15 Aralık 2007 Cumartesi

MEDRESELER VE İSLÂMÎ BİLGİNİN EVRİMİ



Ömer Faruk Tokat

Medresenin merkezde olduğu islam eğitim sistemi Efendimiz (sallalahu aleyhi ve selem)den günümüze kadar gelmiş olan ehl-i sünnet İslâmının ilmi ve kültürel zeminini oluşturmuştur. Medresenin temsil ettiği bu eğitim sistemi ortadan kaldırılınca onun yerini alan "mektep" ve "okul" eksenli sistem insanlara din ve medeniyet tasavvuru vermekten gittikçe uzaklaşarak din eğitimi konusunda ciddi bir boşluğun ve kargaşanın doğduğu problemli bir sahanın oluşmasına sebep olmuştur.

Bu yazıda, kimilerinin çok kesin ve kestirme bir yargı olarak bulabileceği, bu giriş tesbitini temellendirmeye çalışacağız.

Başından beri "usûl" ilimlerini eksenine aldığı için medrese sisteminin sağladığı bilgilenme ortamında, günümüzde olduğu kadar bir bilgi kaosu yaşanmamıştır. Daru'l-Erkam ve Ashab-ı Suffe'den başlayarak mescid, küttâb, âlimlerin evleri ve kitapçı dükkânları gibi ortamlarda devam eden, medreseyle altın çağını yakalayan ve bu süreç içinde kendi özgün sistematik yapısını örgüleştirerek zirveye ulaşan islam eğitim sistemi, insanin bilgilenme sürecini hiyerarşik bir yapıya oturtmuş ve her ilmin "usûl"ünü de üreterek bilgilenme süreci içinde içine düşülmesi muhtemel düşünce kaoslarının önüne geçmiş veya insanların bu kaosları daha az düzeyde yaşamasını sağlamıştır.

Disiplinize edilmiş bir bilgilenme ortamı oluşturan ve bilginin hedefi olarak hakikati, dolayısıyla da murâd-ı ilâhîyi yakalama endişesinde bir ilim tasavvuru geliştirmiştir. Bu ilim tasavvurunda, modern zamanlarda olduğu gibi "ilim için ilim" anlayışına yer yoktur. Aksine bilginin yegâne amacı Allah Teâlâ'nın rızasına ulaşmaktır. İlim-amel-ihlâs, bu süreçteki bilgi edinme çabasını en güzel şekilde formülize eden bir üçlemedir. Bu yönüyle de Allah Teâlâ ile irtibatı hep canlı tutulmuş olan bu sistem içinde üretilen bilgi, kendi iç dinamiklerinin gerekleri doğrultusunda oluştuğu için gerçekten insanların dünya ve âhirete ilişkin sorunlarına sahici çözümler üretmiştir. Bilgi fetişleştirilmeyerek "hakk"a ulaştıran bir araç ve vesile olarak telakki edildiği için Allah Teâlâ ile barışık, dolayısıyla da medeni bir toplum ve insan prototipi inşa edilmiştir.

Allah'la barışık insan için, bu barışıklığın tartışmasız bir bütünleyici unsuru olarak diğer insan kardeşleriyle, dolayısıyla toplumla, dolayısıyla da tabiat ve çevreyle barışık bir hayat idealize edilmiştir.

Ancak sanayileşme ve aydınlanmayla birlikte başlayan modernleşme döneminde yepyeni bir bilgi tasavvuru oluşmuştur. Bu tasavvurun temelinde salt akıl ve insan egosu vardır. Yani modern bilgi kuramının iki ana kriteri kuru akıl ve insan egosudur. İnsan egosunun vahyin ölçüleriyle terbiye edilmediğinde azgınlaşacağı, fıtratından uzaklaşacağı, çevreyi ve tabiatı tahrip eden bir canavara dönüşeceği tarihi ve aktüel tecrübelerle sabit bir vakıadır. Ayrıca zamanla akıl da egonun tahakkümü altına girerek tamamıyla nefsânî ve gayri insânî bir bilgi anlayışının oluşmasını sağlamıştır. Nitekim içinde yaşadığımız bu yeni zamanlarda her gün daha da azmanlaşarak büyüyen ve insanlığın hayatını tehdit eden, çevre kirliliği, ekolojik dengenin bozulması, kitle imha silahlarının üretilmesi, işgaller, sömürgecilik cinsel sapkınlıklar ve benzeri problemler sözünü ettiğimiz, akıl ve ego merkezli bilgi tasavvurunun kurduğu modern uygarlığın ürettiği problemlerdir.

Burada bu makalenin boyutları içinde ancak bu kadar değinebildiğimiz, batı uygarlığının temellerini oluşturan bu bilgi kuramı, acaba islâmî ilimler için de bir kriter ve hareket noktası olabilir mi?

Kendi medeniyet değerlerinin farkında olan kimselerin bu soruyu çok uçuk ve absürd bulacağını biliyorum ancak tarihle özellikle de düşünce tarihiyle ilgilenenlerin de yakînen bildiği üzere maalesef bu soru dâru'l-islâm dediğimiz coğrafya içinde de bir karşılık ve tekâbüliyet bulabilmiştir.

Tanzimat dönemi ve sonrasında hilafetin zayıflamasıyla birlikte medreselerin müslüman toplumun hayatından çıkarılacağının ilk sinyalleri belirir.

Müslümanların "ilerlemesinin" ancak batı teknolojisi ve batı aklıyla mümkün olacağını öne süren o günkü batıcı Osmanlı aydınlarının tazyikleriyle, yoğun bir mektepleşme süreci başlamış ve hemen her medresenin yanına/karşısına bir mektep/okul yerleştirilmiştir. Bu dönem aynı zamanda Osmanlı elitlerinin eğitim için çocuklarını batı ülkelerine göndermeye başladığı dönemdir. Daha sonra gerek bu nevzuhur mekteplerden, gerekse batıdaki okullardan yetişen insanlar Osmanlı toplumunda artık yavaş yavaş varlıklarını hissettirmeye başlar. Dolayısıyla artık medrese yerine farklı bir eğitim anlayışı toplumda yerini almaya başlar. Böylece kurumu destekleyen vakıf gelirlerine devletin, müdahale ederek bir takım kısıtlamalarda bulunması ve benzer sebeplerle medreselerin imkânları daralır. Devlet de tercihini daha çok mektepten yana kullanmaya başlar. Medreselerde okuyan öğrenciler istihdam edilemez. Bu şekilde bütün imkânları da daral(tıl)an medrese, bu modernleşme sürecinde kendini yenileyecek bir performansı da yakalayamaz. Bu dönem aynı zamanda ulusal ve uluslararası anlamda çok ciddi sosyo-politik problemlerin ve savrulmaların yaşandığı çalkantılı ve karmaşık bir dönemdir. Sonrası malum; 3 Mart 1924 tarihinde medreseler resmen kapatılır.

Sözünü ettiğimiz bu süreçte ve sonrasında özellikle Mısır ve Hint altkıtasında kendi değerlerini küçümseyen, özgüveninin kaybeden ve batı bilgi tasavvurunu yücelten müslüman kanaat önderleri ortaya çıkar ve böylece batılı bilgi tasavvuru dâru'l-islâm coğrafyasının kıyılarından merkeze doğru kaymaya başlar. Bu nevzuhur ilmî hareket eşya ve hadiselere batı merkezli bakmaktadır. Artık akıl merkezdedir. Pozitivist ve rasyonalist bir bilgilenme ve "İslâmcılık" doğmuştur. Aydınlanmacı, pozitivist ve akılcı din yorumları gırla gitmektedir.

Bu dönem, "İslâmî araştırma" adıyla müslümanlara pazarlanan faaliyetlerin ana dinamiklerinin ilim adamları ve Müslüman toplulukların özgür iradesi ve imânî tercihlerinden ziyade, egemen kültür tarafından, serbest pazar mantığıyla belirlendiği bir dönemdir.

Tabii ki bu karmaşık dönemde kendi medeniyet değerlerinin farkında olan ilim talebeleri medresenin temsil ettiği ilim tasavvurunun izini sürmüş, tüm siyasi ve konjonktürel baskılara ve dayatmalara rağmen değerlerini korumak için çırpınmıştır. Bu çabalar, sivil eğitim kurumları oluşturarak medrese geleneğini ihya etmeyi amaçlamışsa da hareket alanları çok sınırlı olduğu için çok yavaş ve problemli olarak günümüze kadar devam etmiştir.

Medreselerin hayatımızdan çekilmesiyle oluşan boşluğu, konjonktür ve egemen paradigma tarafından desteklenen rasyonalist, pozitivist, vehhabî, ve neo-selefi düşünce akımları ve bu mezkur tandanstaki ilahiyatçılar ve düşünürler doldurmuştur. Böylece de dinin sadece dünyaya ilişkin boyutunu önceleyen ideolojik, politik, devletperest ve seküler bir din telakkisi doğmuştur.

Neticede bir tarafta şahsi kaygılar ve çıkarlar ve "sahih islam" adına ‘ahlaktan/tasavvuftan arındırılmış’ bir din söylemi geliştiriliyor, öte tarafta ilmî bağlayıcılık ve ikna edicilikten yoksun içi boşaltılmış bir din inşasına teşebbüs ediliyor. Bu yüzden usûlî temellerinden kopartılmış ve ahlakî zemini tarumar edilmiş romantik bir "sahihcilik" sloganına ve naif bir araştırma anlayışına dayalı islâmî araştırmaların günümüz sorunlarına çözüm üretmesini beklemek mümkün değildir. Takva temelinden yoksun olan bir bilgi faaliyetinin köklü bir ahlak ve kültür dönüşümüne öncülük etmesini ummak safdillik olur herhalde.
Şimdi Müslümanlara düşen, öncelikle egemen kültürün desteğiyle oluşan bu din tasavvurunun zihinlerimiz üzerine ördüğü blokajdan ne pahasına olursa olsun kurtulmaktır. Aksi takdirde bu tasavvurun etkisiyle ortaya konan tüm çabalar akim kalacaktır. Nitekim bu tasavvurun etkisiyle oluşan yaklaşık iki yüz yıllık "modern İslamcılık" telakkisi akamete uğramış ve karşı olduğu egemen paradigmanın elinde, lüzumu anında kullanılmaya elverişli piyonlar üretmekten öteye gidememiştir. Sözgelimi egemen paradigma, islamla mücadele edecekse piyonlar hazırdır: Reformist ve modernist ilahiyatçılar ve düşünürler kullanılmaya müsait bir alanda beklemektedir. Eğer bu paradigma uluslar arası siyasi ve ekonomik çıkarlarını kolaylıkla gerçekleştirmek istediğinde bir takım manipülasyonlar yapması gerektiğinde, örneğin hedeflenen bölgede bir terör hareketi oluşturmak gerekiyorsa piyonlar yine hazırdır: Başından beri sözünü ettiğimiz ideolojik ve politik karakteri baskın olan modern dönem bilgi anlayışından beslenen kimi aşırı akımlar kullanılmaya elverişlidir. Tam bu noktada, İstanbul'daki son terör hadiselerini hatırlamak mevzuya netlik kazandıracaktır.

Sözü bu bağlamda çok fazla uzatmaya gerek yok aslında. Dücane Cündioğlu "Çağdaş islam düşüncesi denilen şey gerçekte bir düşünce değil, bir etkinliktir" derken çok fazla abartmamaktadır aslında.

Hatırlamamız gereken şudur: Türkiye'de ve islam dünyasının farklı bölgelerinde medreselerin temsil ettiği anlayışın izinde olan ve bu anlayışı ihya etmek için çalışan yapılanmalar her şeye rağmen devam etmektedir. Ancak istisnaları olmakla birlikte özellikle Türkiye'de bu istikamette sürdürülen sivil eğitim faaliyetlerinin çok da iyi bir sınav verdiğini söylemek oldukça zor.

Malum olduğu üzere çok verimli bir iklimde büyüyerek gelişen ve ilerleyen medrese islam medeniyetinin köşe taşları mesabesinde âlimler yetiştirmiş ve bu âlimler, bu gün önümüzü aydınlatan ve tasavvur gücümüzü genişleten eserler bırakmıştır. Sözgelimi Orhan Gazi'nin 1336 yılında İznik'te kurduğu medresenin ilk müderris-i 'amm'ı olan Dâvûd el-Kayserî'yi tam da bu noktada anımsamak çok yerinde olacaktır. Kayserî merhumun, varlığı ve bilgiyi anlamlandıran devasa eserleri Osmanlı coğrafyasında olduğu kadar İran ve Hint alt kıtasında da köklü bir makes bulmuştur. Molla Fenârî, Kutbuddîn İznikî, Semseddin Ahmed İbn Kemal Paşazade, Sofyalı Bali Efendi, Abdullah Bosnevî ve İsmail Hakkı Bursevî gibi Osmanlı ilim tarihinin önde gelen pek çok mütefekkiri, Kayseri'nin derin etkisini taşıyan eserler vermişlerdir. Medreselerin yetiştirdiği bu ilim âbideleri arasında Taşköprüzâde, İsmail Ankaravî yahut İsmail Hakkı Bursevî gibi bir sürü isim zikretmek mümkün. Yani Davud el-Kayseri ve Molla Fenârî'den Mehmet Ali Ayni'ye, Mustafa Sabri Efendi'ye, Zahid el-Kevserî'ye ve Elmalılı Hamdi Yazır'a kadar uzanan altı asırlık bu medrese tarihi çok iyi bir şekilde tahlil edilmeden ve anlaşılmadan medreseler veya Osmanlı ilim hayatıyla ilgili değerlendirmeler yapmak ve bu devasa geleneği temsil iddiasında bulunmak anlamsız kalmaktadır. Yani meselenin bu boyutuyla ilgili ciddi çalışmalar yapma zamanı çoktan geçmiştir aslında. Ancak "zararın neresinden dönülürse kardır" diyerek şimdiden tezi yok, bu işe sarılmalı ve sivil ve alternatif eğitim kurumlarıyla bu muhteşem gelenek yeniden ihya edilerek milletimize takdim edilmelidir. Bu anlamda endişesi olan yapılanmaların bu işi ciddiye alarak bu sahada köklü çalışmalar yapmak üzere kolları sıvamadıkça ne reformistlerden ne de suyu bulandıran diğer akımlardan yakınma hakları olmaz. Medresenin kriz dönemindeki müfredatını alıp uygulayarak bu köklü geleneğin izinde olduğumuzu zannedersek ve bu konumumuzu kanıksarsak durduğumuz yerde saymaya devam etmiş oluruz. Medresenin ifade ettiği manayı sahiplenen kesimlerin gerçekte çelik çomak oynadıklarını fark etmeleri için ne olması gerekiyor acaba?

Hiç yorum yok: