21 Aralık 2007 Cuma

İslam'a Dayatılan Modernite





Serdar Demirel

Uluslararası sistem soğuk savaş sonrası kendisine rakip ve tehdit ilan ettiği İslam'ı ancak bir şartla kabul edebileceğini, ve ancak o zaman İslam'ın uygar(!) dünya ile barış içinde yaşayabileceği ön kabulüyle hareket etmektedir; o da İslam'ın modernleşmesi ve dolayısıyla sekülerleşmesi/dünyevileşmesidir.

İslam'a bu dayatmayı kabul edip etmediğini sorma hakkı Müslümanlara verilmemekte ve bu hakkı talep edenler sistem dışı ilan edilmektedirler. Hıristiyanlığa galebe çalan modernitenin İslam'a da galebe çalacağı inancı bu çevrelerde hükümfermadır. Bu dayatmayı yürürlüğe koyacak işbirlikçi cemaatler, vakıflar, dernekler, kanaat önderleri ve siyasiler milyon dolarlarla finanse edilmekte ve Müslüman topluluğun önüne medya büyüsüyle İslam'ın aydınlık(!) yüzü diye model olarak sunulmaktadırlar. Hıristiyanlığın moderniteyi ne kadar kabul ettiği ayrı bir tartışma konusu. Ancak İslam ile modernitenin doku uyuşmazlığı bu girişimleri akim bırakacaktır. İslamcı protestanlar dîne dînden daha fazla değer verdikleri modern paradigmayla şekil vermeye yeltendikce de kriz yükselecektir.

Modernleşmek Dünyevileşmektir

İslam'ın modernleştirilmesi projesi aslında yeni bir proje değil. 18. yüzyılda İslam coğrafyası işgal edilmeye başlanınca işgalcilere karşı mukavamet eden yegane güç İslam gücüydü. Genelde Batı ve özelde de İngiltere İslam'ın direnç noktalarını yok etmek için bu projeyi yürürlüğe soktu. Mesala modernizm hareketinin öncülerinden olan Sir Seyyid Ahmed Han'ın İngilizlerle olan münâsebeti, İslam'ı protestanlaştırma girişimleri, İncil ve Tevrat'a yazdığı tefsir, Sünnet-i Nebevî'nın dînde bağlayacı olmadığını savunması, Müslümanları İngilizlerle işbirliğine çağırıp mukavemete karşı çıkması bunun tipik bir örneğidir.

Batı'nın taktikleri değişebilir, ancak İslam'ı modernleştirme/protestanlaştırma temel stratejisi değişmemektedir. Bununla beraber Batı karşısında Müslümanların yenik düşmesini Müslümanların modernleşmemesine bağlayan güçlü bir İslamî kesim de vardır. Doğru ve yanlışın en çok iç içe geçtiği, ayakların kaydığı zemin de burasıdır.

Bu bağlamda İslam coğrafyası 200 yıldan fazladır modernleşme sancıları yaşıyor. Bu sancıların başlangıç itibarıyla en çok hissedildiği yer Osmanlı Devleti aynı surecin kurbanı olmuştur. Modernitenin iyi analiz edilememesi İslam ümmetine çok ağır bedeller ödetti ve hâlâ da ödetmektedir.

Osmanlı'nın son döneminde İslamcılığın öncülüğünü yapan birçok âlim ve aydın, moderniteyi Batı'da zuhur eden teknolojiyle eşdeğer algıladı. Bu yüzden olsa gerek, teknolojiyi bir Hadisi Şerif'ten de yola çıkarak “Mü'min'in yitik malı” mesabesinde gördü. Batı'nın dîni, ahlâkı ve yaşam tarzı bir tarafa bırakılacak, teknolojisi alınacaktı. Böylece Müslümanlar medeniyet trenini yakalayacak, medenî milletlerle aynı safları paylaşacaktı.
Yaşanan acı süreç bunun böyle olmadığını isbat etmeye yeter. 200 yıldan fazladır biz teknolojik sürece yetişmeye çalışırken, kendimizi sürekli onların mukallidi ve tüketicileri olma sınıfindan kurtaramadık. Böyle devam ettiği sürece de biz bu statüye daha çok talim edeceğiz.

Modernite, Salt Teknoloji Değildir

Modernite, salt teknolojiye indirgenemez. Modernite, modern izm'lerin döl yatağıdır. Komünizm, Kapitalizm, Liberalizm modernitenin cinsiyetleri farklı çocuklarıdır, hepsi de materyalisttir. Modernitenin kök paradigmasi sekülerizm/dünyevilik modern izm'lerin sert çekirdeğidir.

Modernite, seküler paradigması gereği ürettiği bilimde, teknolojide, düşüncede, hukukta, hâsılası rengini vurduğu her şeyde profandır/kutsaldan arındırılmıştır. Modern insanın içine düştüğü bunalımın gerçek sebebi de budur.

Maalesef, modern olmakla çağdaş/muasır olmak biribirine karıştırılmaktadır. Müslümanlar elbette ki muasır olmak durumundadır; çağıyla boy ölçüşecek, diğer medeniyetlerle alışverişte bulunacak, ancak bunu kendisi olarak yapacaktır. Bilinçli bir müslüman modern olamaz. Modern olmak seküler/laik/dünyevi olmayı kaçınılmaz kılar. İslam, doğası gereği yaşanılan hayattan tecrit edilmeyi şiddetle reddeder ve böyle bir girişimi şirk addeder.

Epistemolojisi/bilgi nazariyesi ve ontolojisi/varlık nazariyesi dînî olandan tamamen arındırılmış modernite dîni ilkel toplumlara ait bir hurafe olarak algılar, ve eğer dîn modern insanın hayatında yer alacaksa, rasyonel mânâda aklın alanını öreceği bir alana sıkışmalıdır.

Bir dünya görüşü olarak modernite, soluğunu değdirdiği her alanı dünyevileştirmede son derece totaliterdir. Tam da bu sebeple sekülerliğe direnen İslam'ın teorik düzeyden yaşanan İslam'a kadar asimile edilmesi gereken "öteki" ilan edildiği tartışma götürmez bir gerçektir. Modern İslam, Ilımlı İslam, Liberal İslam gibi İslam'ın modernleştirilmesinin kod adı olan projeler İslam'ın sömürgeyi içselleştirmesi, tabiri caizse 'başına vur ekmeğini elinden al' hale getirmeye matuf şeytani hamlelerdir.

Modernleştikçe Sekülerleşen/Dünyevileşen Müslüman

Dikkat edildiğinde Müslümanların birey ya da toplum düzeyinde modernleştikçe sekülerleştiğini/dünyevileştiğini tesbit ederiz. Zira bu modernitenin doğasında vardır. Modernite lâ dîni –dîn karşıtı- kurgulandığından takipçisi kıldığı beşer cinsini aksi iddialara rağmen sekülerleştirmektedir.

Müslüman muasır olmak istiyor! Bir kavram kargaşası yaşandığı için muasırlaşmak modernite ile karıştırılınca modernleşmede bir beis görmüyor. Zamanla içselleştirilen modernitenin bir sonucu olarak, Müslüman; konuştuğu dilden, ürettiği politikaya, sahip olduğu tarih perspektifinden sosyal diyaloglarına kadar kutsaldan arındırılmış bir yaşam çizgisinde bulmaktadır kendini.

Modernleştikçe Batı insanının hayat tarzı ile Müslüman bireyin hayat tarzı arasındaki farklar erimekte ve böylece Müslüman kültür Batı kültüründe yabancılaşmakta, kendisi olmaktan çıkmaktadır.

Müslüman, akıl tutulması yaşamıyorsa eğer, seküler misyonerlerin ucuz argümanlarının alıcısı olmaz, olamaz. İslam'dan soyutlanmış bir hayat, Kur'an ve Sünnet'ten onay alamaz.
Sekülerizm, hayatı dînî kutsallardan arındırmasına arındırıyor, lakin yerine dîn dışı kutsallıklar icat ediyor. Hayat boşluk kabul etmediği için hayattan kovulan kutsalların yerine hangi dîn dışı kutsalların konduğu titizlikle ele alınması gereken başka bir konudur.

Kısacası modernleştikçe/sekülerleştikçe Müslüman'ın ferdi ve ictimaî hayatı daha az İslam'ın hakimiyetinde olur. Özelde 28 Şubat'ın arkasında ki iradenin genelde de uluslararası sistemin Müslümanlardan istediği de buydu ve bunu şöyle formülüze edebiliriz: "Bireysel ve toplumsal hayatta daha az İslam, kamusal hayatta daha az İslam, devletin direk kontrolünde olan alanlarda hiç İslam."

Dayatılan bu çözüm aslında Müslümanların kimliğini ve kişiliğini kaybetmelerini kaçınılmaz kılar. Müslümanlar tarih sahnesinde İslam'la yücelmişlerdir. Tarihin tekrar tekarrür etmesi öze dönüş ile mümkündür. Eğer onlar bizden bireysel yaşantımızda daha az İslam istiyorsa buna direnip ayakta kalmanın yolu bireysel hayatımızda İslam'ı daha çok hakim kılmaktan geçer. Kamusal ve Kurumsal yaşantı alanlarımızda da bu böyledir. Kur'an-ı Kerim'de kıssaları anlatılan peygamberlere baktığımızda bu onların ortak realitesi olarak karşımıza çıkar. "Daha az dîndarlık"ın varacağı son nokta “hiç dîndarlık” çıkmazıdır.

Perşembe, 16 Haziran 2005 - (16:29)

Hiç yorum yok: