıkça ifade etti. Dedi ki; 'Türkçe konuşan homojen bir azınlığa tahammülümüz yok'.

Yıldız: Aynı şahıs (Otto Schily); "en iyi entegrasyon, asimilasyondur" demişti...

Albayrak: Kimdir biliyor musunuz bu adam? 1970'li yıllarda Kızılordu'nun avukatlığını yapmış, Alman devletini faşistlikle suçlamış bir adamdır ve Yeşiller'in kurucularındandır.

Yıldız: Yani Batı'daki bu 'Multi-kültüralizm / çok kültürlülük' edebiyatı filan, hikaye...

Albayrak: Bakın, bizim mutlaka bozmamız gereken ezberler var. 'İşte müslümanlar gettolaşıyor.' Bizim oradaki bir takım ağabeylerimiz, aydın kitleler diyorlar ki: 'Hakikaten artık biz de gettolaşmayalım. Uyum sağlayalım.' Niye? Gettolaşmak, farklı kültürlerin oluşturduğu mahallelerin kurulması, Türk mahallesinin olması, Arap mahallesinin olması, Hint mahallesinin olması niye kötü bir şey? Niye kötü olduğunu baştan kabul ediyoruz?

Yıldız: Osmanlı döneminde bu tür gettolar pekala yan yana yaşıyorlardı.

Albayrak: Osmanlı döneminde, Abbasiler döneminde, Emeviler'de... Emeviler, bizim en kötü dönemimizdir. 700'lü yıllarda Hindistan'ın bir bölgesi fethediliyor; orayı fetheden komutan bir bakıyor ki kendilerine Hindu diyen, Budist diyen enteresan topluluklar var; garip ibadetleri var... Hıristiyanı biliyor, Yahudiyi biliyor ama bunları ilk defa görüyor. Halife/Sultan'a haber veriyor; 'durum böyle böyle, ben nasıl muamele edeceğim'. Cevap: 'Vergilerini verdikleri, İslam'a savaş açmadıkları müddetçe, bırak diledikleri gibi yaşasınlar, diledikleri gibi ibadet etsinler'.
Devam edelim: Bağdat'ı kim kurdu? Ümmet-i Muhammed kurdu, müslümanlar kurdu, evveliyatı yoktur o şehrin. Fustat, yani Kahire müslümanlar tarafından kuruldu. Rey, Isfahan Müslümanlar tarafından kuruldu. Daru'l-Beyza yani Kazablanka müslümanlar tarafından kuruldu. Ve bu şehirler Hıristiyan mahalleleriyle, Yahudi mahalleleriyle, kiliseleriyle ve havralarıyla birlikte kuruldu. Çünkü Daru'l-İslam, kiliseyi ve havrayı resmin bir parçası olarak görür. Diyorlar ya 'sizde tolerans yok'. Evet, bizde tolerans yoktur, olmaz böyle bir şey; çünkü tolerans sahibi olmakla övünüyorsanız bunun lüks bir şey olduğunu ifade etmiş oluyorsunuz, yani diyorsunuz ki 'bundan vazgeçilebilir'. Bizde tolerans yoktur. Çünkü kiliseyi, havrayı tolere etmemek gibi bir seçenek yoktur; zira Kur'an ayeti var. Mealen: "İnsanların bir kısmını diğer kısmıyla defetmeseydik, yeryüzünde Allah'ın adının bolca anıldığı kiliseler, havralar ve mescitler yıkılıp giderdi." Yani dokunulmazlık bakımından manastırların, kiliselerin ve havraların mescitle aynı statüde olduğunu Cenab-ı Hak söylüyor. Bir parantez açayım. Biliyorsunuz, İstanbul'da birkaç yıl önce bir havra saldırıya uğramıştı. Ben o zaman demiştim ki; "Bu İslam medeniyetine yönelik bir saldırıdır."
Şimdi Avrupa, Müslümanları Batı'dan sürebilir. Daha 1995'te Jean Baudrillard diyor ki: "Yugoslavya'da eski müslümanlara yönelik soykırım, yeni Avrupa'nın tekamülü sürecinde bir merhaledir. Ve Sırplar, yeni Avrupa'nın mızrak ucudur. Parlamentoların gölgesinde şekillenen gerçek Avrupa işte budur. Bütünüyle beyaza boyanmış, sıvanmış, ekonomik ve dini bakımdan yekpare kılınmış bir Avrupa." Her şey çok açık değil mi? Bizimkiler diyorlar ki: "Şimdi Avrupalılar isyanı bahane ederek Müslümanların üzerindeki baskıları artıracak." Yani adam artık 'bahane aramıyorum' diyor, bas bas bağırıyor. 'Ben güçlüyüm' diyor; 'ben bugüne kadar vazettiğim değerleri pervasızca çiğnemekten imtina etmedim ve bundan sonra da etmem!' Zaten gerilimi tırmandırdıkça tırmandırıyor, baskıyı artırdıkça artırıyor. Zaten Müslümanların etrafındaki çember daraldıkça daralıyor. Bu süreç Baudrillard'ın 1995'te tespit ettiği, gördüğü bir süreç. Bu zaten oluyor. Zaten bu isyan olsaydı da olmasaydı da gözünün üstünde kaşın var demesi yeterliydi. Dünyanın en demokratik ülkesi İsviçre'dir; her hafta referandum yapılır -'kaldırım yapılsın mı yapılmasın mı' gibi-, her şey halka sorulur. Şunu biliyor muydunuz? İsviçre Vatandaşlık Dairesi başörtülü Müslüman hanımların yaptıkları müracaatları kategorik olarak reddeder. Önce 'başınızı açar mısınız?' diye sorar. Açmam diyorsa reddeder, başka bir şey sormaz. Alman hükümetinin raporunda okumuştum onu; "başörtüsü sorununa nasıl çözüm aramalıyız" sorusuna cevap ararken komşu ülkelerden örnekler sıralanıyor. İsviçre Vatandaşlık Dairesi başörtülü müslüman hanımların vatandaşlıklarını reddederken şöyle bir cümle tutuşturuyor ellerine: "Başını açmayacaklarını beyan etmek suretiyle yetersiz entegrasyon temayülü sergilemiştir." O kadar!

Yıldız: Şimdi AİHM'in en son kararı ile bu tutum AB'nin genel tutumu haline geldi diyebilir miyiz? Yani böyle olacağı belli değil miydi Allah aşkına!?..

Albayrak: Bu, aslında ayrıca konuşmamız gereken bir konu, ama maalesef 10 sene kaybettik. Zihinlerimiz dumura uğradı; 10 sene bir şey bekledik oradan, fikri gelişimimizi durdurduk, Avrupa kapılarında takılıp kaldık. Aynen üniversite kapılarında takılıp kaldığımız gibi. 15-20 sene geçti. Biz evlerimizde yüzlerce üniversite kurabilirdik. Siz yapıyorsunuz bunu vakfınızda. Eğitim fetişizmine, diploma fetişizmine gerek yoktu. Ama bu ayrı bir konu...

Yıldız: Peki, Batıdaki bu dışlayıcı, ötekileştirici tutumun sonu neye varır sizce?

Albayrak: Şimdi, Batı gazetelerini okuyan, televizyonlarını seyreden, Avrupa sokaklarını gezen basiret sahibi bir adam hemen şunu fark eder; burada yeni bir Endülüs felaketinin eşiğindeyiz. Ben katliamı da ihtimal dahilinde görüyorum da, ama şu olacaktır, göreceksiniz: Fransa'nın meşhur faşist politikacısı Le Pen diyor ya; 'Afrikalıların vatandaşlığını iptal edelim'. Bu fantezi değil; bu olacak, göreceksiniz, Afrikalıların, Asyalıların, Ortadoğuluların vatandaşlıkları iptal edilecek, bunlar özlük hakları bile verilmeden, belki de bankalardaki paralarına bile el konularak apar topar sınır dışı edilecekler. Eğer böyle devam ederse bunu bile göreceğiz. Eğer Avrupa, genel olarak da Batı, çok büyük bir sürpriz yapıp Haçlı köklerinden kopma iradesini gösteremezse, Avrupa'da yeni bir rüzgar, bugüne kadar hiç görmediğimiz bir rüzgar esmezse, bu böyle olacak. Yani iki kere iki dört eder. İki kere iki dört ettiği için konuşmanın başındaki şiiri yazmıştım. İki kere iki dört ettiği için bunu söylüyorum. İş buraya doğru gidiyor; bu çok tehlikeli, ama özellikle Batı için çok tehlikeli bir şey...
Yani siz bu politika ve tepkinin Avrupa'daki müslümanlarla sınırlı kalacağını mı zannediyorsunuz? Türkiye Cumhuriyeti kim tarafından yönetiliyor olursa olsun; Cezayir'de hangi diktatörlük hüküm sürüyorsa sürsün; İran'da, Fas'ta, Zimbabve'de nasıl bir rejim olursa olsun, zerre kadar ödü olan, ciğeri olan, yüreği olan herkes Avrupa'ya buğz edecektir. İçten buğz etmezse halkın tepkisi yüzünden buğz ediyor gibi gözükecektir ve bu yönde politikalar geliştirecektir. Süreç buraya doğru gidiyor. Ve yanlış yapıyorlar. Irkçılık öyle pis bir şey ki, aklı mantığı devre dışı bırakıyor. Bakın, Güney Amerika'da müthiş bir uyanış yaşanıyor. Hugo Chavez (Venezüella Cumhurbaşkanı), Lula da Silva (Brezilya Cumhurbaşkanı) Güney Amerika'daki ülkeleri birleştiriyorlar. Bununla da yetinmeyip diyorlar ki Afrika'ya; 'gel güney-güney dayanışmasına girelim'. Bununla da yetinmiyorlar, Arap alemine diyorlar ki; 'Latin Amerikalının damarlarında Arap kanı akıyor, Güney Amerika'daki medeniyetle Arap alemindeki medeniyet akrabadır, gelin bu medeniyetleri yeniden kaynaştıralım'. Bunu diyen kim biliyor musunuz? Venezüella Dışişleri bakanı Ali Rodrigez. Dikkat buyurun, ALİ Rodrigez. El Ahram'a verdiği beyanatta söylüyor bunu. Venezüella İran'la birbirinden önemli yirmi anlaşma yapıyor. Ve o anlaşmalar imzalanırken gerek Chavez gerekse Hatemi tarafından deniyor ki; "biz özgürlüklerini koruma kararlılığında iki kardeş ülkeyiz." Afrika'ya bakıyorsunuz -ki bizde, her türlü siyasi basiretsizliğin ve siyasi cehaletin sembolü gibi görülür-; 1963'te kurulan Afrika Birlik Teşkilatı, Afrika Birliği'ne dönüştü, süreç devam ediyor. Bugün Afrikalı aydınlar arasında yerel kimliğe vurgu yapmak ayıp sayılıyor; 'Afrikalıyım' deyip geçeceksin. Ve bugün Güney Amerika'da kabile tıbbını araştırma merkezini devlet kuruyor. Diyorlar ki 'bu AIDS konusunda bize çok büyük bir kazık atıldı'. Yanlış hatırlamıyorsam Tanzanya'da hükümet yarışma açıyor; 'milli kıyafetimizi belirleyelim' diye. Devlet adamları takım elbiseleri çıkarıp yerel kıyafet giyecek. Her yerde Batıdan kopma hareketleri var. Ne diyordu Frantz Fanon: "Hep insandan bahseden, ama insanı her gördüğü yerde öldüren Batıya artık yüz çevirelim." İş oraya doğru gidiyor.
Diyelim ki restleştik. Avrupa diyor ki; "Ben Müslümanları artık istemiyorum, alenen savaş açıyorum." Nereye kadar gidebilir? Irak'ı görmüyor musunuz? Süper güç Amerika, üç tane gerilla durduruyor onları. II.Dünya savaşından sonra Amerika'nın doğru dürüst başarısını gösterin lütfen. O kadar büyük bir karizması var ki, burnu her tarafta sürtülüyor ama hala her alanda kadir-i mutlak olduğuna inanıyoruz. Tam Deccal! Alnında kafir yazıyor. Gizlemiyor bunu. Allem ediyor, kallem ediyor, yenilmez olduğuna, bütün hesaplarının çok ince hesaplar olduğuna, asla yanılmadığına inandırıyor bizleri. Ama aslında Vietnam'da yenildiler, minnacık Küba'yla baş edemediler. İran devrimini engelleyemediler. Oradaki rehineleri kurtarmak için gönderdikleri helikopterler İran çöllerine düştü. Beyrut'ta bir intihar komandosu koca Amerikan ordusunu gönderdi memleketine. Somali'de F.Aidid komutasında birkaç yüz 'isyancı' Amerikan ordusunu denize döktü; filmini yaptılar daha sonra Kara Şahin Düştü diye. Bir gün içinde üç tane en gelişmiş helikopter düşürdüler. Kimler? Onların 'yamyam' dedikleri. O gün bu gündür Somali'nin adını anmıyorlar. Her yerde yenildiler. Ha tamam, sinsi işlerde başarılılar. İktisadi manipülasyon, kültürel manipülasyon, ama artık o da bitiyor. Bir tanıdığım var; dindar değil, idealist değil, bugüne kadar ortak hiç bir mevzuumuz olmadı; siyasetle ilgilenmeyen sade vatandaş, hatta "irtica"yı tehlikeli bulur. Gelip diyor ki bize, 'bakın şu mamuller var ya filanca meşrubat, filanca deterjan, bunlara verdiğimiz paradan İsrail'e pay gidiyormuş, bunları almayalım artık'. Taksiyle gidiyordum geçenlerde, taksi esrar kokuyor, şoförün kendisi; 'kusura bakmayın, az önce bir cigaralık aldım, biraz kokuyor' dedi. Sonra laf lafı açtı, dedi ki; 'Amerika Türkiye'ye de saldırır mı?' Ben herhalde korkuyor diye, 'saldırmaz abi, kafanı yorma' dedim. Dedi ki, 'keşke saldırsa'. 'Niye' dedim. Cevap şu: 'Daha tanımadık mı? Önüne gelene vuruyor bunlar. Afganistan'ı bombalıyor, Irak'ı bombalıyor, herkesi öldürüyor. Müslümanları üst üste yatırıyor, tecavüz ettiriyor. Ya, bizi de işgal etsinler, ben de taksimden çıkıp onlarla savaşayım, beni de öldürsünler, böylece Cennete gireyim, şehid olayım; yoksa bu günahla Cennete girmem mümkün değil'...

Yıldız: Yani ABD'nin ve Batı'nın bu tutumu, inşaallah ümmetin uyanışına, hatta tüm Batı dışındaki dünyanın uyanışına vesile olacak!..

Albayrak: Sonuçta Batı zararlı çıkacak. Kaynaklar bizde, neşe bizde, dinamizm de bizde, iyimserlik de bizde... Somali'nin başkenti Mogadişu'ya gittim; evet müthiş bir yoksulluk var, fakat sokaklarda insanlarla konuşuyorsun, dünyayı kurtarmak, adalet dağıtmak istiyorlar. Bir genç geldi; 'İstanbul'un fethini bana anlat; Çeçenistan'da ne oluyor, bana anlat' diyor. Hatta bunlarla da yetinmiyor, 'akşam bana yazsan da versen' diyor. 'Ne yapacaksın?' diyorum. 'Biz biraz habersiz kaldık; ümmet ne yapıyor, ne durumda, bunları öğrenip arkadaşlara anlatmak istiyorum" diyor. 1993 yılında gazeteci olarak Gazze'ye gitmiştim, bir gösteri vardı, İsrail askerleri taarruza geçince kaçışmaya başladılar; yanımdaki gençler konuşuyorlar, biri diyor ki öbürüne: 'bu Türkiye'den gelmiş'. Bunu öğrenen öteki yanıma geliyor: 'kardeş Karabağ'da ve Bosna'da durum nasıl?' Gazze'deyiz ve adamlar İsrail askerleri saldırırken bile bunu sorabiliyor... Geçen BBC'de Somalili üç kadın gösteriyorlar; büyük bir neşeyle gülen üç kadın. Ve arkadaki ses çok dramatik bir şekilde diyor ki: 'Bu kadınların çocukları ve kocaları öldü, buna rağmen böyle gülüyorlar.' Muhabir yaklaşıyor ve soruyor; 'Nasıl böyle gülebiliyorsunuz?' Kadın şaşırıyor ve diyor ki: 'Allah'a inanıyoruz, dünya dönmeye devam ediyor, bakalım hayırlısı.' Bir Afrikalı yazar, New African adlı dergide şöyle diyor: "Avrupa'nın hiçbir yerinde, Batının hiçbir yerinde Afrika'daki kadar güzel gülen, Afrika'daki kadar neşeli insanlar göremezsiniz." Bu hakikaten böyledir. Bizde neşe var, heyecan var, dinamizm var. Bakmayın bizim medyanın bu kadar abartmasına. Avrupa'ya ben çok gittim. O topraklara ayak bastıktan 5 dakika sonra Türkiye hasreti sarıyor beni. Somurtuk, fısıldaşarak konuşan insanlar... Gerçekten Avrupa çok sıkıcı ve çok sıkıntılı...

Yıldız: Peki, bu şartlarda Müslümanlar olarak ne yapacağız?

Albayrak: Bu noktada yapabileceğimiz tek bir şey var: Hem kendi kurtuluşumuz için hem de dünyanın kurtuluşu için muazzam İslam medeniyetinin yeniden yükselmesi için kafa yormak, çalışmak. Başka çare yok. İslam medeniyetinin güçlü olduğu dönemlerde yeryüzünde yine zulüm vardı. Ama yeryüzünün çok önemli bir kısmına zulüm giremiyordu. Bir denge sağlanmıştı. Dün eski tüfeklerden bir komünistle buluştum. Dedi ki: "Bu topraklar bin yıldır adaletin adresiydi. Bu toprakların çocuklarının batıdan adalet aramalarını içime sindiremiyorum." Mesele işte budur. İnanın bana, İslam medeniyetinin yeniden yükselmesi hayali değil, İslam medeniyetinin mevcut durumu bile bana umut veriyor. Yani bu halde kalmış olsak bile, Allah'a yemin olsun ki bu ülkede yaşayıp ölmeyi, Avrupa'nın en gelişmiş demokrasisinde yaşamaya tercih ederim, etmiş bulunuyorum zaten. Neden biliyor musunuz? Bu ülkede en samimi arkadaşınızla günde üç kere karşılaşsanız, üç kere kucaklaşırsınız. Muhabbet vardır. Bu insanlar bir kazadan sağ-salim kurtuldukları zaman "verilmiş sadakamız varmış" derler. Yani ancak başkalarına yardım ederek kendilerine yardım edebileceklerini düşünürler. Ve derler ki; "alma mazlumun ahını, çıkar aheste aheste". Bu anlayış birçok insanda vardır, birçoğunda da inşaallah bilinç üstüne çıkacaktır. Bence bu bizi koruyor, Allah'ın bereketini üzerimize çekiyor. Biz bunların farkına varamıyoruz. Bakın, bizim Fransa'dan, Almanya'dan, İngiltere'den 'fakir' olduğumuz kocaman bir yalandır. Biz uzun uzun selamlaşmaya, birbirimize güler yüz göstermeye her zaman vakit buluyoruz. Biz gerçekten onlardan daha neşeli bir hayat yaşıyoruz. Orada insanlar robot gibi. Biraz önce sözünü ettiğim Afrikalı yazar diyor ki: "Tipik bir Avrupalı şudur: Bir işte çalışır, bir ev almıştır, 80-100 yıl boyunca bunun taksitini ödeyecektir; bir araba almıştır, onun taksitini ödemektedir; o taksitler bitince yeni bir araba almak durumundadır, çünkü modeli geçmiştir onun. Ve bu adamların dar, küçücük bir mutfağı vardır, o mutfakta bir sürü teknolojik cihaz vardır. Ve bunlar sadece donmuş yemeklerin ısıtılmasına hizmet eder. Halbuki benim ülkem fakirdir lakin o Avrupalı benim ülkemin en yoksul köyüne gelip en yoksul kadının fotoğrafını çektiğinde, o kadın öyle bir gülümser ki bütün kainat gülümsedi sanırsınız." Yani böyle bir şey var. Bunun bir değeri yok mu? Ben şimdi Yunus Emre'nin "Malda yalan mülk de yalan / Var biraz da sen oyalan" mısralarına değer biçmeye çalışıyorum; trilyonlarca dolar eder bence bu. Ve bunu yetmiş milyona böldüğümüz zaman bizim yüz-yüzelli bin dolar milli gelirimiz olur. Yani bu mısra neden onların banknotundan değersiz olsun ki! Kuzey Kıbrıs'a gittim; herkesin evi var, arabası var ama adamlar mutsuz, çünkü adamlar mutsuz olmaya şartlandırıldılar; 'güneyde kişi başına gelir 20.000 $, kuzeyde 3.000$' denerek. Yetmiyor mu? Yetiyor. Ama bir mili gelir fetişizmi var. Bunları aşmamız lazım.
Bakın Makedonya'da Mehmet Akif'in Safahat'ı Arnavutça'ya çevriliyor. Kosova'da, Makedonya'da diğer müslümanlar arasında psikolojik bir duvar vardı, artık yıkılıyor inşallah: "Hani milliyetin İslam'dı, kavmiyet ne? / Sarılıp sımsıkı dursaydın ya milliyetine / Arnavutluk ne demek, var mı şeriatta yeri / Küfür o başka değil kavmiyet sürmek ileri..." Oradan geliyorsunuz Saray Bosna'ya: Cemalettin Latiç, büyük bir şair, İslam medeniyetini yeniden üretmeye ömrünün en az yarısını adamış bir adam, yazar, mütefekkir, siyasetçi. Bir televizyon kuruyor ve bu televizyonda Boşnakçanın yanı sıra Arnavutça ve Türkçe de yayın yapıyor; Balkan Müslümanlarını birleştirmeye çalışıyor. İstanbul'a geliyorsunuz, Umran dergisi, AKV, gençlere İslam medeniyetinin güzelliklerini anlatmak için, envai çeşit atraksiyonlar yapıyor; medeniyetimizin günümüz koşulları içinde nasıl üretilebileceğine dair çok önemli ipuçları veriyor. Biz Gerçek Hayat dergisi çıkartıyoruz. Herkes bir şeylerle uğraşıyor. Gidiyorsunuz Suriye'ye, Halep'e; Muhammed Velid Rıdvan adında adam gibi bir adam var; Suriye'den Cezayir'e kadar büyük konferanslar veriyor. Gittiği her yerde 'Türk-Arap dayanışmasının dünyadaki dengeleri sarsabilecek bir dayanışma olduğunu, bunun mutlaka kurulması gerektiğini' söylüyor. Son kitabının kapağında Suriye ve Türkiye'yi tek ülke olarak gösteriyor. Ve bu adam itibar görüyor. Geliyorsunuz, İstanbul'da Doğu Konferansı toplandı. Emperyalizme karşı önemli mesajlar verildi. 120 kadar aydın vardı. 70-80'i Mısır'dan, Suriye'den, Lübnan'dan idi. Doğunun en önemli aydınları toplandı. En azından beraber hareket etmeleri gerektiği konusunda, bunun hayati öneme haiz olduğu yönünde ortak bir irade beyanında bulundular. Aramızdaki psikolojik duvarlar artık yıkılıyor. Özetle her yerde bir şeyler oluyor. Bir gün bir rüzgar esecek, Allah'ın izniyle, Üsküp'ten Mogadişu'ya kadar. Mogadişu'da Handi diye bir kavim organizasyonu var, Zemzem diye bir vakıf var; okullar kuruyorlar, birbirlerinin kanını dökmüş kabilelerin çocuklarını alıyorlar, aynı sıralarda eğitiyorlar, yeni bir nesil oluşturuyorlar. Her yerde kıpırdanmalar, gayretler var. Sadece İslam dünyasında değil, Güney Amerika'da, Afrika'nın her tarafında. Bir gün inşallah bu gayretler birleşecek. Bütün bunlar gerçekten sadece bir rüzgara bakıyor. Bir gün bir şeyler olur, mesela Avrupa der ki; 'Ben Müslümanların ve de Afrikalıların biletini kestim, gidin!' Küçük bir kıvılcım, ondan sonra bakın neler oluyor!.. Tabi ki, gayret bizden tevfik Allah'tan. Cenab-ı Allah bize "niye başarmadınız" diye sormayacak; "niye denemediniz" diye soracak. Elimizden geleni yapacağız... Ve biz öbür dünyaya oynuyoruz...

1 yorum:

muhammed taha harun aslan dedi ki...

süper röportaj. hakan abiyi muhabbetle sevmemek elde değil. Allah mekanını cennet, cennet bahçesini benimkine komşu eylesin inşallah.amin