6 Aralık 2007 Perşembe

Kalp, İnsanın Özüdür

Adnan Aslan






İnsan bir muammadır. Belki de bu sebeple, onun maddi yapısı, derunî dünyası ve ruh âlemini bütünüyle keşfetmek mümkün olmamaktadır. İnsanın sadece maddi yapısını konu edinen müspet bilimler biyoloji, anatomi, fizyoloji ve tıp, bu çağda büyük başarılar elde etmişler, bir taraftan DNA’nın yapısını en ince detaylarına kadar tespit ederken, diğer taraftan gen teknolojisinde akıllara durgunluk veren keşiflere ulaşmışlardır. Fakat ne hikmetse, insan vücudunu meydana getiren unsurların detayları hakkında bilgimiz arttıkça cehaletimiz de artmaktadır. Her bir keşifte bildiklerimizin, bilemediklerimize nispetle ne kadar az olduğunu bir kere daha tecrübe etmekteyiz. İnsanın maddi yapısında büyük keşifler gerçekleştiren modern bilim, deney ve gözleme müsait olmayan duygu, düşünce, kin, nefret, hırs, arzu, şefkat, sevgi ve merhameti içeren iç dünyası hakkında ne diyebilir? Metotlarına uymayan bir alanda söyleyeceği şey elbette sınırlı olmak zorundadır. Nefsi ve ruhu inkar eden modern psikoloji ise insanın iç boyutunu, maddî yapısı, beden ve davranışlarından hareketle ihata etmekle meşgul. Modern insanın ruh hali, psikolojinin başarı veya başarısızlığını yansıtmaktadır. İnsanın ruh âlemi ise hem modern felsefeye hem de modern psikolojiye kapalıdır. Sınırsız olduğu veya Sonsuz’a açıldığı için tam olarak ihata edilemeyen insanın ruhî boyutunun sırlarına, ancak kendi ruh dünyalarında, manevî ve ahlâkî yetkinlikle Sonsuz’a açılabilme imkânına ulaşabilenler vâkıf olabilirler.

İnsanı çoğu zaman maddi boyutu ile özdeşleştiren modern kültür, “insan nedir?” sorusunu, “görünüşü ve fonksiyonu nedir?” sorusuna çevirmekte ve insanı, vücudu ve fonksiyonu ile ölçmektedir. İnsan sanki sadece bedeninden ibarettir. O halde bu çağı “insanların kendi vücutlarına perestiş ettikleri çağ” olarak tanımlamak hiç de yanlış olmaz. Modern toplumda öz değil form, iç değil dış, ruh değil beden önemli olmakta ve dolayısıyla görünüşü düzeltmek insanların en önemli gayelerinden biri haline gelmektedir. Her geçen gün vücudu daha güzel, daha narin, dişleri daha parlak, saçları daha dolgun, cildi daha düz yapabilmenin yolları aranmaktadır. Bu sebeple insanın vücuduna hizmet eden ürünler en çok tüketilen ürünler, kozmetik sanayii en hızlı gelişen ve değişen işkolu olmaktadır. Her şeyde olduğu gibi bunda da, aşırıya kaçma tersi ile neticelenmekte, insanlar vücutları üzerine titredikçe, onu güzelleştireyim derken bozmakta, narinleştireyim derken kırmakta ve daha da şişmanlatmaktadırlar. Amerikalıların dünyanın en şişman toplumu olması bundandır.

Ne tuhaftır ki, görünüşün ve görüntünün adetâ her şey olduğu modern toplumda, görünümü bozuk olanlar, şişmanlar, kısalar, uzunlar, çirkinler, saçı olmayanlar, şaşı olanlar toplumdan merhamet ve şefkat göreceğine baskı görmektedir. Bu baskı, insanları değişmeye zorlamakta ve değişebilenler değişmekte ve değişemeyenler ise stres ve travma gibi psikolojik hastalıklara duçar olmaktadır.

Bedenin bu kadar önemli hale getirildiği bir toplumda akıl ve düşünce; kâlp ve ahlâk önemini kaybetmiş demektir. “Düşünüyorum o halde varım” diyerek insanın varlığını düşünceye bağlayan filozof hata etmiş. Aslında “görünüyorum o halde varım” demeliydi. Bu toplumda gerçek varlık hakkı, düşünenlere değil, vücudunu çağın beklentilerine göre şekillendirerek takdim edenlere ait olmalıdır. Toplumun teveccühüne sadece görünüşüyle kusursuz olanlar veya kusursuz olmayı becerenler, gösterişli giyimliler, asude mekanlarda oturanlar ve pahalı arabalara binenler layıktır. Bu ideali gerçekleştiremeyenler bu teveccühe mazhar olmanın bir yolunu bulmalılar. Böyle bir toplumda tevazu, kanaat, tevekkül, sabır ve diğergamlıktan bahsetmek ise günah sayılmalıdır.

Halbuki bizim düşünce dünyamızda insan bedeniyle, görünüş ve gösterişiyle değil, kalbi ve ahlâkıyla tarif edilirdi. İnsanın bedenî kusurları, onun toplumdan dışlanmasını değil aksine şefkat edilmesine sebep olurdu. Hz. Peygamber dahi yanındaki âmâya iltifat etmediği için İlahî ikâba duçar olmuştu. Bugün modern yaşamın en önemli unsuru haline gelen, uğruna müesseseler kurulan ve ödüller düzenlenen gösteriş ve riya, bizde en azılı manevî hastalıklardan sayılırdı. En değerli insan, en şık görünen ve en pahalı eşyayı kullananlar değildi. En değerli insan, kalbi en saf, en rikkatli, en şefkatli, en merhametli, en iyi niyetli insandı. İyilikle ve ibadetle varlık kazananlar, birer numune–i imtisal olarak yaşadıkları cemiyete de varlık kazandırırlardı. Onlar iyinin, doğrunun, merhametin, fedakârlığın, samimiyetin, diğergamlığın, aşkın ve ıstırabın timsali olarak yaşadıkları cemiyete hayat verirler, istikrar ve düzenin kaynağı olurlardı.

İnsanı bedeni ile özdeşleştirmek, elmayı kabuğundan ibaret saymak gibidir. İnsanı insan yapan, bedeni değil; kalbi yani manevî ve ahlâkî yetkinliğidir. İnsan bedenle değil, ruhu ve kalbi ile tekâmül eder. Kalp insanın özüdür. Kalp, Rahmeti Sonsuz’a açılan kapıdır. Bunun için Hz. Peygamber, kalbin insanın değerini ölçen barometre olduğunu söylemiş, onun iyi olmasıyla bütün vücudun iyi olacağını, onun kötü olmasıyla da insanın bütünüyle kötü olacağını ifade etmiştir. Kalbi kötü olanlar orada kin, nifak, fitne, hırs, kıskançlık, buğuz taşıyanlar önce kalplerini düzeltmeye çalışsınlar. Hiçbir kozmetik meta, görünüş ve gösteriş kalbin nifakını kamufle edemez. İnsan daima kalbinin ekmeğini yer. Kalp, içindeki iyiliği de, kötülüğü de sızdırır. Nifakı, kini, hırsı ve buğzu davranışlarıyla gizlemeye çalışanlar muhataplarını belki aldatırlar ve fakat Allah’ı asla!

Dr., İslam Araştırmaları Merkezi, İstanbul

18.05.2003

Hiç yorum yok: