17 Ekim 2007 Çarşamba

AVRUPAÎ VAHŞETİN ADI: SÖMÜRGECİLİK

Dr. Taner Tatar
KENDİNİ YİYEN BATILI YA DA “HOMO HOMİNU LİPUS” ÇAĞI
Batı tarihinde iç sömürünün yaygın olarak gözlendiği ve daha çok ön plâna çıkan dönem kölelik çağı olarak adlandırılmaktadır. Söz konusu çağda dünyanın bir çok bölgesinde köleliğin görülmesine rağmen, batılı kendi tarihini aklaştırma ve şirin gösterme çabası içerisinde, köleliğin en yoğun olarak yaşandığı, birer şehir devletleri olan “Polis”leri demokrasinin beşiği olarak göstermiştir. Antik Yunan demokrasisi olarak ifade edilen bu dönem öylesine idealize edilmiş ve anlatılmıştır ki, ütopik devletlerdeki ilişkiler sistemini bile geride bırakmıştır. Halbuki söz konusu dönemde tam bir kölecilik uygulama ve zihniyeti hâkimdir. Dönemin filozofları da böyle bir ilişkiler sisteminin çerçevesini sunmakta ve fikrî temellerini ortaya koymaktadırlar. Nitekim efsaneleştirilmiş olanı bir tarafa bırakıp Antik Yunan demokrasisine baktığımızda, demokrasinin yaşandığı yer olarak kabul edilen Atina sitesinde, Platon ve Aristo gibi düşünürler, her insanı “insan” olarak kabul etmeyen kölelik rejimini korumakta, aristokrasiye doğru yönelmektedirler. Karl Popper’ın deyimiyle Platon “açık toplumun düşmanı”1 olarak ortaya çıkmaktadır. Düşüncede karşı olunan demokrasi uygulamada da kelime mânâsına dahi ters düşen bir biçimde azınlığın çoğunluk üzerindeki tahakkümü şeklindedir. Azınlık ki bunların dışında kalanların bir çoğu (köleler) insandan dahi sayılmamaktadır.
Avrupa’da insana bağlı köleliğin sona ermesiyle birlikte bunun yerini toprağa bağlı kölelik (serflik) almıştır. Artık köle ancak toprakla birlikte alınıp satılabilen bir varlıktır ve her şeyiyle birlikte toprak sahibine bağlıdır. Feodal dönem olarak adlandırılan bu çağda, Avrupa defalarca kitleler halinde ölümlere sahne olmuştur. Böyle bir sömürü sisteminde artan nüfusu besleyemeyen sistem, nüfusun önemli bir kısmını ölüme terk etmek suretiyle üzerindeki ağırlığı atmıştır.
Nitekim nüfus artarsa veya azalırsa, her şey değişmektedir. Eğer insanlar daha kalabalık hale gelirlerse, üretim ve mübadelede artış meydana gelmekte; işlenmeden duran ormanlık, bataklık veya tepelik toprakların sınırında ekim alanlarının ilerlemesi; imalâtın ilerlemesi, köylerin ve bundan da sık olarak şehirlerin büyümesi gerçekleşmektedir. Ancak bunun yanında olumsuz etkileri de olmaktadır ki en önemlisi, artan miktarda bir aşırı insan yükü, toplumların beslenme imkânlarını aşmaktadır. Dolayısıyla salgınlar ve kıtlıklar (önce birincisi belirmekte, sonra da ikincisine refakat etmektedir), beslenecek boğazlarla, zor sağlanan iaşeler arasındaki iş gücü ile istihdam imkânları arasındaki dengeyi yeniden kurmaktadırlar. Çok büyük kalabalıktaki bu ayarlamalar, eski rejim yüzyıllarının güçlü hattını meydana getirmektedirler. Bu dalgalanmalar, Batıda; 1100-1350 arasında uzun bir nüfus artışı, 1450-1650 arasında bir başkası ve 1750’den itibaren artık gerileme içermeyen bir diğer yenisi olarak görülmektedir.2
Her nüfus gerilemesi belli sayıda meseleleri çözmekte, basınçları yok etmekte, hayatta kalanları ayrıcalıklı hale getirmektedir. Bu, ayağı kırılan atın öldürülmesi gibi bir ilâçtır, ama gene de bir ilâçtır. XIV. yüzyılın ortasındaki Kara Veba’dan ve onu izleyen ve onun darbelerini daha da ağırlaştıran salgınlardan sonra, miraslar birkaç kişinin ellerinde yoğunlaşmıştır. Yalnızca iyi topraklar işlenmiş (daha az zahmetle, daha çok verim), hayatta kalanların, hayat standardı ve gerçek ücretleri yükselmiştir. Böylece Batıda 1350-1450 arasında, köylünün ataerkil ailesiyle birlikte, boş bir ülkenin efendisi olacağı bir yüzyıl başlamıştır; vahşi ağaç ve hayvanlar, eskinin müreffeh kırlarını işgal etmiş durumdadırlar. Fakat insanlar kısa bir süre sonra yeniden çoğalacak, vahşi hayvan ve bitkilerin ondan aldıklarını yeniden fethedecek, tarlaları taşlardan temizleyecek, ağaç ve makilerin köklerini sökeceklerdir ve bizzat bu ilerleme onların omuzlarına çökecek, sefaletini yeniden yaratacaktır. 1560 veya 1580’den itibaren İspanya, İtalya ve muhtemelen tüm Batı’da olduğu gibi, Fransa’da da nüfus yeniden çok fazla hale gelmiştir. Monoton tarih yeniden başlamış ve kum saati tersine dönmüştür.3
Ancak ayağı kırılan atın öldürülmesi gibi bir çare olarak ifade edilen, insanların ölüme terk edilmeleri son derece acı ve vahşet dolu sahnelerle gerçekleştiği gibi ayak kendiliğinden kırılmamış, sömürenler tarafından bu insanlar böyle bir akıbete sürüklenmişlerdir. Nitekim bu sahnelerden biri, bu hususta bize vahşetin boyutlarını yeterince göstermektedir:
“Şiddetli yağışlardan ötürü ve tarlalardaki ürünlerin güçlükle kaldırılabilmesi, çoğu yerde de yok olup gitmesi yüzünden, buğday ve tuz kıtlığı yaşandı. İnsanların sağlığı bozulmaya başladı ve sakatlıklar oluştu. Her gün o kadar çok insan ölüyordu ki, ortalık kokudan geçilmez oldu...
İrlanda’da acı günler 1318’e değin sürdü ve alabildiğine şiddetlendi, çünkü halk kilise avlularındaki mezarlardan ölüleri çıkarıp yediler... Polonya ve Sibirya gibi Slav ülkelerinde kıtlık ve ölümler 1319 yılında bile kol geziyor ve yamyamlığın hâlâ gündemde olduğu söyleniyor. Anne-babalar çocuklarını, çocuklar anne-babalarını öldürdüler ve idam edilmiş suçluların cesetleri sehpalardan kapışıldı”4 Bu sahneleri göz önünde bulundurduğumuzda Thomas Hobbes’un “homa hominu lipus” yani “insan insanın kurdudur” sözünün niçin söylendiği anlaşılmakta -her ne kadar kurt leş yemese de- bu ifadenin Avrupalı için ne kadar doğru olduğu görülmektedir.
Yine bu dönemde kıtlığın boyutlarını ve aç kalanların nasıl ölüme terk edildiklerini göstermesi bakımından şu hadise zikredilmeye değerdir.
“..... Kıtlık durumunda, onun için kente göç etmekten, orada olabildiğince yığılmaktan, sokaklarda dilenmekten, tıpkı Venedik veya Amiens’de XVI. yüzyılda bile olduğu gibi orada ölmekten başka bir çözüm yoktur. Kentler bir süre sonra, yalnızca yakın çevrelerinin ihtiyaç içindeki insanlarının olayı olmayıp, aynı zamanda da bazen çok uzaklardan gelen gerçek fakir ordularını harekete geçiren bu istilâlara karşı kendilerini korumak zorunda kalmışlardır. Troyes kenti 1573’te, kırsal alanında ve kendi sokaklarında, paçavralar içinde, bit ve pireyle kaplı, aç “estrangers”, yabancıların zuhur ettiğini görmüştür. Bunlara buralarda ancak 24 saat ikamet izni verilmiştir. Fakat burjuvalar kısa bir süre sonra, bizzat kentteki ve yakınlardaki kırsal alanlardaki sefiller arasında bir halk ayaklanması tehlikesinden kaygılanmışlar, adı geçen Troyes kentinin zenginleri ve yöneticileri bu durumdan kurtulmak için toplantı yapmışlardır. Bu toplantının kararı, bunları kent dışına atmak yönünde olmuştur. Bunu yapabilmek için, oldukça bol miktarda ekmek pişirtmek, bunları dağıtmak üzere fakirleri kapılardan birinin önüne toplamak gerekecektir. Onlara sır vermeden, herbirine ekmeğini ve bir miktar parayı dağıtırken, bunlar bu kapıdan dışarı çıkarılacaklardır, sonra en sonuncusu da çıkınca, kapı kapatılacak ve surların üstünden onlara hayatlarını kazanmak üzere Allah’a başka bir yerde gitmeleri ve Troyes’a gelecek hasattan önce dönmemeleri söylenecektir. Yapılan iş de bu olmuştur. Dağıtımdan sonra Troyes kentinden kovulan fakirler iyice korkuya kapılmışlardır...
Burjuva vahşeti XVI. yüzyılın sonuyla birlikte, ondan da fazlası XVII. yüzyılda ölçüsüz bir şekilde ağırlaşacaktır. Sorun: fakirleri zarar veremez duruma getirmek. Paris’te ezelden beri hasta ve sakatlar hastanelere sevkedilmekte, sağlamlar ise, ikişer ikişer zincire vurulmuş olarak ağır ve iğrenç bir iş olan, kentin çukurlarının temizlenmesine yollanmaktadırlar. İngiltere’de kraliçe Elizabeth’in saltanatının sonundan itibaren poor laws ortaya çıkmaktadır, bunlar fiilî olarak fakirlere karşı yasalardır....”5
Bütün bu süreç içerisinde Hıristiyan Avrupa önce kendi kendini sömürgeleştirme işini tamamlamıştır. Dinî sınırlarını gelecek beş yüzyıl için saptamıştır. Yakalamış olduğu ilk fırsatta kendi içindeki “öteki”lere kefen giydirmeyi seçmiştir. Nitekim Müslümanların durumu 1494’ten itibaren bozulmaya başlamıştır. 1499 yazında Granada nüfusunun ezici çoğunluğunun hâlâ Müslüman olduğunu ve “elches”in -1491 anlaşmalarının güvenceler verdiği, Müslüman olmuş Hıristiyanlar- burada hâlâ serbestçe yaşadıklarını fark eden katolik krallar, sadık dostları Talevera’yı görevden almışlar ve yerine Cisneros’u geçirmişlerdir, o da Müslüman çocukları vaftiz ettirmiştir.6 Bununla da kalınmamış büyük bir çoğunluğu katledilmiştir. Nitekim, X. yüzyılda İspanyolların büyük bir çoğunluğu Müslümanken, 1600’de, İspanya nüfusunun sekiz milyon olduğu tarihte, Hıristiyanlaştırmaya karşı direnişi sürdüren Müslümanların yalnızca sekiz yüz bin dolayında olduğu sanılmaktadır. Bunlardan yaklaşık altı yüz bini Kuzey Afrika’ya gönderilmek üzere yurtlarından kovulmuş, dört yüz elli bin kadarı kötü yolculuk şartlarında hayatını kaybetmiş ve bunların servetlerine el konulmuştur.7 Bu süreç içerisinde yapılan katliamlar sadece Müslümanlar üzerine olmamıştır. Benzeri vahşete Yahudiler de maruz kalmıştır. Şu satırlar mevcut durumu çarpıcı bir şekilde dile getirmektedir:
“İsrail oğullarının İspanya’daki sayıları, ihtişamlarının yağmalandığı yılda üç yüz bindi; ve malları ile gayrimenkul ve menkul servetlerinin ve yaptıkları bol miktardaki hayrın değeri binlerce kere bin saf altından daha fazlaydı, bu zenginlikleri felâket günleri için saklıyorlardı ve bugün, sürgüne gönderilmemizden ve harap edilmemizden dört yıl sonra her şey acı bir şekilde sona erdi, çünkü onlardan yaklaşık on bin erkek, kadın ve çocuk kaldı; ve zenginliklerini ve doğdukları ülkeden kendi elleriyle getirdikleri her şeyi sürgün yerlerinde bitirdiler.”8
Bu dönemde Yahudilere dünyanın hiçbir yerinde yaşama imkânı tanınmazken, onlara sadece Türklerin kucak açmaları oldukça dikkate değerdir. Zira Osmanlı ıstırap içerisindeki bu insanlara şefkat elini bir an bile tereddüt etmeden uzatmıştır. Böyle bir yardımın önemini kavramak bakımından, bu insanların başka yerlerde nasıl bir karşılama merasimine tabi kaldıklarını bilmek gerekir. İşte bunlardan sadece birisini zikretmek, sanırız yeterli olacaktır:
Provence yakınlarında, yanında açlıktan ölen yaşlı babasının bulunduğu bir Yahudi var, bu kişi lokma ekmek dileniyor, bu yabancı toprakta kimse bunu ona vermeyi istemiyordu. Bunun üzerine bu adam yaşlıyı yeniden canlandırmak üzere en büyük oğlunu ekmek karşılığında satmaya gitti, ama babasının yanına döndüğünde onun cesedinden başkasını bulamadı. Üstünü başını parçaladı ve oğlunu geri almak için fırıncıya gitti, ama fırıncı çocuğu ona geri vermek istemedi. İç parçalayan çığlıklar attı ve acı gözyaşları döktü, yardımına kimse gelmedi”9
Yaşanan ıstırap dolu sahneler, sadece bu yüzyıllara ait değildir. Oldukça yakın sayılabilecek tarihlerde bile bu ve benzeri sahneleri görmek mümkündür. Nitekim 1780’lı yıllardaki Paris, hiç de geçmişi aratmamaktadır:
“Paris’te 1780’lı yılların ötesinde, her yıl ortalama 20.000 kişi ölmektedir. Bunların 4000’i hayatlarını hastahanede bitirmektedir; “kaba bezlerin içine dikilen” bu ölüler Clamart’ta sönmemiş kireçle sulanan ortak bir çukurun içine karmakarışık bir şekilde gömülmektedirler. Gerçekte, her gece sürüklenen ve Hotel-Diev’den ölüleri güneye doğru taşıyan el arabasından daha ürpertici ne vardır?” “Çamura bulanmış bir papaz, bir çan, bir haç”, fakirlerin gerçek konvoyu budur. Hastane “Tanrının Evi? Burada her şey sert ve kötüdür”; 5000 ve 6000 hasta için 1.200 yatak: Yeni gelen, ölen birinin veya bir cesedin yanında yanyana yatırılacaktır.
Ve hayat, henüz başlangıcında daha cömert değildir. Zira Paris 1780’e doğru 30.000 kadar doğumdan 7-8.000 kadar terkedilmiş çocuk kaydetmektedir. Bu çocukları hastaneye bırakmak bir meslekti, adam bunları sırtında “içine üç tane alabilecek örtülü bir kutuda” taşımaktadır. Çocuklar kutunun içinde kundaklanmış olarak ayaktadırlar, yukarıdan nefes almaktadırlar. Taşıyıcı kutusunu açtığında çoğunlukla bunlardan birini ölü bulmaktadır; yolculuğunu diğer ikisiyle tamamlamaktadır ve elindekilerden kurtulmak için sabırsızlanmaktadır ve hemen ekmek parası olan işine yeniden başlamak üzere geri dönmektedir.”10
Bu ve benzeri sahnelerin daha nicelerini tarihin sayfaları arasında hiç de zorluk çekmeden bulabilmek mümkündür. Ancak Avrupalı sadece kendi içerisindekileri değil, dış dünyadaki “öteki”leri de katletmekten bir lahza olsun çekinmemiştir.
DIŞARIDA ARANAN SÖMÜRGE YA DA “KATLİAM ÇAĞI”
Evvelâ, Haçlı seferleri yoluyla Doğunun gizemli hazinelerine ulaşmak isteyen Avrupalıya kapıyı Türkler kapatınca, kendilerine aksi istikamette, çok daha uzaklarda, âdeta Türklerden kaçarcasına sömürülecek yerler araştırdılar. Başka bir ifadeyle, Avrupa’nın içerisine hapsolmuş bulunan Batılı’nın yeni bir çıkış bulması gerekiyordu. Zira, Osmanlı’nın Akdeniz’e olan hâkimiyeti ve karayollarını tutmuş oması, tutulan çıkışlar dışında bir yol bulmayı gerektirmiştir ki, bu sebeple Ümit Burnu dolaşıldı ve ekmek kadar ihtiyaçları olduğu Amerika yeniden keşfedildi. İşte denizaşırı bu yerler sömürünün en dehşetli boyutu ile yaşandığı yerlerdi.
Yeni yerlerin keşfi, kapitalist gelişme doğrultusunda siyasî ortamı hazırladı. 16. yüzyıla gelindiğinde, feodalizm ve malikane sisteminin egemenliği sona ermiştir. Merkezî monarşiler yeni yeni ortaya çıkıyordu. Dahası, denizaşırı pazarlar tek bir hükümdarın denetiminde değildi ve Papalık’ın denizaşırı pazarlara el koyma çabaları Protestan Reformasyonu’nu körüklemekten başka bir işe yaramadı. Kısacası, bir yetki boşluğu vardı ve yükselen tüccar sınıfı bu boşluğu enerjik bir biçimde değerlendirerek denizaşırı pazarlarda kapitalist bir gelişim süreci başlattı. Hattâ, bu gözü açık ve para canlısı tüccar sınıfının can çekişen Avrupa Feodalizminin içine sızmasının, eski düzene vurulan son darbe olduğu da söylenebilir. Artık “burjuva”nın egemenliğini sürdüreceği devrin temelleri atılmaktaydı.11 İşte bu egemenliğin sağlanması sürecinde yaşanan vahşetler ve soykırımlar bugünkü “medeniyet!”in neler pahasına sağlandığını bize göstermektedir.
Avrupa’nın 15. yüzyılda başlayan dünyayı sömürgeleştirme süreci, Portekizli Prens Gemici Henrique ile başlar. Kısa bir askerî sefer dışında gemiye hiç ayak basmamış olan bu adam, soylu bir prens olarak otoritesi, İsa Mezhebinin Ulu Efendisi olarak da gelirini, bilinmeyen karanlık okyanusu Atlantik’i ve Afrika’nın batı kıyılarının keşfini yönetmek için kullandı. Portekiz’in güney ucundaki tek liman kenti Sapres’te bulunan karargâhından sayısız sefer başlattı. Bu seferler sırasında, geçmişte astronom Ptolemais’un yaydığı bir efsaneyi, batı yönünde çok uzaklara yelken açan gemilerin dünyanın kenarından aşağı düşeceği, güney yönünde iyice uzaklara seyir etmeyi göze alanların ise güneşin dik ışınlarıyla kızaracağı efsanesini yıktı.12
Batılıların Amerika kıtasını tamamıyla sömürgeleştirmeye çabaları, bütünüyle neredeyse boş bir toprağı işgal etme meselesi değildi, çünkü bu hadiseyle oldukça gelişmiş durumdaki Meksika ve Peru’nun Aztek ve İnka kültürleri de yok oldu. Kızılderili ırkının katliamı ise, Batılıların tarihin sayfalarına attıkları yeni kara lekelerdi. Elbette bu onların yapmış oldukları ne ilk ne de son katliamdı. Zira, bu katliamların arkasında kendisinden başkasını insan olarak görmemek yatmaktadır. Bu zihniyetlerini, coğrafî bilgilerini içeren ve aslında zihniyetlerinin bir haritası olan, çizmiş oldukları coğrafî haritada görmek mümkündür.
“Yeryüzü burada suyla çevrelenmiş, merkezinde Kudüs ve Avrupa’nın yan yana oldukları, yassı bir tepsi gibi gösterilmektedir. Daha uzakta, halkı köpek başlı maymunlar, tekerlek ayaklılar ve tekayaklar olan kavurucu ve canavarca bir ülke vardır. Son olarak da bütün bunların çevresinde sudan bir halka vardır. Kıta tarih’in ne olacağını haber veren simgesel görüş: Avrupa Yeni Kudüs’tür. Avrupalılar insan, diğerleri canavardır.”13
İşte bu çerçevede modern anlamdaki sömürgeliştirme 1492’de başlamıştır. Hıristiyan Avrupa geri kalanını belirleyip, ardından adlandırdıktan sonra ele geçirmektedir. Bu çerçevede Amerika’ya akın akın gidişte önemli rolü olan şey ”altın”dır. Nitekim, Colombus, 1492’de şöyle haykırıyordu: “Altın harika bir şey! Ona sahip olan istediği her şeyin efendisidir! Altın sayesinde ruhlara Cennetin kapıları bile açılabilir...” Ancak Kolomb’un hayatı yaptıklarının diyetini ödeyerek son bulmuştur: “Kolomb hayatının sonlarına doğru Yeni dünyanın kıyılarında her gün biraz daha çıldırarak dolaşıp durdu. Gemisinin küpeştesi üzerinde asileri astığı bir darağacı bulunuyordu. Onu o kadar sık kullandı ki bir ara kendisini zincirleyip Cadiz’e geri götürmek zorunda kaldılar. Son seferinde tayfaları uçsuz bucaksız kıyılarda Ganj nehrininin ağzını arayan kaptanlarının eklem iltihahından iki büklüm olmuş bir bedenle ve darma dağınık saçlarının perdesi altından bakan çılgın gözlerle güvertede toplayarak dolaşmasını korkuyla seyrettiler Hindistan’da olduklarını yadsıyanları asmakla tehdit etti. Gemiler dolusu köle ve altın eşya gönderdi. “Ey muhteşem altın” diye yazdı Kolomb. “Altını alan, her istediğini satın almasını sağlayan bir hazineye sahip olur. Onunla dünyaya istediklerini kabul ettirir, hattâ ruhunun cennete girmesini bile sağlar” diyordu. Sonunda yoksulluk içinde öldü.”14
Gerçekten de baharat olmadığı için, altın bu yeni toprakların keşfedilmesini meşru kılan yegâne şeydir. 1492’den itibaren Kızılderililerin üzerinde fark edilen ve onlardan çalınan altın, izleyen yolculukların masraflarının karşılanmasına, baharat satın alınmasına, hükûmetlerin denetlenmesine, bakanların ve piskoposların istenildiği gibi çalıştırılmasına tek başına imkân sağlayacaktır. Ondan giderek daha fazla gerekmektedir. Bir yüzyıldan fazla bir süre boyunca, gümüşle birlikte Amerika’nın yegâne ihraç kalemi olacaktır. Yeni bir tipten insanlarınbu kıtaya hücum etmelerini tahrik edecektir; bunlar artık denizciler ya da hayâlperestler değil de, servet avcılarıdır. Artık tüccarlar değil de çok basit olarak hırsızlardır. 1950’de tapınaklardan çalınan ve madenlerden veya nehirlerden çıkartılan toplam altın miktarı otuz ile otuz beş ton arasındadır; bu toplama işlemi adalardaki on binlerce Kızılderili’nin hayatına mal olmuştur.15 Öyle ki meselâ Guaxaca madeninde çalışma şartları öylesine öldürücüdür ki, madenin çevresinde, çapı iki kilometrelik bir alanda, iskeletlerin ve cesetlerin üzerinde yürümek gerekmektedir.16 İşte Koca Akif’in “Tek dişi kalmış canavar” şeklinde ifade ettiği medeniyet, bunun gibi milyonlarca insanların kemiklerinin üzerine bina edilmiştir. Bu öyle bir yok ediş tufanıdır ki, bu tufandan bütün canlılar etkilenmiştir. Katliamın boyutları hakikaten korkunç seviyelerde görülmektedir. Zira, insan, hayvan, ağaç vs. canlı namına ne varsa, hepsi yok edilmişti. Bu yok edilişin ıstırabını derinden hisseden “Kara Geyik” adlı Kızılderili’nin yürek yangınının alevi dudak arasından şöyle çıkmaktadır:
“O zaman kaç kişinin öldüğünü anlayamamıştım. Şimdi kocamışlığımın şu yüksek tepesinden gerilere baktığımda, yerde birbirleri üzerinde yığılı duran boğazlanmış kadınları ve çocukları, hâlâ o genç gözlerimle görebiliyorum. Ve orada, o kanlı çamurun içinde bir şeyin daha öldüğünü ve o kar fırtınasına gömüldüğünü görebiliyorum. Evet, bir halkın düşü öldü orada. Güzel bir düştü evet... sonra bir ulusun umudu kırılıp paramparça oldu. Artık yeryüzünün merkezi yok, ölüp gitti kutsal ağaç.”17
Bütün bu katliamlarda din de bir araç olarak kullanılmıştır. 1511 yılında Hatuey adlı bir Kızılderili reisi Küba’da küçük çaplı bir direnme hareketi oluşturma suçuyla tutuklanmış ve yakılarak idama mahkûm edilmişti. Hıristiyan hayırseverliğinin bir örneği olarak da, kendisine sonunda cennete gidebilmek için Hıristiyanlığı kabul etmesi salık verilmişti. Hatuey beyaz adamların halen cennette olup olmadıklarını sordu ve kendisine bu olasılık konusunda garanti verilince de şöyle dedi: “Öyleyse ben Hıristiyan olmayacağım; çünkü insanların bu denli zalim oldukları bir yere, bir daha ayak basmaya hiç niyetim yok.”18
Avrupalı bütün bu katliamları yaparken bir başka şekilde, yaptıklarını meşrulaştırma yoluna gitmiştir. Vahşetlerini üzerlerine saldıkları bu insanları, aynadaki kendi görüntülerine bakıp “vahşi” olarak nitelendirerek haklı olduklarını düşündüler. Bu hususta Duwarmish Kızılderililerinin reisi Seattle tarafından Amerikan Başkanı Franklin Pierce’ye ithafen yazılan mektupta, “vahşi” olarak nitelendirilen bu insanların vahşetten ne kadar uzak oldukları ve kimin böyle bir nitelendirmeyi bihakkın temsil ettiği açık bir şekilde anlaşılmaktadır:
“Sizin şehirlerinizi anlamıyorum. oralarda sessizlik yok ki... Yaprakların seslerini, böceklerin vızıltılarını, kuşların ötüşünü ve kurbağaların şarkılarını dinleyebileceğiniz yerler yok ki oralarda. Bir Kızılderiliyim ve anlamıyorum. Ben, gölü yalayarak gelen rüzgârın sesini, öğlen yağmurunun temizliğini ve taze çam yapraklarının kokusunu severim. Hava bizim için kıymetlidir. Her şey aynı solunumdan pay alır ve hava tüm canlılar tarafından ortak kullanılır. Bu yüzden onu kirletmeyin. Demir at (lokomotif), öldürüp çürümeye bıraktığınız binlerce bufalodan nasıl kıymetli olabilir? Nasıl? anlayamıyorum. Hayvanlar, insanları bıraksa, insanlar ruhlarının yalnızlığından ölmez mi? Toprak bizim anamızdır ve toprağa tükürülmez. Toprak insana değil, insan toprağa aittir; insan hayat dokusunun içindeki bir liftir sadece.”19
Katliamı en derin şekilde yaşayan bir diğer önemli kitle de zencilerdir. Sömürgecilik faaliyetinde, zencilerin hayatta kalmasına, ancak onlara ihtiyaç duyulduğu müddetçe müsaade edilmiştir. Aksi takdirde öldürülmüşlerdir. Meselâ, yerli insanların işbirliğine ve emeğine ihtiyaç duyulmadığı avcılık gibi yerlerde öldürülmüşlerdir. Bu uygulamalarda, biyolojik ya da kültürel hor görme aracılığıyla da haklı olduklarını ilân etmişlerdir. Bu süreçte zenciler egzotik bir faunanın parçası olarak ele alınmışlardır. Öyle ki onlar, eğlence sağlayan fakat hiçbir tehdit oluşturmayan bir oyun parkının tabiî malzemeleridir.20 Ancak köle ticareti esnasında zencilerin ödediği fatura hayli ağırdır. Amerika’daki yerlilerin yok olma durumuna gelmiş olmalarıyla birlikte başlayan ve yüz yıllarca süren köle ticaretinin ne kadar insan hayatına mal olduğu kesin rakamlarla tespit edilemiyor. Muhafazakâr tahminler Amerika’ya sağ salim varan köle sayısının 10 milyon civarında olduğundan yola çıkıyorlar. Atlantik üzerindeki sevkiyat sırasında ölüm oranı % 20 dolayındaydı. Afrika’nın içinde, kıyı şeridine varmadan önce öldürülen insanların sayısı ise bilinmiyor. En fazla kazanç sağlayan, 15 ile 25 yaş arası erkek ve kadınlarla yürütülen ticaretti. Bu insanları ele geçirmek için çoğu kez köylerin diğer sakinleri soğukkanlı bir şekilde öldürülüyordu. On binlerce insan, iç kesimlerden sahil şeridine doğru zoraki yürüyüş konvoylarında can vermekteydi. Tarla ve sürülerinin sürekli tehdit altında kalması veya yok edilmesi sebebiyle açlıktan ölenlerin sayısı da cabası. Böylelikle 100 milyon kadar insan köle ticaretinin kurbanı olmuş olabilir.21
Böylece “uygarlık” kölecilik aracılığıyla “gelişme”ye, katliam yoluyla yerleşmeye başlamaktadır. Bu durum bazı kurtuluş mücadelelerine rağmen, hemen her yerde geriye döndürülemez nitelikte olacaktır. Tarih tiranlardan kurtulduğunu, ama dillerinden kurtulunamadığını, onların akserlerinden kurtulunduğunu, ama mallarından kurtulunamadığını öğretmektedir.”22 Şekil değişmekle birlikte, sömürü devam etmektedir.
SON SÖZ
Batı’nın yüzyıllardır farklı kıyafetlere bürünerek devam eden sömürü ve katliamları, basit ve özür diledikleri için geçiştirilecek bir olgu değildir. Temelindeki felsefî desteği ve uygulamaları ile bir bütün olarak değerlendirildiğinde, görülmektedir ki, geçmişte olan ve bugün yaşanan boyutları ile yarın da tahmin edilebilmektedir. Önceleri “köle”leri, arkasından “serf”leri, daha sonra “Kızılderili”leri, bunların soyu tükenince kara talihli “zenci”leri, derisini yüzecek kendisinden olmayan insan kalmayınca da “mavi yakalılar”ı (işçiler), şimdi de “teneke yakalılar”ı (teknolojik ürünleri ya da robotları) kendilerine köle olarak seçtiler. Çıkardıkları sun’î savaşlarla katliam arzularını da sürekli olarak yineleyen Avrupalı, kendisine her gün yeni bir kurban aramakta, gözüne kestirdiği kurbanını ya yok etmekte ya da kendine bağlamaya diğer bir ifadeyle mahkûm etmeye çalışmaktadır.
Önce Haçlı seferleri ile sonra dünya savaşında bütün gücü ile saldırmasına rağmen emeline ulaşamayan, Kızılderililere ya da zencilere reva gördüğünü Türklere yönelik olarak gerçekleştiremeyen, kendi vahşetinin derinliğine batmış olan Batı, kısa fasılalarla, kendi vahşetini âdeta örtmek istercesine, Türklere yönelik soykırım iddialarında bulunmaktadır. Ancak beyhude yere kendi vahşetine ortak aramaktadır. Çünkü, Türk milletinin tarih sayfaları ak ve paktır. Yapılan ithamlarla asla leke tutmamıştır. Bundan sonra da tutmayacaktır. Zira, bilimsel çevrelerce, küçücük bir katliam bulabilmek için yapılan araştırmalar, hep Türkler lehine sonuçlanmış, katledilmiş Ermeni aranırken, Ermeniler tarafından katledilmiş olan Türklerin toplu mezarlarına rastlanmıştır. Bilimsel çevrelerde delillerle boşa çıkmış olan sözde Ermeni soykırımı iddiası, siyasî çevrelerde dile getirilmeye başlanmıştır. Ancak bu çabalar da yeni değildir. Lozan’dan beri devam eden bir süreçtir. Bu çabaları ilmî delilleriyle birlikte reddederken ilme film karıştıranlara, ilmî cevaplara ilâve olarak diyoruz ki, “Türk’ün gerek ilmî, gerek siyasî gerekse askerî olarak eli kolu bağlı değildir.”

1 yorum:

Adsız dedi ki...

Webmaster cok tesekkurler...

Selamlar Neslihan