1 Ekim 2007 Pazartesi

Ebubekir Sifil ile Modernite Teknoloji ve Dünyevileşme üzerine söyleşi(1)

Serdar Demirel: Modern Mahrem kitabında Nilüfer Göle , "aslında" diyor "üniversitelerdeki başörtüsü mücadelesi temelinde devletin dayattığı modernlik dışında ama yine modernite içerisinde Müslüman kalarak inandığı değerlere göre yaşayan, gerek eğitimde, gerek siyasette ve gerekse iş hayatında kendi kimliğiyle modernleşme mücadelesidir". Ebubekir hocam şimdi bu bağlamda ben size bir soru sormak istiyorum: Modernlik yani modernite içinde kalarak – çünkü modernite bir paradigmadır ve bu paradigmanın temelinde sekülerizm vardır— Müslümanca bir modernlik oluşturmak mümkün müdür?
Ebubekir Sifil: Modernlik veya modernite ya da modernizm – her neyse – bizim tercihimiz değildir. Yani biz onu kendi irademizle tercih ederek yaşıyor değiliz; bu bize dayatılmış bir şey… Biz de bakıyoruz ki başka türlü olmuyor "o zaman biz bu moderniteyi mümkün olduğunca İslâm'dan onay alabilecek bir formata, muhtevaya kavuşturalım, olmadı
gerekirse biraz da İslâm'ı esnetelim… Ortasını bulalım… Olmuyor işte ne yapalım…" diyerek kabul ettiğimiz/ettirildiğimiz bir süreç bu. Aslında bizim kendi irademizle isteyerek, ihtiyarımızla tercih ettiğimiz, yaşadığımız bir şey değil. Refah Partisi hareketi modernitenin tasdikiyle, kabulüyle, onaylanmasıyla ortaya çıkmış bir şey değil; o da bir dayatmanın zorunlu bir sonucu olarak bir yöntem arayışından ibaret. Erbakan Hoca "Millî Görüş" dediği zaman "Fatih Sultan Mehmed'e İstanbul'u fethettiren, Alpaslan'a 1071'de Anadolu'yu İslâm'a açtıran zihniyet" diyor. Ama kendisini öyle ifade etmek zorunda kalıyor. Başka bir yöntem bulamıyor çünkü. Bugünün şartları ve dayatmaları içerisinde bunu bir çıkış yolu olarak görüyor. Dolayısıyla bu, modernite değil; içinde fetih ruhu var. Modernitede fetih olmaz.
Kız öğrencilerin, kadınların çalışması, okuması vb. konular bence olayı belirleyen şeyler değil. Çünkü bunlar yöntem belirleyen mekanizmalar değil. Çok bilinçli tasarlanmış şeyler de değil. Yani de facto durumlara karşı bulunan, geliştirilen tedbirler, çareler… Böyle bir şey…
Bunun için ben "Bir İslâm modernitesi mümkün müdür? İslâmî bir modernite olabilir mi?" sorusunun yanlış bir soru olduğunu düşünüyorum. Çünkü hem kendi içinde çelişkili, hem de bir dayatmanın sonucu… Çaresizlik neticesi "ben bunu kabul etmek zorundayım" diyorsun… Arkasından da "bunu İslâm'la nasıl bağdaştırırım?" sorusunu soruyorsun… Yani bu dayatılmış bir soru… Yanlış bir soru… Bu yaşadığımız şey tabii bir süreç değil.
Serdar Demirel: Burada tercihten ziyade size devlet eliyle dayatılmış bir modernite var ve bu modernite sizi aslında tamamen Batılılaştırıyor. Bir de bu sürece direnmiş bir toplum var; ama bu direniş bir alternatif oluşturamamış. Fakat modernite içerisinde kalarak farklı bir tecrübe arayışını getirmiş. Mesela halk İmam Hatip Lisesi'ne çocuğunu gönderiyor ama imam olmasını istemiyor; dindar bir doktor olsun veya dindar bir mühendis olsun gibi taleplerle bunu yapıyor. Yani modern hayat içerisinde hayata yapışmasını ve başarılı olmasını istiyor. Acaba bu, çok makbul olmasa da sistemin dayattığı modernitenin dışında daha Müslümanca bir modernite tecrübesine tekabül eder mi?
Ebubekir Sifil: Bence hâlâ, bunun adını ister islâmî modernite, isterse farklı bir şey koyalım, olması gerekenden farklı bir durum, bir kırılma, bir arıza, bir sapma –ne derseniz deyin— bunun ifadesidir. Bir arayıştır. Dolayısıyla modernitenin ruhunda mündemiç bulunan "kabullenmişlik"ten burada söz edemeyiz.
Modernizm, yeni bir İslam tanımı üzerine kurulu bir paradigmadır. Geçmişte anlaşılan, inanılan ve yaşanan İslam'dan hemen her şeyiyle farklı bir tasavvur bu. Yani siz bu hayatta diyelim ki Mâiz b. Mâlik (r.a)'ın zina ettikten sonra gidip "Yâ Rasûlallah beni temizle" demesini, günümüzde herhangi bir Müslümana çok kolay izah edemez, kabul ettiremezsiniz. Özellikle hadler modern insan için çok temel, önemli bir problem… Bunu kabul edemiyor modern Müslüman… Dolayısıyla bu zihniyetini oluşturan modern değerlerle çatışmayan bir İslâm kabul etmeye, böyle bir İslâm tasarlamaya kendisini zorluyor… Bununla çatıştığı anda rivâyetse reddediyor, âyetse tarihsellikle niteliyor… Yaşadığı hayatı esas kabul edip nassları ve ilkeleri buna göre yorumlamaya zorluyor kendisini. Aslında yaşadığımız hadise bunda ibaret. Yani sistemin, resmî söylemin bize dayattığı bir modernite versiyonu var bir de Müslümanların kendi çıkış arayışları sonucunda kendiliğinden oluşuveren bir şeyler var…. Bu da bir modernitedir… Doğru… Ama tasdik edilebilir bir modernite mi?
Modernitenin kendisi bir kere ontolojik olarak problem. Onun için bu yaşadığımız hayatı içselleştirme, "meşrulaştırma" arayışının bir sonucu. Bu hayatı biz nasıl Müslümanlığımızla barıştırabiliriz? Ya da Müslüman kalarak bu hayatı nasıl içselleştirebiliriz?
Bizim temel Müslüman kimliğimizle ilgili olarak, âyet-i kerîme mümini tarif ederken – belki biraz fazla teorik olacak ama – {كنتم خير أمة أخرجت للناس تأمرون بالمعروف وتنهون عن المنكر وتؤمنون بالله} (Âl-i İmrân, 110) diyor. Burada iki tane özellik sayıyor. Birisi imanla ilgili; itikadiyâtı çerçeveliyor, diğeri ise hayata dönük; emr-i bi'l-marûf – nehy-i ani'l-münker… İşte biz bundan vazgeçiyoruz… Yani birincisini kabul ediyoruz, ikincisi bizi zorladığı için reddediyoruz. Hatta – Allahu a‘lem— bu iki hususun âyet-i kerîmede böyle bir sıralamayla zikredilmiş dolmasında da önemli bir mesaj, hikmet vardır diyebiliriz. Önce emr-i bi'l-marûf – nehy-i ani'l-münker, ardından Allah'a iman zikredilmiş… Belki ikincisini hayata intikal ettirmek daha kolay. Çünkü toplumsal hayata –en azından doğrudan– sirayeti yok. Ama birincisi öyle değil; doğrudan hayata / dış dünyaya intikali/etkisi olacak bir şey… Biz bundan vazgeçiyoruz. Mesela artık Müslüman kendisini emr-i bi'l-marûf – nehy-i ani'l-münker yapmakla sorumlu addetmiyor, "çoğulcu toplum" modelini önemsiyor, öne çıkarıyor, vurguluyor. Herkese kendi bulunduğu konumda saygı duyma, kim neye inanırsa inansın ve kim neyi inkâr ederse etsin, herkesin fikrini saygıyla karşılama tavrı allanıp pullanıp ambalajlanıyor ve bize bunun aslında İslâm olduğu söyleniyor. Ama bu bir münker ve senin bunu değiştirmen lazım… Hadi diyelim ki gayr-i Müslim kendi hayatını yaşasın, ona o özgürlüğü İslâm vermiş ama bir adam "ben Müslümanım" diyorsa senin münker olduğu çok açık/net olan hususlarda onun yaptığına saygı duyman değil, onu uyarman gerekiyor. Bu hususta sana bir mükellefiyet terettüp ediyor… Bundan bile vazgeçtik… Bunu bile es geçiyoruz ki bu, arızalı bir İslâm algısıdır.
Serdar Demirel: Osmanlının son döneminde Üstad Bedîuzzaman'da, Sait Halim Paşa'larda gördüğümüz, "Batının imanını ahlâkını dışarıda bırakın ama teknolojisini alın" şeklinde ifade edilen modernite arayışları var.
Ebubekir Sifil : Bu da bir arıza noktasıdır. Mesela Mustafa Sabri Efendi gibi "geleneğin"– tırnak içinde ve ifadede pratiklik sağlasın diye kullanıyorum— içinden gelen ve onu savunan, onunla özdeşleşmiş bir insanın Sultan Abdülhamid Han yönetiminden "istibdat" diye bahsetmesi bir arızadır. Peki bilmiyor mu, başınızdaki adam size Allah'a isyanı emretmedikçe ona itaat edeceksiniz… Bunu bilmiyor mu? Biliyor… Ehl-i Sünnet'in genel çizgisi de bu… Bunu da biliyor… Ama bu istibdat, müstebit söylemleri nerden geliyor? Batıdan bu tarafa doğru esen uhuvvet, müsâvât, hürriyet vs. rüzgârlardan, meşrutiyet rüzgârından etkileniyor. Bu da bugünün konjonktürü gibi o günün konjonktürüydü ve onları etkiledi… Bedîuzzaman'ı da etkiledi, Mustafa Sabri Efendi'yi de etkiledi, diğerlerini de etkiledi… Yanlış bir duruştu bu. Nitekim bunun yanlışlığını biz bugün buradan bakınca görüyoruz; Sultan Abdülhamid Han gitti de ne halloldu? İşte bugüne geldik. Yanlışlığını biz buradan bugün bakınca görebiliyoruz. Arızalı bir durumdu… Yani o Abduh söylemleri, Mehmed Akif'in tesbitleri vs., bütün bunlar beni oraya götürüyor.
Abdullah Zerrar: Teknolojiyle alakalı Arnold Toynbee'nin Dünya, Batı ve İslâm kitabı var… Pınar Yayınları'ndan çıktı. Tercümesini ben yaptım. Orada çok ilginç bir hadise anlatılıyor. Mehmed Ali Paşa Mısır'da Osmanlıya başkaldırdığında yaşanmakta olan zaafiyetin teknolojiyle aşılabileceği, özellikle de donanma olmadan Akdeniz'de ciddi bir güç olunamayacağı kanaatine varıyor ve bir donanma kurmak istiyor. Ama kiminle kuracak donanmayı? Bu işi o zaman Avrupalılar biliyor. Avrupa'da ilan ettiriyor… Mühendis, gemi mühendisleri, donanma uzmanları arattırıyor. Çok ciddi maaşlar vereceğini söylüyor… vaadlerde bulunuyor… Sonunda elli kadar mühendis geliyor Mısır'a… Geldikleri zaman oturup bir sözleşme yapıyorlar. Mühendisler, "tamam istediğiniz donanmayı biz kurabiliriz ama bizim ailelerimiz var onlar da buraya gelmeli" diyorlar. Mehmed Ali Paşa, "tamam gelsinler" diyor. "Ama" diyorlar "çocuklarımız var ve onların eğitimi için okul da açmamız lazım. Okul için de oradan öğretmenler getirtmeliyiz. Çoluk çocuğun hasta olmaları durumunda tedavi görecekler bir hastane kurmak ve Avrupa'dan hastane personeli getirmek gerekiyor. İbadet etmemiz için kilise, dolayısıyla bir de rahip lazım" diyorlar ve oraya koloni şeklinde devasa bir site kuruyorlar. Aradan on yıl geçtikten sonra, bu insanlar halkla iç içe de girince yazarın ifadesiyle o zamana kadar müslüman kadınların yüzünü göremeyen ecnebîler bu kadınların doğumunu yaptırmaya başlıyor. O site içinde oluşan modern batılı hayat tarzı çevreyi de etkileyerek genişliyor. Teknolojiyle modernite ilişkisini anlatan çarpıcı bir örnek bu.
Serdar Demirel: Ali Şeriatî'nin Medeniyet ve Modernizm kitabında da ilginç bir anekdot var. Şeriatî anlatıyor: "Fransa'da doktora yaparken son sınıfa geldiğimde aldığım bursların baskısı altında eziliyordum. Sonunda çalışmaya karar verdim. Bir sosyolog olarak iş arıyorum… Gazete ilanların bakıyorum… Şehrin farklı yerlerine asılmış iş ilanlarına bakıyorum. Bir yerde sosyolog arayan bir ilan gördüm. Gidip müracaatta bulundum. "Falan gün mülâkat için buyurun gelin" dediler. O gün gelip çattığında gittim ve beni bir salona aldılar. Bir de ne göreyim; iki sene önce doktorada hocam olan emekliye ayrılmış bir prof. sosyolog. Beni karşısına aldı, biraz sohbetten sonra ona "hocam biz sosyoloğuz, bunlar ise fabrikatör… Biz bunlara nasıl bir hizmet verebiliriz ki?" dedim. "Olur mu?" dedi, "asıl bizim, bunlara sunabileceğimiz önemli hizmetler var. Biz yıllardır bunlara hizmet sunuyoruz". Onun bu sözleri kafamı karıştırdı. Ben tekrar "Hocam bunlara nasıl bir hizmet verebiliriz ki bunlar makine üretiyor, araba üretiyor, biz ise sosyoloğuz, toplumla ilgileniyoruz" dediğimde, "otur sana bir hadise anlatacağım" dedi ve anlatmaya başladı: "Avrupa kendi ihtiyacını karşılamak üzere arabalar üretti. İhtiyaç fazlası araç yığını oluşunca bu arabaları ne yapacaklarını düşünmeye başladılar ve sonunda bu arabaları başka toplumlara satmaya karar verdiler. Ama tabii ki bu o kadar kolay değil. Zira Avrupa'nın geçtiği Sanayi Devrimi vb. aşamaları geçirmemiş toplumlar bunlar. Bizim ihtiyaç olarak gördüğümüz şeyleri onlar ihtiyaç olarak görmemekte. Sonunda birkaç sosyoloğu Afrika'ya gönderdiler. Bu sosyologlar o toplumları inceleyip araştırdılar, yapısını çözdüler ve bir raporla geri döndüler. "Bu toplumlarda kabile reisleri var. Kabile reisleri birbirlerini kıskanır ve birbiriyle rekabet içindedir. Bunların farkı zevkleri var. Mesela kabile reisinin en büyük zevki o toplumun en iyi atına sahip olmaktır. Her sabah atına biner, sekiz km'lik bir alanda çıkar gezer "ben varım" der – o bir üstünlük göstergesidir— sonra geri döner. Bu kabile reisleri değerli taşlara sahip. Bizim buraya araba satmamız zor ama eğer bunların zevkini değiştirebilirsek biz buraya araba satabiliriz" dediler. Bunun üzerine bir proje üretildi ve proje gereği mücevher ve altınlarla süslü özel bir araba yaptılar. Belirli bir kabile reisi seçildi ve bu araba ona hediye edildi. Ardından arabanın üzerinde gideceği bir yol lazım. Ona sekiz km.'lik bir yol yapıldı. Bu arabayı sürecek bir şoföre ihtiyaç var… Kabile reisine Avrupa'dan özel bir şoför tayin edildi. Bu arabanın benzine ihtiyacı olacaktı… Oraya bir benzin istasyonu kuruldu… Oraya iki hanım konuldu… Bu hanımlar Avrupa'daki özel süs ve makyajlarıyla oraya yerleştiler. Şoför her gün o kabile reisini alıyor, sekiz km.'lik alanda şöyle bir gezdiriyor. Bu da kabile reisi için büyük bir zevk ve gösteriş oluyor. Arkasından, bunu gören diğer kabile reisleri de araba istemeye başladılar. Mücevherlerle süslü araba… Bunun için değerli taş vermesi lazım. Onlar değerli taş verdi batılılar araba yaptılar. Arabaların üzerinde gideceği yollar lazım. Onlar değerli taşlar verdiler yollar yapıldı… Değerli taşlar verdiler benzin istasyonları kuruldu… Değerli taşlar verdiler karşılığında güzel, bakımlı hanımlar gördüler… Böylece bütün kabile reisleri araba almaya başladı ve bu kabile reislerini zevkleri değişmeye başladı."
Yani bu örnekte de görüldüğü üzere modernite insanın hayatına yalnızca bir aygıt olarak girmiyor aynı zamanda dönüştüren bir güç olarak insanın hayatına giriyor. Yani hakikaten modern araçla modernleşme arasında sıkı bir ilişki var.
Ebubekir Sifil : İslâm medeniyeti derken ne dediğimizi çok da iyi bilmiyoruz aslında… Yaşayan bir şeyden mi, yoksa çoktan miadını doydurmuş bir şeyden mi bahsediyoruz? İslâm medeniyeti dediğimiz zaman mesela şu tarz bir şehirleşmeye karşı çıkabiliyor musunuz? Buna bir alternatif üretebiliyor musunuz? İnsan – insan ilişkilerini, insan – eşya ilişkilerini şu iş düzenini, çalışma sistemini, hayatı bu şekilde dizayn etme tarzını, bu derinlikte, yoğunlukta ele alıp işleyebiliyor musunuz? Buna ciddî itirazlar yöneltebiliyor musunuz? İşte o zaman medeniyet söylemi ciddiye alınabilir.
Teknoloji Allah'ın lütfu olabilir mi? Teknoloji, şu haliyle Batılıların insanlığın başına bela ettiği bir şey… Çünkü kökeninde hinlik var ve sonuçları ortada. Bu adamlar teknoloji denen şeyi üretirken insanlığın hayrına olsun diye üretmediler. Batılı her devlet bir şirketler devleti… Batılı devletlerin yöneticileri, parlamenterleri, bakanları, devlet başkanları aynı zamanda birden fazla uluslar arası şirketin ya yöneticisi, ya yönetim kurulu üyesi veya sahibi… Yani bu adamlar sömürgen… İslâm dünyasını/doğuyu sömürerek böyle bir imparatorluk kurmuşlar yeryüzünde ve bizi de modernleştirerek sınıf atlatmak, bir ileri boyutta bizi "daha kaliteli insan" yapmak üzere böyle bir alanın içine sokmuş götürüyorlar.
Serdar Demirel: Teknoloji ciddî manada hayatımıza nüfuz etmiş… Bilgisayardan tutun kullandığımız diğer âlet edevata kadar… Bunların hiçbirisini biz üretmedik. Ve bunlar hayatımıza sadece kolaylaştırıcı bir vasıta olarak girmiyor; bizi dönüştürücü, modernleştirici birer araç olarak da giriyor. Hayatımıza bu kadar hükmeden teknolojinin hâkim olduğu bir vasatta biz nasıl farklı bir medeniyet projesi üretebiliriz?
Ebubekir Sifil : Doğrusu bu noktada İslâm'ın insanlığa nasıl bir hayat vaadettiğini biz de bilmiyoruz tam olarak. Çünkü gözümüzü böyle bir verili toplumda, verili duruma açmışız. Bunlar bizim tartışmayı akıl bile edemeyeceğimiz, tartışmaya açsanız bile insanların sizi ciddiye almayacağı şeyler. Yani "teknolojiyi reddet" diyorsun, önünde Lap Top açık duruyor… Kimse bunu ciddiye almaz. İkincisi de "Ne yapacaksın? Kağnı arabasına geri mi döneceksin?" diyerek insanlar gülecek sana… Ne zamana kadar?... Ne zamanki Batıdan vicdan sahibi, izan sahibi, basiret sahibi birileri çıkıp diyecek ki: "Bu teknolojik gidişat insanlığı öldürüyor, ekolojik dengeyi altüst ediyor, kanser üretiyor. Her şeyi mahvediyor. Bunu bırakın artık"… Ancak ondan sonra "aaa bak doğru… bu bizim işimize yarar" diyeceğiz.
İşte her şey ortada; dünya iki bin elli, iki bin altmış yılında ekolojik dengenin bozulması bu hızla devam ederse artık geri dönülmez noktaya gelmiş olacak. Bunu artık Batı da söylüyor, Doğu da söylüyor ve hepimiz de biliyoruz. Peki, bu akıl işi mi, bile bile siz insanlığı ve dünyayı bir intihara götürüyorsunuz? Sebebi ne? Teknoloji… Niye kimse ciddi olarak bunu tartışmaya açmıyor ve tartışılmasına razı olmuyor? Çünkü hâlâ o teknolojiyi üretenler bu dünyayı yönetiyor. Bu dünyadaki hâkimiyetlerini buna borçlular. Dolayısıyla "İslâmî direniş" diye bir şeyden söz edebiliyorsak, bir ayağını da bu meselenin oluşturması gerekiyor.
Bunun yanlışlığı kesin… Bu gün, yirmi birinci yüzyılda mevcut hastalık türleri geçmişe oranla çok fazla artmış durumda. Hem hasta insan sayısı fazla… Hem hastalık türü fazla… Geçmişte bilinmeyen pek çok hastalık ortaya çıkmış ve insanlığın başına bela olmuş… Şimdi diyoruz ki "Nasıl vazgeçelim? Tıbbî bir sürü tedavi yöntemi var, bir sürü teknolojik çözüm var…" İyi de modern hayatın kendisi üretiyor zaten bunları. Daha önce de burada konuşmuştuk… Bizim hastalık ve sağlık anlayışımız da çok sağlıklı değil. İki meşhur örnek geliyor aklıma: Efendimize âmâ bir sahâbî geliyor ve, "Ya Rasûlallah, beni mescide götürüp getirecek kimse yok. Gözlerim de görmüyor. Dua et, Allah bana şifa versin ve gözüm açılsın" diyor. Efendimiz, "İstersen sabret, bu senin hakkında daha hayırlıdır; ama istersen dua edeyim gözlerin açılsın" diyor. Aynı şeyi sahâbeden saralı bir kadın söylüyor: "Olur olmaz ortamlarda düşüyorum, mahrem yerlerim açılıyor, zor durumda kalıyorum. Dua et de Allah bana şifa versin" diyor. Ona da aynı şeyi söylüyor Efendimiz: "Sabredersen hakkında daha hayırlıdır; ama istersen dua edeyim şifa bul" diyor. "O zaman" diyor, "Yâ Rasûlallâh, dua et de düştüğümde mahrem yerlerim açılmasın." Bunlar sahih rivâyetler. Efendimiz bunları hastalığa razı olmak, hastalıkla birlikte yaşamak konusunda ikna ediyor. Belki denebilir ki "Efendimiz, tedaviyi de önermiş. Bunlar özel durumlar olamaz mı?" Olabilir ama bu rivayetler en azında hastalığa ve sağlığa bakışımızı gözden geçirmeye zorlamalı bizi. Biz şimdi "sağlıklı yaşam"ı da tabulaştırdık. Bu isim altında asla küçümsenemeyecek bir sektörler dizisi faaliyet gösteriyor.
Büyük sûfîler Allah Teâlâ dert vermeyince, hastalık vermeyince bunu hayra yormazlarmış. Böyle bir hayat anlayışı, böyle bir sağlık sıhhat anlayışı varmış. Bizse bu şekilde her tarafından kuşatılmış bir hayat yaşıyoruz ve bunlar bize mutlak doğrular olarak empoze edilmiş. Böyle bir toplumda yetişmişiz…
Yan dairedeki komşumun yatak odasıyla benim yatak odam duvar duvara. Ben burada öksürsem adam duyuyor; adam orada öksürse ben duyuyorum. Bu ne kadar müslümanca bir şey? Birisi diyebilir ki "o zaman git kardeşim şehir dışında villada yaşa." İyi de bu kaç kişi için mümkün? Bizi bu şehirlerde toplayan ne? On beş milyon, yirmi milyon insan bir şehirde yaşıyor… Bu insânî bir hayat değil!.. Bizi böyle bir hayatı yaşamaya icbar eden nedir? Bunun bir tek cevabı var: Batılı gibi olmaya çalışmak... Başka hiçbir şey değil. Niye? Çünkü burada iş imkânı var, burada fabrika var, burada her türlü sektör var… Böyle olunca, kalabalık şehirlerde, dev metropollerde yaşamayı kabullenmekten, buna razı olmaktan başka çareniz kalmıyor.
Batıda da böyle oluyor; hayat tarzı bu adamların… İnsanlığı sömürerek bir medeniyet kurmuşlar. Ahmed Davudoğlu hocadan okumuştum; İngilizler Hindistan'ı işgal ettiğinde oradaki Hintli ustaların parmaklarını kesmişler. Dokuma tezgâhlarında, küçük işletmelerde bir şey üretemesinler ve bizim mamullerimizi almak ve tüketmek zorunda kalsınlar düşüncesiyle. Yine başka bir yerde okumuştum; Hintli zeki çocuklara logaritma cetvelini ezberletiyorlarmış ki mankurt olsunlar. Bunun değişik örnekleri hemen her sömürge ülkesinde uygulanmış. Yani bunun temelinde böyle bir hayat algısı var… "Bu dünyanın efendisi benim, diğerleri benim kölem" yaklaşımı… Bu, bugün de böyle, dün de böyleydi, Firavunlar zamanında da böyleydi. Ama biz buna karşı direnç mekanizmalarımızı kaybettik. Yani kurtuluş savaşları verdik, belki kurtulduk, ama tabir yerindeyse, yağmurdan kaçarken doluya yakalandık. Üstelik doluya maruz kalmayı da normal bir durummuş gibi algılamaya başladık. Hazırlıklı değildik böyle bir dünyayı tartışmaya. Donanımımız yoktu… Çünkü geçmişten farklı bir durumla yüzyüze gelmiştik. Teknoloji diye bir şey geçmişte yoktu, bugün var… Hoşumuza da gitti, gidiyor, kullanıyoruz, arabalar, evler, bilgisayarlar vs.
Bence Müslüman ciddi bir alternatif oluşturacaksa bize dayatılmış olan, hem zihniyet anlamında, soyut kavramsal anlamda hem de somut yaşadığımız hayat, alet-edevat anlamında bütün bunları ciddi bir sorgulamadan geçirecek ki, inandırıcı olsun, sahici olsun..
Bir de hayatımıza durmadan bu yaşadığımız şeyi "meşrulaştırmamıza" yardımcı olan kavramlar sokuyorlar. İşte "demokrasi" böyle, "özgürlük" böyle, "insan hakları" böyle, "çoğulculuk" böyle, "hoşgörü" böyle, "tolerans" böyle… ilâ âhirihi… Bunlar bizim de hoşumuza gidiyor ve deniliyor ki: "Buna niye karşı çıkıyoruz ki? Geçmişte bizim toplumumuzda vardı işte. En büyük insan hakları İslâmiyette var… En büyük hoşgörü İslâmiyette var… Üç din bir arada yaşamadı mı?" Yaşadı ama senin hâkimiyetinde yaşadı, bunu niye gözden ırak tutuyorsun? Bugün ise adamlar sana dayatıyor bunu, "Bana benze; üçümüz bir arada olalım" diyor. Hâlbuki sen geçmişte onlara ne diyordun? "Bana benzeme" diyordun; "Sen kendi hayatını yaşa, kendin ol" diyordun. Hz. Ömer öyle diyormuş işte: "Belinize zünnar bağlayacaksınız, Müslüman gibi giyinmeyeceksiniz, çocuklarınıza Kur‘ân öğretmeyeceksiniz; benim garantimde, hâkimiyetimde kendiniz olarak yaşayacaksınız." O zaman kilise, cami, havra yan yana oluyormuş, doğru. Oysa bugün biz bunu bize dayatan hayat anlayışının bize kaça mal olduğuna bakmıyoruz. "Aynı şey orada da vardı burada da var, öyleyse gelin dinler bahçesi yapalım" diyoruz. Niye? Çünkü biz "birbirimize benzeyelim" diyoruz. "Bizim aslında birbirimizden farkımız yok, hepimiz İbrahim'in torunlarıyız işte. Bu dinlerin hepsi İbrahim'in mirasıdır" falan diyoruz. Böyle bir hayatî hata yapıyoruz. Belki sonuç itibariyle aynı, ama hareket noktası ve mahiyeti çok farklı. Dolayısıyla bu tür kavramlar da bizi farkında olmadan dönüştürüyor.
Serdar Demirel: İsmet özel'in güzel bir sözü var, diyor ki: "modernite benden aldıklarını bana versin, ben ondan aldıklarımı ona vermeye razıyım". Ama hakikaten bunu vermeye hazır mıyız? Yapabilir miyiz bunu?
Ebubekir Sifil : İsmet Özel, olması gerekeni söylemiş. Sen bu sözü aktarırken beynimden jet hızıyla şu geçti: Bu ancak İsmet Özel'in şuur durumunda söylenebilecek bir söz ve her müslümanın da bu şuur durumuna gelmesi lazım. Bu çok önemli bir şey. Biz vazgeçemiyoruz ki… Vazgeçemediğimiz için, gönülden, kalpten, ruhtan, göbekten bağlandığımız için de yaşadığımız durumu İslâm'a tasdik ettirmenin çabası içindeyiz. Modern Müslümanın bütün serencamı bu; yaşadığı fiilî durumu, verili durumu İslâm'a tasdik ettirmeye çalışıyor.
Bir cemaate mensup arkadaşlar gelmişti geçen gün. Diyor ki biri, "Bazı vicdanlı liberaller özgürlükleri savunuyor. Özgürlük savunusu bağlamında Müslümanların da özgürlüğünü savunuyorlar. Ama biz onların özgürlüğünü savunamıyoruz. Mesela eşcinsel taleplerin özgürlüğünü savunamıyoruz. Biz burada sanki biraz oportünist mi davranıyoruz? İkiyüzlü mü davranıyoruz? "Benim özgürlüğümü sen savun ama ben seninkini savunmam" mı demiş oluyoruz? Bu ne kadar ahlâkî? Ne yapmak lazım?"
Şimdi hep aynı şey üzerinden gidiyoruz. Özgürlük diye bizim bir idolümüz var… İşte ABD'deki Özgürlük Heykeli… Aslında o, tek tek hepimizin kalbinde, beyninde, ruhunda, hücrelerinde mevcut. Bu kavrama öyle bir kutsiyet atfetmişiz ki, artık hayatımızı, İslâmiyetimizi, insaniyetimizi, geçmişimizi, geleceğimizi, hep bu kavram etrafında düşünmeye, değerlendirmeye başlıyoruz. Peki, bunun farkında mıyız? Değiliz. Bu, ne kadar müslümanca bir algıdır? Ne kadar müslümanca bir düşünce biçimidir? Burada bir tutarsızlık yok mu? Var. İnsanın özgürlüğünü savunuyorsun. "İslâmî özgürlükler, dinî özgürlükler" diyorsun ve özgürlük söylemi üzerinden kendine alan açmaya çalışıyorsun. Öbür taraftan adamın biri homoseksüel dernek kurunca ona karşı çıkıyorsun. Niye? Özgürlükse onun ki de özgürlük… Bu yanlış bir şey, hayâtî bir hata bu. Ama bunu yapıyoruz. Niye? İşimizi kolaylaştırıyor. Bize pratik söylemler sağlıyor. Belki bir takım yerleri rahatsız etmeden kâr hanemize bir şeyler alabilir miyiz? vb. bir pratiklik sağlıyor bize ve bunu kullanıyoruz; ama bize neye mal olduğunu çok da hesap etmiyoruz.
Serdar Demirel: Hep söylüyoruz: "Helaller bellidir, haramlar bellidir. Yani İslâm'ın kırmızı çizgileriyle yeşil çizgileri bellidir" diyoruz ama böyle bir sürece girildiğinde bu çizgilerin hepsi flulaşıyor ve silikleşiyor hatta bazen bütünüyle gözden kayboluyor.
Şimdi Batının bilgi ve varlık nazariyesi tamamen farklı. Modernite ne üretiyorsa bu farklı bilgi ve ontolojik nazariyeden yola çıkarak üretiyor. Ve biz biliyoruz ki Batı bu boyutuyla İslâm'dan tamamen ayrılıyor. Belki bazı parçalar İslâm'la uyuşabiliyor ama olaya bütüncül yaklaştığımızda ciddi manada bir kan uyuşmazlığının olduğunu görüyoruz. Batının ürettiği bilgi de çok cüzî oranda nesneldir. Büyük oranda sübjektiftir. Taha Abdurrahman'ın bir konferansını dinlemiştim. İslâm'ın bilgi nazariyesinin modernitenin bilgi nazariyesinden nasıl farklı olduğunu izah etmişti. Ona dedim ki: "Farzedin ki Müslümanlar hala ilimde öncülüğü yürütüyor. Yani Müslüman ahlâkı, Müslüman inancı bilimsel gelişmelere yön veriyor. Farzedin ki sadece Müslümanlar atom bombası yapabilecek güce ve bilgiye sahip. Diğer hiçbir güçte, hiçbir ülkede ve hiçbir medeniyette böyle bir silah yok, bunu üretecek bilgi yok. Bu güç ve bilgi sadece Müslümanlarda var. Sizce İslâm, İslâm'ın bilgi nazariyesi böyle bir silahı üretmeye izin verir mi?" "Kesinlikle vermez" dedi. Yani bilgiye sahipsiniz ve üretebilirsiniz ama İslâm buna izin vermez.
Ömer Faruk Tokat: Mesela İslâm tarihinin önceki dönemlerinde birçok İslâm âlimi, mucidi ve kâşifi var. Bu insanlar o zaman atomu keşfetmiş olsalardı, sahip oldukları tasavvur, insanları kitleler halinde yok eden, doğada tamir edilmez tahribat yapan, canlıları öldüren bir silah yapmayı akıllarına getirir miydi? Yani bu keşifleriyle böylesine şeni sonuçları olan bir silahı yapmayı düşünür müydüler?
Serdar Demirel: Müslümanların kimya biliminde inanılmaz atılımlar yapması, sonra birden bire bu alanı terk etmeleri çok manidardır. Çünkü bir anlamda kimyadaki o yıkıcılığı keşfetmişlerdir.
Ebubekir Sifil: Burada göz ardı etmememiz gereken bir husus var. Batının bu bilimsel bilgi ve teknoloji seviyesine ulaşmasını mümkün kılan, onu intac eden nedir? Bence burada iki tane önemli olgu var. Birincisi senin de dediğin gibi Batının bilgiye bakışı/ontolojik bakış, ikincisi de bu teknolojik sıçramayı mümkün kılan maddi imkân. Belki temel soru şu: Yani hayatımızı kolaylaştırdığı için, artık vazgeçemediğimiz için bu teknolojiyi reddetmeyelim, kabul edelim ama bu hâlâ şu sorunun cevabını teşkil etmiyor. Müslümanın eğer teknoloji üretmesi mümkünse alternatif bir kalkınma modeli olabilir mi? Diyelim ki Müslüman kalkınmacıdır ve kalkınmacı sistemi/dünya görüşünü kabul etmiştir. Müslümanın alternatif bir kalkınma biçimi olabilir mi? Var mıdır? Bunu üretebilecek bilgi temellerimiz, varlık algımız konusunda neler söyleyebiliriz? Bu, çok önemli bir husus ve fikir yürütmediğimiz, kafa yormadığımız bir mesele. Batılı insanın geldiği bu noktaya yeni bir hayat, yeni bir varlık telakkisi oluşturarak geldiğini gözden uzak tutmamak lazım bir; ikincisi de o dediğimiz ucuz iş gücü, ucuz hammadde, sıfır maliyet… Yani insanıyla hammaddesiyle yeraltı yerüstü kaynaklarıyla sömürdüğü bir dünya var. Bir Müslüman "ben kalkınacağım" dese ve bu iki unsuru göz ardı etse, bu iki unsuru baştan reddetse kalkınabilir mi? Yani sömürmeden kalkınabilir mi? Seküler bir dünya tasavvuru geliştirmeden, öyle bir kalkınmayı İslâmî anlayışın neresine koyarız? Bu önemli bir husus ve bugün bu husus bir soru olarak bile gündeme gelmemiş ki cevabı olsun.
Hayati niçin kolaylaştıracağız? Bu sorunun cevabını Müslüman kendi kendine soracak ve ciddi biçimde cevabını verecek. Niye hayatı kolaylaştırmalıyız? Çünkü hayatı kolaylaştırdığımız zaman, hayatı artık eşya üzerinden, nesneler üzerinden anlamlandırmaya başlıyoruz. Biri süre sonra nesnelerle aramızda bir "bağımlılık" ilişkisi oluşuyor. Bizim hayatla ilişkimizi tesis eden şeyler, teşkil eden şeyler nesneler değil aslında. Bu bir nesneler dünyası ve biz nesneleri önceleyerek, önplana alarak, belki kutsayarak, böyle bir hayatı yaşıyoruz. Bunun başka türlüsü mümkün değil. Ama insanı götürdüğü nihai nokta da "sekülerleşme"den başkası değil. Şimdi belki vurucu bulduğum için çok sık tekrar ettiğim bir rivayet var. Efendimiz (s.a.v), Hz. Sevban'a hitaben buyuruyor ki: "Yiyicilerin, bir yemek çanağının başına birbirlerini çağırdıkları gibi, milletler de sizin üstünüze birbirini çağırdığı zaman haliniz nice olur?" "Niye Yâ Rasûlallah? Bizim o zaman sayımız az mı olacak?" diye soruluyor. Efendimiz: "Yok ama kalbinizde vehen olacak" buyuruyor. O nedir? "Ölümü sevmemeniz, ölümden ikrah etmeniz ve dünyayı sevmeniz; dünyaya bağlanmanız."
Bu İslâm'ın dünyaya bakışının ayrılmaz bir parçasıdır. Bizim dünyayla ilişkimiz ahirete yatırım yapmamızı mümkün kılacak ölçüyle sınırlı olmuş. Yani İslâm âlimi geçmişte bilimsel bilgi diyebileceğimiz alanla uğraşmamış mı? Uğraşmış. Hastalığı tedavi etmiş, dokunmuş, akupunktur yapmış, teşhis-tedavi yöntemleri geliştirmiş; ama hayatı asla böylesine mutlaklaştıracak şeyler yapmamış.
Mesela ben hep şunu düşünüyorum. Biz geçmişte matbaanın – ki matbaa önemli bir göstergedir— İslam dünyasına üçyüz sene dörtyüz sene geç girmesini hep belli bir ideolojik okumayla izah ettik. Yani Müslümanlar uyudu, bunun önemini fark edemedi yahut tutucu ulema vardı, buna "gâvur icadıdır" dediler… İyi de burada bir dünya tasavvuru yok mu? İnsan-eşya ilişkisi konusunda önemli ipuçları elde edeceğimiz bir duruş yok mu? Hangi dönemden bahsediyoruz? Osmanlının en muhteşem dönemlerini yaşadığı bir zaman diliminden. Yani hiç mi bu matbaanın hayatiyetini fark eden biri çıkmadı? Niye bunu bu şekilde kategorize ettiler, lanetlediler, reddettiler ve bünyeye bunu dâhil etmediler? Bunun önemli bir ontolojik sebebi olmalı. Neden direnmişler? Nihayetinde bir matbaadır; alırsın kullanırsın, sen de bundan istifade edersin. Yani bugün bize öyle izah edilemeyecek bir şey gibi, primitif bir bakış gibi geliyor bize. Yahu ne varmış bunda; alsalarmış üçyüz sene önce bizim de kitaplarımız basılırmış. Anlayamıyoruz. Niye reddetmişler? Niye direnmişler?
Çünkü burada bizim varlık anlayışımızı, dünya tasavvurumuzu ve eşya ile ilişki biçimimizi yansıtan bir tavır var. Bunun bir yansıması olarak "sahafın, kitapçının gayr-i müslime, kâfire, müşrike Kur’ân vermesi/satması haramdır. Hatta fıkıh kitabı satması haramdır" Bu nasıl bir şey? Bu nasıl bir bakış?! Hakikaten ben bunu bugün şu bulunduğum noktada izah edemiyorum. Bir Müslümanı böyle bir bilinç durumuna, şuur durumuna ulaştıran /götüren algı durumu nasıl bir şeydir?! Buradan bakınca şöyle demek çok mümkünmüş gibi görünüyor: "Mesela bir gayr-i müslime tebliğ yapacaksın. Al ver ona okusun… Hayır, müşrike Kur’ân veremezsiniz, haramdır!... Enteresan bir şey bu… Üzerinde ne kadar durulsa sezadır…
İsmet Özel'in bir tespitini sık sık zikrediyorum: "Bir sistemi değiştirmek için o sistemi tanımak lazım, tanımak için içinde yaşamak lazım… İçinde yaşadığınız bir sistemin de parçası olmak durumundasınız. Ama bu noktadan itibaren artık onu değiştirmeniz söz konusu olmaz. Çünkü artık siz de onun bir parçasısınız. Böyle bir dilemma yaşıyoruz. Böyle bir ikilem, böyle bir çıkmaz yaşıyoruz. Bu verili hayat bize öyle bir dayatmış ki kendini, hayatımızın her alanında, her hücresinde, her safhasında işgal ettiği bir yer var. Ve biz şu anda bundan kendimizi soyutlamanın gene soyut fikir jimnastiğini yapıyoruz; Bu mümkün müdür?
Ama bunu bizim tartışarak kabul etmediğimiz de bir gerçek. Biz hakikaten, tartışarak, düşünerek, sorgulayarak, muhakeme ederek mi kabul ettik bu hayatı? Buna razı olarak mı kabul ettik, yoksa bu bize dayatıldı ve çaresizlikten kabul etmek zorunda mı kaldık. Bir de kolaylaştırıcı ve insanı cezbeden bir tarafı da var. Ona kapılarak "Tamam" dedik… "Bunun neresi gayr-i İslamî?"
Şimdi siz bana uzayı kirletmeyen ve ekolojik dengeyi bozmayan bir teknoloji modelinin imkânını gösterin, ben bütün bu söylediklerimi geri alacağım.
Şundan bahsediyorum… İbn Hacer "Humma hastalığından ölen şehittir" hadis-i şerifinin tariklerini toplamış ve "bu hadis mütevâtirdir" diyor. Şimdi biz bunun üzerine şöyle diyebilir miyiz? "O dönemde humma hastalığının çaresi yoktu. Tedavi edilemiyordu. Efendimiz de bunu insanların bilincine, şuuruna kabul ettirmek için, "Direnmeyin. Bundan ölürseniz şehit olursunuz" demek istemiştir. Biz Müslümanlar olarak humma hastalığına bir kutsiyet atfettik. "Bundan ölen şehittir" dedik…
Böyle bir şey söyleyebilir miyiz?
Peki siz tedavi yöntemlerini ne kadar geliştirirseniz geliştirin bir adam hummadan öldüğü zaman o hâlâ şehit midir? Şehittir diyorsanız modernite açısından sizin hastalık tanımınızda bir sakatlık var. Bir hastalıktan ölen bir adam şehit oluyorsa o hastalıkta bir fazilet var demektir. Bir tarafta hastalığa bir tür fazilet atfeden bir anlayış var, öbür tarafta hastalığın kökünü kazımaya azmetmiş bir tıp anlayışı var.
Temel sıkıntımız şu… Bu meseleleri bu seviyede, bu ciddiyette konuşmaya çok ihtiyacımız var. Ama sıkıntımız, farklı bir dünya tasavvuru ve ifadesi konusundaki sınırlanmışlığımız, çerçevelenmişliğimiz… Yani bizim önümüze neyi ne kadar algılayacağımız konusunda da birileri bir şey koyuyor; Bize diyor ki: Şunu şu kadar düşünün, bunu bu kadar düşünmeyin... Ben şu konuştuğumuz çerçevede zihnimizin tamamen olması gereken evsafta olduğunu da düşünmüyorum.
Efendimiz Aleyhi's-Salâtü ve's-Selâm, kral peygamber mi kul peygamber mi olma konusunda muhayyer bırakıldığını ve kendisinin kul peygamber olmayı seçtiğini söylüyor. Genel olarak İslâm nasslarında, Kur’ân'da, Sünnet'te dünya hayatına biçilen değer ile âhirete yapılan vurgu karşılaştırıldığında biz hâl-i hazır durumun dünyaya fazlasıyla vurgu yapmanın, fazlasıyla ehemmiyet atfetmenin, fazlasıyla dünyasallaşmanın sonucu olduğunu söylemek zorundayız. Yani bu dünya hayatına hak ettiğinden fazla önem verirseniz bunlar mümkündür. Bunlara İslami bir kılıf da geçirebilirsiniz. Bu da mümkündür.
Şu toplumda, "Şu anda, şu saatte, şu saniyede şehid olmaya hazır kaç kişi var?" diye bir referandum yapsanız çok sukut-i hayale uğratan sonuçlar alırsınız. Çünkü biz dünyaya öyle bir bağlanmışız ki şehid olmak bizim için çok uzak. Hatta şehid olmayı bırakın normal ölümü bile çoğu zaman kendimize yaklaştırmıyoruz. Ölümle bizim aramızda hiçbir irtibat yok. Hemen şu anda ölebiliriz… Bir saniye sonra ölebiliriz, ama buna hazırlıklı bir şuur yapımız yok..
Ama şunu da gözden uzak tutmayalım. Eğer sahâbenin, sonraki nesillerin cihada verilmesi gereken ehemmiyeti vermeleri olmasaydı biz bugün hayatta olmayacaktık. Yani hayatla ve ölümle ilişkimiz sağlıklı, olması gereken İslâmî zeminde midir ben dundan hâlâ kuşkuluyum. Bunu söylerken bütünüyle bizi kuşatan, bize değer yargıları ve hayat tarzı telkin eden, dayatan bir "matrix sistemi"nden bahsediyoruz.
Serdar Demirel: Bu diğer dinlerle de alakalı bir problem. Yani modernitenin diğer din müntesiplerini de karşı karşıya bıraktığı bir sorun. Geçenlerde Birleşmiş Milletler ekolojik dengenin altüst oluşunu konu edinen bir rapor yayınladıktan sonra – sizin de demin ifade ettiğiniz üzere— eğer süreç böyle devam ederse, küresel ısınma bu şekilde sürerse altmış sene sonra büyük felaketlerin yaşanacağını belirtiyor. Ben de buradan yola çıkarak, gazetedeki köşemde bu felaketleri gündeme alan bir yazı yazmıştım. Modernitenin bu problemi çözemeyeceği kanaatinde olduğumu belirtmiştim. Çünkü modernitenin bu problemi çözebilmesi için paradigmasını değiştirmesi şarttır.
Ebubekir Sifil: Bu da kendi kendisini inkâr etmesi ya da imha etmesi demektir.
Serdar Demirel: Evet… Yani modernitenin doğaya bakış açısı nedir? Bu paradigma değişmeden küresel ısınmanın önüne geçmek mümkün müdür? Mesele sadece bir
teknolojik aracı kullanıp kullanmamaktan öte, topyekûn insanlığı uzun vadede ciddi felaketlere sürükleyen, geri dönülmesi mümkün olmayan sorunlarla karşı karşıyayız. Bu raporda deniliyor ki: "Isınma bu şekilde devam ederse otuz sene sonra yeryüzünde Bangladeş diye bir ülke kalmayacak." Burası bu felaketlerden etkilenen ülkelerden sadece birisidir ve yüz elli milyon nüfusu olan bir ülkedir. Amerika'nın kullandığı sera gazlarından vazgeçmesinin ekonomik bedeli nedir? Çin'in veya Rusya'nın bu gazları kullanmaktan vazgeçmesinin ekonomik bedeli nedir? Çok büyük rakamlar değil ve bundan vazgeçebilecekken bu gazları kullanmaya ısrarla devam ediyorlar. Bunun karşısına alternatif bir bilim anlayışı getirmeye çalışılıyor. Deniliyor ki "burada önyargılı bir bilimsel çalışma vardır. Aslında bizim bilim adamlarımıza göre dünya kesinlikle böyle bir doğal felaketle karşı karşıya kalmayacaktır… şöyle olacaktır, böyle olacaktır"…. Yani aslında burada bildiği ve putlaştırdığı bilime, onun verilerine aykırı hareket ediyor. Onu aykırı hareket etmeye sevkeden nedir?
Ebubekir Sifil: Bu teknolojik medeniyete hayat veren şey neyse o.
Serdar Demirel: Evet… Yani bu paradigma değişmeden sorun çözülemiyorsa ve bu sorun – ben onbir bin km. ötede yaşıyorum— Malezya'da ilk kez şehirler su altında kaldı… Büyük kentler… İnsanlar şaşırıp kalıyorlar. "Bu, Malezya tarihinde görülmemiş bir şey" diyorlar. Sadece bir bölgeyi etkilemiyor; dünyanın her tarafı etkileniyor… Etkilenmeyen bir bölge yok. Bu denli gözle görülür bir felaket var, sebep biliniyor, çözüm biliniyor ama önlem alınamıyor.
Ebubekir Sifil: Mesela aslında şu… Batıda az önce değindiğimiz sebepten kaynaklanan teknoloji tabanlı, teknoloji kaynaklı üretim-tüketim ilişkileri ve hayat tarzı, Batı toplumlarını doyurdu; başkalarını aç bırakma pahasına doyurdu. Fakat bu üretim-tüketim ilişkisini ve hayat tarzını bir kere benimsediğiniz zaman bunu bir yerde durdurmanız mümkün değil. Şu andaki küresel hegemonya kavgası da bunun bir sonucu… Bunu bir yerde durduramıyorsunuz; devamlı büyümek zorundasınız… Devamlı ilerlemek, devamlı daha fazla mesafe katetmek zorundasınız; Batı toplumunu doyurduysan doğu toplumuna satacaksın… Satacaksın bir sene sonra yeni model üretip onu satacaksın. Beş sene sonra eskidi, getir onu yeni modelini satalım…
Serdar Demirel: Dünyayı fethettin şimdi uzaya sahip olacaksın.
Ebubekir Sifil: Bir Müslümanın hayatı bu şekilde algılaması, insanları bu şekilde bir tüketim cenderesine sokması, buradan bir kâr devşirmesi, hayatını, refahını, konforunu bunun üstüne bina etmesi… Doğrusu ben böyle bir şey tasavvur edemiyorum. Yani sömürmeye, daha çok kazanmaya kilitlenmiş bir medeniyet bu; daha çok sömürecek, daha çok kazanacak, daha çok üretecek… Bu çark hep böyle biteviye devam edecek.
Serdar Demirel: İlginçtir… yeni Papa aynı argümanlarla moderniteye karşı çıkıyor. "Bu, insanlığın sonunu getirir" diyor. Fransa'ya gidiyor ve Fransızlara, "siz aşırı sekülersiniz. Bir an önce bu seküler durumunuzu gözden geçirmelisiniz. Bu bütün insanlık için bir felakettir" diyor… Üst perdeden bu itirazını gündeme getiriyor. Yani bu, sadece Müslümanların problemi olmaktan çıkmış bir mesele.
Ebubekir Sifil: Tabii ki… Yani Müslümanlar olarak bizim – madem insanlığın tek alternatifi olduğumuzu söylüyoruz— bu meseleyi ciddi bir seviyede ele almamız, teorik altyapısını oluşturmamız ve dünyaya anlatmamız lazım; İslam'ın tesbit ve teşhisleri olarak ve tabii çözüm yollarını da göstererek…
Ömer Faruk Tokat: Oysa bu gün tam tersi oluyor; "dünyaya entegre olalım, bu değerler sistemi içinde kendimize bir meşruiyet zemini bulalım" diyoruz. Alternatif bir yol üzerine kafa yormuyoruz. Yani özellikle insanın dünyayla ilişkisini, ağaç gölgesinde gölgelenen yolcuya benzeten o nebevî ifadeyi göz önüne aldığımızda insan bu yaklaşımları bir yere oturtmakta daha da zorlanıyor.
Ebubekir Sifil: Evet kesinlikle öyle. Bilginin İslâmîleştirilmesi
Ömer Faruk Tokat: Sosyal bilimlerin İslamîleştirilmesi meselesine bir geçiş yapabiliriz buradan.Yani adamlar zemini oluşturmuşlar. Bilgiye ulaşma yöntemini belirlemişler. Ve bu yöntemin içinde göklerle temas yok… vahye yer yok… metafizik yok..."öte" diye bir şey yok… Yani "bu bilginin kaynakları şudur" diye doğrular dayatıyorlar.
Ebubekir Sifil: Pozitif bilimlerde bir devamlılık, bir öncekinin bıraktığı yerden alıp biraz daha ileriye götürme söz konusudur. Ama aynı şeyi Sosyal bilimler için bu kadar net söyleyemeyeceğimizi düşünüyorum. Zira teorisiyle, kuramlarıyla ve pratiğiyle Sosyal bilimlerin anavatanı Batı'dır. Hatta Modern Batı'dır. Sosyal bilimlerin İslamîleştirilmesi bahsine teorik bir zemin ittihazı amacıyla İslam âlimlerinin geçmişte ortaya koyduğu birtakım ürünlerin, yaklaşımların gündeme getirilmesinin tartışılması gerektiği kanaatindeyim. Söz gelimi İbn Haldun'un Sosyoloji'nin kurucusu olduğu söylenir sıklıkla. Mukaddime'yi okuduğunuzda bugün Sosyoloji dediğimiz disiplinin ilgi sahasına giren şeyler söylediğini görüyorsunuz. Bu doğru. Ama İbn Haldun'un ortaya koyduğu Beşerî Umran İlmi'ni, İlm-i Umran'ı "Sosyoloji"ye indirgemenin haksızlık olduğunu söylemek zorundayız. Umran'ın sosyoloji olduğu nerden belli… Kim demiş bunun Sosyoloji olduğunu?… Sosyoloji ile İlm-i Umran'ın yolu, her ikisinin de toplumu konu edinmesi noktasında kesişiyor. Bu doğru. Ama İbn Haldun orada farklı şeyler de söylüyor ki bunların bir "toplum metafiziği" olarak değerlendirilmesi yanlış olmasa gerektir. Din'i kategorize ederek toplumsal hayatın bir kesitine sıkıştırıveren Sosyoloji ile toplumsal hayatı metafizik bir zeminde okuma üzerine kurulmuş olan İlm-i Umran'ı eşitlemek öncelikle İbn Haldun'a haksızlık olur.
Belki buradan başlamak gerekir. Bilginin İslamîleştirilmesi meselesindeki en temel açmazlardan biri, her şeyiyle farklı bir dünyada, her şeyiyle farklı kabuller, teoriler, izah tarzları üzerine kurulmuş bulunan ilmî disiplinleri İslam dünyasına nasıl taşıyabilirsiniz?
Serdar Demirel: Bilginin, daha doğrusu, sosyolojinin islâmîleşmesi…
Ebubekir Sifil: Zaten bilgi derken sosyal bilimlerin İslâmîleştirilmesinden bahsediyorlar; pozitif bilimlerin değil.
Serdar Demirel: Ancak belirli ölçülerde matematik vd. bilimlerin kullanım alanlarıyla ilgili bir İslamîleştirmeden de söz ediliyor. Bilginin üretilirken de bir takım ahlâkî prensipler çerçevesinde üretilmesi gerektiğini söyleyenler var.
Kur’ân-ı Kerim'e baktığımızda Allah Azze ve Celle'nin insanoğlunun ve toplumların hayatındaki bir takım kurallara değindiğini görüyoruz. "Şöyle yaptıkları için böyle oldu" vb. ifadeler var. Yani insanların toplumsal hayatında bir takım kurallar var. Birtakım olaylar, o kurallar çerçevesinde gerçekleşiyor. Tarih felsefesi dediğimiz şey de biraz buna ağırlık veriyor. Yani Kur’ân ve hadis perspektifinden bakarak bu kuralları keşfetmek… Bir de batılıların deney ve gözlemlerle tesbit ettiklerinden yararlanarak belki batılıların vardığı sonuçlardan farklı olabilir ama bunu da biz kendi içerisinde başlı başına bir disiplin olarak ortaya koyalım. Amaç bu zaten… Böyle bir savdan hareketle sosyolojinin islâmîleştirilmesinden sözediliyor.
Mazharuddin Sıddîkî'nin yazdığı bir kitap var: "Quranic Concept of History". Sıddîkî'nin temel dayanağı İmâm er-Râzî'nin tefsiridir. Orada insanların ve toplumların hayatındaki sünnetullâhı keşfe koyuluyor. Yani sosyolojik anlamda sünnetullahın keşfi… Şimdi bizim buna sosyoloji ilmi dememiz çok bir şeyi değiştirmeyebilir.
Ebubekir Sifil: Ama sosyoloji deyince yöntemiyle kuramıyla bir ilim dalını, onun ilgi sahasını ve iddialarını kastediyorsunuz.
Serdar Demirel: Zaten o kurama itiraz olduğu için islâmîleştirilmesinden sözediliyor.
Ebubekir Sifil: Bunun adına mesela "Sünnetullah ilmi" diyebilirsin… Sosyolojiyle kesiştiği alanlar olabilir buna bir şey demiyorum. İtirazım buraya değil. İbn Haldun da bunu yapmış zaten.
Serdar Demirel: Zaten bu kuram problemi yaşanmasaydı biz bugün bilginin İslâmîleştirilmesini tartışmayacaktık.
Ebubekir Sifil: Ona bir itirazım yok; Sünnetullah diye bir ilim dalı ihdas edersin mesela… Âlemde Sünnetullahın işleyişi, insanlık âleminde, hayvanlar âleminde, cinler âleminde, kozmik evrende… Sünnetullahın bunların her birinde bir işleyiş biçimi vardır… Bunları tesbit edersin.
Serdar Demirel: İşte İbn Haldun buna "ilmu'l-umrân" demiş yani ona bir tesmiyede bulunmuş.
Ebubekir Sifil: O tam aynı şey değil; o umranın içerisinde biraz medeniyet var, biraz kültür var…
Serdar Demirel: Ama buna bir kavram getirmiş…
Ömer Faruk Tokat: Yani bir tür inşa hareketi İbn Haldun'un yaptığı…
Ebubekir Sifil : Evet inşa yapmış. Bunu daha önce konuşmuştuk. Umrân, imar etmekten geliyor.
Muhammed Aydemir: Cemil Meriç Ümrandan Uygarlığa'da bunu çok detaylı tahlil etmiş.
Serdar Demirel: Son günlerde Mustafa Özel'in bu noktada ilginç çıkışları var. Medeniyet kavramı kim tarafından ihdas edildi? Niye ihdas edildi? Hedef neydi? Neden İslâm'da böyle bir kavram yok? Bu gün Arapçada medeniyete hadâra deniliyor. Hakikaten bu hadâra medeniyet demek midir? İbn Haldun hadârayı kullanmış. Hangi ihtiyaca binaen bu kavram üretilmiştir?
Ebubekir Sifil: İsmet Özel zamanında söylemiş… medeniyet dediğiniz şey ne kadar sahici bir şeydir? Neden bahsediyoruz? Medeniyet dediğimizde kastettiğimiz şey nedir? Sahâbe medenî bir topluluk muydu? Sahâbenin medeniyet adına ortaya koyduğu ne var? Tamam, biz adına İslâm medeniyeti diyoruz ama bu tam olarak neye tekabül ediyor? Biraz kolaycı bir tutum içindeyiz gibi geliyor. Bunlar düşünce kodları… Bazı şeyler söylendiğinde hemen karşılığını bulan kodlar bunlar.
İbn Haldun'a bakarsanız, aslolan toplumun bedavetidir. Birtakım erdemlerin bedevî insan topluluklarında bulunduğunu, toplum medenileştikçe bunları kaybettiğini söylüyor. Bu bağlamda bedevîlerin "hayr"a hadarîlerden, yani medenilerden daha yakın olduğunu söylüyor. Birtakım hastalıkların bedevi toplumlarda değil, hadari toplumlarda ortaya çıktığını, bunun da rahatlıktan, hareketsizlikten, refahtan, çok ve çeşitli yemek yemekten kaynaklandığını söylüyor. Medenileşme sebebiyle toplumların zaafa uğradığını, devletlerin yıkıldığını temel bir tesbit olarak ileri sürüyor. Çünkü diyor hadariliği oluşturan unsurlar, konfordan kaynaklanır. Konfor, servet ve nimetin uzantısı, servet ve nimet de mülkün (hakimiyetin, yönetimin, devletin) sonucudur…
Bütün bunlar modern insanın kafa konforunu rahatsız eden, ezber bozan tesbitler… Ciddi bir İbn Haldun okumasından, ciddi bir "modern medeniyet eleştirisi" çıkmalıydı diye düşünmeden edemiyorsunuz. Ne çare ki, bugüne kadar –en azından benim bildiğim kadarıyla– bu meyanda bir İbn Haldun okuması/incelemesi yapılmış değil.
Ömer Faruk Tokat: "Bilginin İslâmîleştirilmesi" konusu, malum uzun bir konu. Bu sohbetimizde söylenenler, konuya bir giriş olsun. Kaldığımız yerden devam etmek üzere bir başka sohbet oturumunda bu konuyu konuşalım isterseniz. Katıldığınız için teşekkür ederiz.

Kaynak:Bilgi ve Hikmet Evi

Hiç yorum yok: