15 Aralık 2007 Cumartesi

Batı’nın geleceği

MEHMED NİYAZİ





Medeniyet tarihçilerine göre insanlığı ateşleyen iki büyük düşünce sistemi var; Grek ve Sami. Elbette Grek düşüncesi eski Yunan’dan fışkırmadı; kökleri Girit’e, Mısır’a, Hindistan’a, tarihin derinliklerine uzanmaktadır.

Grekler kayalıkların arasında verimsiz topraklarda yaşıyorlardı. Ölürken Sokrates’in, komşusu Asklpios’a borcu olan horozu düşünmesi, ekonomik imkanlarına dair bizlere ciddi ipuçları vermektedir. Böyle insanların hayatında tedbir ve mal çok önemlidir. Bunun için Grek düşüncesinin esasını akıl ve ölçü teşkil eder. Akılla kâinatın sırrını çözmeye çalıştıklarından felsefeye önem verdiler; ölçüye düşkünlükleri sebebiyle de geometri bilimini geliştirdiler, tabiatı taklit eden büyük sanatkarlar yetiştirdiler; hatta hayatlarındaki maddeye tasarruf eden tanrılar edindiler.

Yunan felsefesi ve tanrıları Roma’ya intikal etti. Pratik hayata çok değer veren Romalılar, Yunan felsefesini fazla umursamadılar. Eski Yunan tanrıları resmi ilahlarıydı; ama onlara inanmıyorlardı. Akıl ve ihtirasları bir düzen emrediyordu; bu da ancak hukukla mümkündü. Büyük emeklerle ortaya çıkardıkları hukukla beynelmilelliğe kavuştular. Fakat bu hukukla yoğurdukları insanın gözleri yere çakılıydı. Epikürizm gibi geliştirdikleri felsefeler de hazza dairdi. Yurtları sadece bu dünya idi. Hıristiyanlık kanlı mücadelelerden sonra Batı’ya yerleşince, Romalılara tepkiden dolayı “Benim yurdum bu dünya değil” görüşü benimsendi. Aklı bir kenara bırakıp Hz. İsa’nın eldeki tebliğlerine sarıldılar. Hıristiyan mistisizmi onları sarsmasına rağmen, onlar da Hıristiyanlığı sarstılar. “Âlemlerin Rabb’i” olması gerekeni idraklerinde aradıklarından, onu somutlaştırdılar. Dinleri Tanrı telakkilerine göre yapılandığından metafizik anlayışları maddenin sathında kaldı.

Sami düşüncesinin asıl temsilcileri İbraniler ve Araplardı; muhayyilelerini sonsuzlaştıran pırıl pırıl gök üstlerinde derinleşiyor, yıldızlar alemi onları düşündürüyordu; çölün acımasızlığı bir yerlere sığınma duygularını geliştiriyordu. Bu duyguyla sonsuzluğa ulaşan göklere gözlerini çevirdiler. Cenab-ı Allah da bekleyişlerini cevapsız bırakmamış olmalı ki adını bildiğimiz peygamberlerin hemen hemen tamamı o topraklarda geldi.

Grek düşüncesi akla değer veriyor, onun dışında kalabilecek varlık âlemini önemsemiyordu. Sami düşüncesi ise aklı yeterince ciddiye almıyordu. Belki de bundan dolayı Kur’an’da sık sık aklın önemine işaret ediliyor, yeri gelince de “Ne az düşünürsünüz” diye uyarıda bulunuluyordu. Akıl hem sınırlıydı, hem de vaktiyle belirtildiği üzere çok önemliydi. Akılla vahyin buluşması gerekiyordu.

İslam’ın verdiği önemden dolayı, ilk Müslümanlar büyük bir heyecanla ilme sarıldılar. 8. yüzyıldan itibaren Grekçe’den, Latince’den Arapça’ya tercümeler başladı. Batı düşüncesini, vahiyle ele alıp değerlendiren, bir anlamda eksiklerini gidermeye çalışan filozoflar Orta Asyalı Farabi ile İbni Sina oldu. Onları başkaları takip ettiğinden vahiyle aklın buluşmasında Maveraünnehir bilginleri önemli rol oynadılar. Bu mutlu buluşma insanlığın medeniyetine büyük katkıda bulundu.

Batı aydını yitiğini İslam dünyasında bulunca, aklı bir daha keşfetti; onu her şeyin ölçüsü ve esası kabul etti. Böylece de hür düşüncenin gereğini duydu. Hür düşünebildikçe de kiliseye baş kaldırdı. Ortaçağları kilise sultası ile Avrupa dehasının mücadele tarihine dönüştü. Boğazlaşmalardan sonra kilisenin esaretinden kurtulan düşünce, zamanla insanın üzerinde ruhi ve manevi otorite namına ne varsa ortadan kaldırdı. Avrupa’nın bir daha Romalılaştığını Goethe’nin şu sözünden de anlıyoruz; “Bir intizamsızlık yapmaktansa, bir haksızlık yapmayı tercih ederim.”

Avrupa düşüncesi kiliseye karşı özgürleşti; fakat ondokuz ile yirminci yüzyıllarını mukayese edince, dahiler diyarının nasıl bir yolda olduğunu görebiliyoruz. Orada artık bir Goethe, Dostoyevski, bir Einstein yetişmiyor. Fiziğin olgunlaştığı iklimin metafizik olduğunu anlayıncaya kadar, Batıda kuraklığın artacağını söylemek kehanet değildir.

Zaman, 21.08.2006

Hiç yorum yok: